Benim Kürt Sorunum

Okuma süresi: 1 dakika
Teaser Image Caption
Nebahat Akkoç

Değerli misafirler hoş geldiniz.

Bugün iki kere teşekkür etmek isterim.

Öncelikle bu önemli toplantının düzenlenmesinde emeği geçen herkese teşekkür ediyor, ikinci teşekkürümü de konuşmamı  bitirirken yapmak istiyorum.

Bildiğiniz gibi KAMER Eylül 2007’de 10. kuruluş yıldönümünü kutladı. Kutlamalar için hazırladığımız  posterde;

Kadınların şiddetten kurtulmak için geliştirdikleri yöntemlerin yeni bir dünya hayal etmeyi mümkün kılacağına inanıyoruz” yazılıydı.

Bu cümleyi kurabilmemiz için on yıldan uzun bir sürede, otuz binden fazla kadınla şiddet üzerine çalışmamız gerekti.

Ciddi bir emek harcanarak elde edilen bu önemli deneyim bir kez daha gösterdi ki kadına yönelik şiddet; huysuz, hasta, eğitimsiz, yoksul, işsiz ya da alkolik bir erkeğin uyguladığı şiddet değildir.

Kadına yönelik şiddet, hiyerarşinin, ırkçılığın, ayrımcılığın, milliyetçiliğin, savaş, çatışma ve şiddet kültürünün inşa edildiği bir başlangıç noktasıdır aslında. Sistematiktir, planlıdır, öncelikle  kadınları bertaraf ederek, itaat etmelerini sağlayarak militarist bir sistem kurmayı hedefler.

Kadınlar yaşadıkları şiddetle baş etmeye çalışırken  (ki bunu ancak şiddet dayanılmaz bir boyuta geldiğinde yapmaya başlıyorlar), her biri militarizmin unsurlarından biri olan hiyerarşiyi, ırkçılığı, ayrımcılığı, milliyetçiliği, savaşları sorgulamaya da başlıyorlar. Bunları sorguladıkça değişip dönüşüyorlar.

Dönüştükçe de, bütün insanların farklılıklarıyla değerli olduğu, ayrımsız  bir dünya hayal etmemizi mümkün kılıyorlar.

Şiddetimizi fark etmek, sorgulamak bütün aidiyetlerimizi, ezberlediklerimizi yerle bir eder. Bu  dönemi acı çekerek, savrularak, yersizlik yurtsuzluk duygusu hissederek geçiririz.

İşte bu dönemde kadınların birbirleriyle dayanışması çok önemlidir. Bu dayanışma bir keşif başlatır.

Her durumu, her ilişkiyi, her yazıyı yeniden yeni bir gözle inceleyip daha önce göremediklerimizi görüp tanımlamaya, yeniden anlamlandırmaya başlarız.

Yeniden doğmuş gibi oluruz. Çünkü artık bu dünyada birinin kızı, karısı, bacısı, anası, bir örgütün ya da bir partinin sorgulamayan, tek görevi uymak ve uygulamak olan üyesi olmaktan çıkarız. Nesne olmaktan çıkar hayatımızın öznesi oluruz.

Bunu başarabilmek her şeyi kendi akıl süzgecinden geçirmek demektir.

Bu süreci yaşamış kadınlardan biri olarak, bütün sorunları olduğu gibi “Kürt Sorunu” nu da  kendi kurduğum dil, kendi hikayem üzerinden  yeniden tanımlamaya çalıştım.

Benim “Kürt Sorunu’’m Ne?

Benim “Kürt sorunum;

Kütçe konuşulmayan bir evden Kürtçe konuşulan arkadaşlara özenerek bakmak, onlar kalabalık bir aradayken daha  keyifli göründükleri için, onlardan biri olmak için çaba harcamak,

’’Önce Türkçeyi iyi öğren sonra Kürtçe de öğrenirsin’ diye çıkışan anam ve babam, buna rağmen Kürtçe öğrenmek için harcadığım çocukça çaba,

Bizim evde, neden  Kürtçe konuşulmadığına, dair merakım,

1970 yılında Manisa Kız İlköğretmen Okulunda öğrenciyken tiyatro provasına geç kaldığım için bana, ‘’Pis Kürt!’’ diye bağıran edebiyat öğretmenim Türkan Hanım,

1970 ya da 1971 yılında ‘’Kürtçülük’’ yaptıkları iddiasıyla, Silvan’da bir meydana toplanan,  tek sıra olmaları, amuda kalkmaları, yerde sürünmeleri emredilen her yaştan onlarca erkek ve  onları seyreden kadınlar,

1971 yılında ilk görev yerim olan Dicle’de ve Dicle’nin Zeydan köyünde   Türkçe bilmeyen çocuklarla Kürtçe konuşarak da anlaşamamak ve üçüncü bir dil, Zazaca öğrenmek için çaba harcamak, bu dili çok kısa bir süre içinde öğrenmek,

1980 darbesi, tutuklanan kocam ve ağabeyim için yaptığım cezaevi ziyaretleri, cezaevi önündeki kadınlarla dostluğum, Kürtçe ya da Zazaca konuşan Türkçe ve okuma yazma bilmedikleri için hiçbir şey yapamayan, her biri içeridekilerden yaşadığı onlarca şiddet hikâyesi anlatan ve cezaevi kapılarında horlanan, dövülen, göz altına alınan kadınlar, 

Türkçe bilmediği için oğluyla konuşamayan kayınvalidemin yüzünde donan acı ve benim bu duruma isyanım,

1991 EĞİT SEN Şube Başkanlığım ve her gün bir ölüm haberi, öldürülen, ölümden dönen sevgili öğretmen arkadaşlarım,

Ölmeye ve öldürmeye karşı çıktığım için geçirdiğim soruşturmalar ve aldığım cezalar,

Şiddete karşı bir güç oluşturma hayali ile kurduğumuz Demokrasi Platformu,

Demokrasi Platformu’nun yaptığı çeşitli etkinlikler ve en önemlisi de bireysel başvuru hakkı ile ilgili konferans, sonra AHİM’e başlayan bireysel başvurular,

Birincisini 1992 yılında başlattığım ve 2000 yılına kadar devam eden hukuk mücadelem,

1