Gerçek şu ki, Çözüm sürecinin toplumsallaşması yönünde bir gelişme ortaya çıktı. Ancak, çözüm sürecine yaklaşım konusunda siyasetin ve siyasallaşmış eğilimlerin tavrı örtüşmedi. Siyasal Kürtler, sol ve demokratik güçler “çözüm”den Kürtlerin halk olmaktan gelen taleplerinin karşılanmasını anlarken, AK Parti ve muhafazakâr kesimler silahların susmasını, çatışmasızlık halinin kalıcı olmasını anladı.
Bütün zorlamalara rağmen, Erdoğan ve AK Parti “Kürt sorunu” kavramını kullanmadılar. “Kürt vatandaşların tekil hakları” en ileri sınırları oldu. Başbakanın AİH ile yaptığı toplantıda da bu yaklaşımın değiştiğine dair herhangi bir işaret almadık.
Akil İnsanlar Heyeti ve çözüm sürecinin toplumsallaşması
Çözüm sürecinin toplumsallaşmasında AİH’nin önemli bir rolü olduğu inkâr edilemez. Memleketin 81 vilayetinde ve yedi bölgesinde Kürt sorunu iki buçuk ay tartışıldı, toplumun gündemine oturdu. Heyet toplum ile hükümet arasında bir nevi aracılık yaptı. Toplumun beklentilerini, taleplerini, kaygılarını raporlaştırarak hükümete sundu. Dönemin koşulları içinde toplumun barış ve çözüm sürecine nasıl baktığını resmetti. İzleyeceği siyaset hakkında hükümete çok taraflı veriler sundu.
Heyetin hata ve zaafları da vardı. AİH’ye en büyük zararı yine AİH’de yer alan AK Parti eğilimli/iktidarcı heyet üyeleri verdi. Bu arkadaşların iktidarcı tarza ve dile kapılmaları kolaycılığı sonucunda, devlet ve hükümet akilliği algısı aşılamadı.
Hükümetin yaklaşımı daha da yanlıştı. Akil İnsanlar Heyeti raporu kamuoyuna duyurulmadı, sürecin gereği yerine getirilmedi. Bir dönem, bütün riskler göze alınarak yapılan çalışmalar ve “akiller” boşlukta kaldı.
“Sivil irade” ve 15 Ekim toplantısı
Akil İnsanlar Heyeti’nde yer alan (görüntü için sonradan eklenen birkaç isim dışında) AK Parti eğilimli 24 kişilik bir grup 15 Ekim’de bir toplantı yaptı. Nitekim, 19 Ekim tarihli AİH toplantısında Davutoğlu’nun “daha bu toplantı organize edilmeden siz bir araya geldiniz, sivil inisiyatif olarak görüş beyan ettiniz, çok memnun oldum, teşekkür ediyorum bunun için” sözleri bu “sivil” grubun hükümetin bilgisi dahilinde hareket ettiğini açık ediyordu.
“Sivil irade olarak AİH’nin çözüm sürecinde yeniden aktif biçimde devreye girmesi gerektiği” iddiası ile 15 Ekim’de toplanan bu grubun iktidar partisi iradesinin aracı olarak kurulmuş olabileceği algısı güçlendi. Toplantıda, Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu’nun “az sayıda insandan oluşan, uyumlu gurup” önerisi bu algıyı daha da güçlendirdi. Güce ve iktidara meyletme eğiliminin güçlü olduğu bir coğrafyada buna mahal vermemek, “birbirini tamamlayacak çoğulculuğa sahip, her çevrenin temsil edildiği ve her çevrenin hassasiyetlerini göz önünde bulunduran; buna karşılık, tek bir sorunda, çözüm sürecinde, ortaklaşan uyumsuz, özellikle de AİH’de kadınların yüzde 18 olan temsiliyet oranının yükseldiği, çatışma ortamında kadının kadın haklarının çiğnenmesinin yarattığı sorunları ve önerileri çözüm zeminine taşıyacak kadın temsiliyetinin sağlandığı bir heyet” oluşturulmasında ısrar etmek gerekiyor.
60 binin üzerinde kişiyle görüşerek yapılan çalışmanın raporunun akıbeti soruldu, bu raporun resmî olarak açıklanması istendi. Son toplantıda, bu görüşlerimiz üzerine, Başbakan Davutoğlu raporu en kısa sürede açıklayacağını ifade etti. Bekliyoruz.
Yetmez! AİH devam edecekse, grupların raporlarında yer alan talepler başta olmak üzere, çalışmalarının sonuçlarının çözüm sürecine yansıyacağı güven verici mekanizmalar kurulmalı, AİH yasal çerçeveye oturtulmalı.
Ancak, AİH'nin ilk şekliyle sahaya inmesi yanlış olur. Öcalan ile süratle başlatılması gereken müzakere sürecine heyetin bir şekilde dahil olması, sürecin önündeki engelleri ortadan kaldırma, “sorunlu” grup ve çevrelerle diyalog ve görüşme yoluyla müzakere sürecini topluma yayma, bireysel/grupsal uzmanlıklarla sınırlanma biçiminde olmalı AİH’nin katkısı.
AİH, üçüncü göz veya bu tip heyetlerin psikolojik/moral başarısı ancak, devlet ve hükümet akilliği yerine, Türkiye toplumunun, Kürt ve Türk halklarının, kamuoyunun vicdanı olabilmesiyle mümkün...
Yeni şekliyle bir AİH ve İzleme Grubu önerisi
Süreci izleyen, eksikleri ve yanlışları hakkında tarafları uyaran, gerekli hallerde kamuoyunu bilgilendiren, yaptırım gücü olan, objektif, çoğulcu, iki tarafın ve toplumun farklı katmanlarının hassasiyetlerini anlayan bir noktadan düşünen, objektif davranabilen bir gruba ihtiyaç olduğu çok açık. Bu, AİH kapsamında olamaz. Akiller alan çalışması yapma, sonuçlarını hükümete raporlaştırma ile sınırlıydı ve yaptırım güçleri yoktu. Bir başına “akiller” içinden izleme grubu oluşturmak kapsayıcı olmaz.
Ama, bir kısım “akillerin” de içinde bulunduğu bu gruba, dünyada bu tip sorunların çözümünde yer almış ve sonuç alınmasına vesile olmuş kimi saygın şahsiyetlerin de katılması çok daha faydalı olacağı gibi, sonuç alıcı olur. Kürt tarafının içtenlikle kabul edebileceği bu kapsamda bir grubu, hükümet de hazmedebilmeli. Kürt sorunu fiilî olarak, Ortadoğu'da barış sorununun bir parçası olma yoluna girdi. Bu tip gruplarla sonuç alınamazsa, istemediğimiz halde dış dünyanın müdahale etme koşullarını yaşayacağız.
“Üçüncü göz” fonksiyonunu üstlenecek, aslında “İzleme Heyeti” olarak adlandırılması daha doğru ve uygun olan böyle bir grubun oluşturulması, çeşitli sakıncaları ortadan kaldırabilir. Başbakan Davutoğlu “6-8 Ekim olayları yaşanmamış olsaydı, bu ‘üçüncü göz’ önerisinin değerlendirilebileceğini, ancak şimdi asıl önem taşıyan hususun kamu düzenini sağlamak olduğunu” belirtti. “Üçüncü göz” önerisinde bulunanların önemli bir kesimi, 15 Ekim toplantısını düzenleyen AİH üyeleri bunun tamamen yerli olmasını savunuyor. Davutoğlu ve hükümetin eğilimi de bu yönde. İçinde yer alsınlar almasınlar, böyle bir grup oluşturulursa AİH’ye gerek kalmaz.
Müzakere süreci başlamalı
Aptullah Öcalan’ın şahsında “muhataplık” sorunu aşılmışsa, müzakere sürecine neden geçilmiyor? Çünkü Öcalan ile görüşme sorunun kendisi değil, sorun Kürt sorunu ve bu soruna dönük taleplerin karşılanması, bunun için de müzakere süreci başlaması gereği. İzleme Heyeti gibi sivil bir inisiyatifin İmralı’nın yanı sıra Kandil ile de teması sağlanmalı. Öcalan’ın görüşlerini elekten geçirmekten vazgeçmeli, görüşlerini doğrudan Kandil'e, DBP/HDP’ye, sivil topluma ve basına anlatabilmesinin mekanizmaları kurulmalı. Bu, şeffaflık sorununu çözer; “Öcalan ile Kandil arasında görüş farklılığı farklılık var mı?” yollu merakların giderilmesini de sağlar.
Kandil'i ötekileştirmek
Hükümet ve yandaş medya tarafından, hatta genel kamuoyunda Kandil ile İmralı arasında sürece bakışta farklılıkların olduğu, Öcalan’ın olumlu, Kandil’in olumsuz yaklaştığı yönünde bir kanaat pompalanıyor. Psikolojik savaştan başka bir şey olmayan bu yaklaşımı çatışma hali söz konusuyken anlamak bir ölçüde mümkün. Ancak, bir yandan “çözüm” derken, diğer yandan barışma tasarlanan tarafı kendi içinde sorunlu göstermenin süreci olumsuz yönde etkilediği kanaatini hafife almamak gerek. Öcalan’a faydalı olmayan böyle yaklaşımlardan vazgeçilmeli. Kandil’i ötekileştirme projesine son verilmeli.
Barış dili gerekiyor
Her türlü şiddetin dışlandığı bir çözüm dili istenirken, çatışmasızlık ortamında bile eksik olmayan üsttenci, muktedir, ayrıştırıcı şiddet dilinden kaçınılmalı. Çözüm süreci ile “PKK ile IŞİD aynıdır”, “PKK – PYD terör örgütüdür, teröristtir” dili bağdaşmaz.
Gerginlik son yerel seçimlerde adeta tavana vurdu. Özellikle bölgede, yerel yönetimleri HDP’ye kaptırmamak için hükümet her yolu denedi. Tehdit, şantaj, satın alma, kirli yönlendirme zirve yaptı. HDP’nin elinde bulunan yerel yönetimlerin her işi kavga ve rekabet konusu haline getirildi. Kobanê’den Suruç'a göçen halka yapılan insanî yardımlar bile siyasî malzeme konusu yapıldı. Barış sadece Devlet–PKK arasında olmayacak; devlet, toplumun halkları ve katmanları arasında da olacak. Bu bir “toplumsal barış”. İnsanî yardım dahi ayrışma konusu yapılırsa, barış nasıl ve kimler arasında olacak?
Alevi meselesi çözülmeli
Kürt meselesi aynı zamanda demokrasi meselesi. Ancak, demokrasi meselesi sadece Kürt meselesi değil. Çözüm süreci başlarken sözü çokça edilen Alevi meselesi ne olacak? Hele IŞİD ve Suriye politikasının verili toplumsal barışımızın istikrarsızlığını açığa çıkardığı ortadayken... Her toplumsal grubun isteklerini karşılamaya dönük bir demokratikleşme programını hazırlamak, süratle uygulamaya geçmek gerekiyor.
Toplumsal barışın sağlanması, çözüm sürecinin, halkların ve inançların demokratik değerlerinin önünün açılması Alevilerin bu sürece bilfiil katılmasına sıkı sıkıya bağlı. Sadece Alevilerin değil, bütün ezilen, ötekileştirilen inançların, etnik/halk gruplarının, sömürülen emekçilerin de...
Güvenlikçilik mi, demokratikleşme mi?
6–8 Ekim Kobanê protestoları nedeniyle kamu düzeni kavramı, tartışmanın odağına taşındı. Kobanê protestoları yüzünden akamete uğradığı ileri sürülen kamu düzeninin tahkimi tamamlanmadan yeni bir adım atılmayacaktı. Başbakan Davutoğlu’nun “devlet düzeni” yerine “kamu düzeni” demeyi tercih ettiği düzene uyma çözüm sürecinin ilerlemesi için temel şarttı. PKK, kamu düzenine riayet ettiği takdirde, AİH’nin önerileri dahil, bundan sonra atılması düşünülen adımlar atılabilirdi.
Bu çerçevede, güvenliği sağlamak için yapılması düşünülen değişiklikler etraflıca tartışıldı. Başbakan molotoflu gösterilere ve yüzü maskeli göstericilere karşı etkin önlemler alınacağına özellikle vurgu yaptı. Buna karşı, AİH tarafından yargıya ve emniyet kuvvetlerine aşırı güç vermenin, buralarda aşırı güç yoğunlaşmasının yol açtığı sorunların (“paralel devlet” vesilesiyle yaşananlar) yeniden yaşanabileceği, KCK davalarında yaşananların bile bu tür düzenlemelerden çekinmek için yeterli bir neden olduğu, yasal düzenlemenin zamanlamasının yanlış olduğu, bunun bir tepki yasası hüviyetine bürünmesi halinde çözmek istenenden daha fazla soruna neden olabileceği ve Kürtlerde kaçınılmaz olarak kendilerine karşı yapıldığı hissiyatını güçlendireceği uyarısı ve benzeri eleştiriler getirildi.
“IŞİD destekçiliği”
Bölge halkı hükümetin Kobanê katliamına karşı duyarsızlıktan öte, IŞİD destekçisi olduğu görüşüne inanıyor; algı bu. Bunu aşmak için hükümet ne yapmayı tasarlıyor? Bunun güvenlikçi önlemlerle olamayacağı, bu yönde önlemlerin “IŞİD destekçiliği” algısını daha da güçlendireceği açık. 6–8 Ekim olayları halkın katliam tehlikesine karşı tepkisiydi. Polis gösterilerin üzerine aşırı ölçüde sert gitti. Etki-tepki, kaçınılmaz aşırılıklar, araya provokatif unsurların da girmesi meseleyi büyüttü.
IŞİD’in varlığını ve eylemlerini “dışlanmış bir kesimin öfkesi” olarak açıklayan iktidarın, halkın Kobanê katliamına tepkisini “isyan” olarak damgalaması, sert yasal düzenlemelere gitmesi yanlış. “Nerede hata yaptık” diye düşünülmesi doğru olur. Sonuç olarak, bu görüşler sayın Başbakan Davutoğlu’na ifade edildi. Davutoğlu bütün eleştirilere karşı, “demokrasi ve özgürlük ilkelerinden asla taviz verilmeyeceği ve yapılacak düzenlemelerin hiçbirinin Avrupa Birliği standartlarının gerisinde olmayacağı” yanıtını verdi. Bakalım.
Çözüm sürecindeki tıkanıklıklar
4 Nisan 2013 Dolmabahçe toplantısını hatırlıyorum; o dönem Başbakan olan Erdoğan’ın heyecanı hissediliyordu. Grupların raporlarını başbakana sunduğu 25-26 Haziran 2013 Dolmabahçe toplantısında ise hava farklıydı. Erdoğan’ın ve devletin bütün ağırlığı AİH’nin üzerine çökmüştü sanki. Ters bir gelişmeye yol açmamak için kimse konuşmak bile istemiyordu.
Bu süre zarfında hasta tutuklu ve hükümlülerin serbest bırakılması, kalekolların yapımının durdurulması, koruculuk sistemine son verilmesi ve köye dönüşün teşvik edilmesi, Öcalan’ın koşullarının müzakere sürecinin yürütülmesine uygun hale getirilmesi ve müzakere sürecinin başlatılması, İHA’ların (insansız hava araçları) uçuşuna ve sınırda askerî yığınağa son verilmesi gibi “güven verici önlemler” konusunda herhangi bir adım atmayan hükümetin bunu gerillanın “sadece yüzde 10 geri çekilmesi” ile gerekçelendirmesi ilginçti. Karşılıklı atılması gereken adımların “önce sen” denerek tek yanlı atılması beklendiği ortaya çıkıyordu.
AİH raporunun kamuoyuna açıklanamaması, hatta kalekol yapımı nedeniyle 2014’te Lice’de ölümlerin yaşanmasıyla çözüm sürecindeki tıkanıklık daha da derinleşti. Sürecin yasallaşması adı altında çözüm sürecinde görev alacak devlet görevlilerini yargıdan muaf tutan yasanın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önceye denk getirilmesi ise manidardı.
Rehin alma tavrı
Kobanê’de katliam ihtimalinin güçlenmesi Kürt halkını ve Türkiye halkının aydınlık kesimlerini 6–8 Ekim’de öfkeyle çığlık çığlığa sokaklara döktü. Hükümet kitlelerin hareketinin nedenlerini anlama, Kobanê’ye karşı duyarlılık geliştirme ve özgürlükçü adımlarla sürecin önüne geçme yerine, kardeşleriyle dayanışan halkı suçlayınca ister istemez IŞİD ile yan yana düştü, bu yöndeki zaten var olan algı daha da güçlendi.
Ve AİH ile toplantı: Kürt meselesinden ziyade 6-8 Ekim olaylarına vurgu, memleketin bir anda iç savaşın eşiğine gelmesinin derin kaygısı, kamu düzeninin yeniden inşasını öne alma eğilimi, özgürlük–güvenlik dengesinde çubuğun güvenlikten yana bükülmesi ve güvenlikçi eğilim... Çözüm sürecinin rehin alınmasını daha önce de yaşamıştık. Bu kez, Öcalan ile görüşmeleri rehin alma tavrı deneniyor.
Başbakan Davutoğlu’nun “çözüm sürecinin Türkiye için konjonktürel değil, tarihî ve stratejik bir anlam taşıdığını, Türkiye’nin ayağına takılan prangalarından kurtulmasını sağlayacağını, bazı olaylar yaşansa da, süreci devam ettirme kararlılığında bir aksama söz konusu olmadığı” yönündeki açık irade beyanı, çözüm sürecinin (şimdilik “çatışmasızlığın”) tüm sıkıntılara rağmen süreceğine işaret ediyor.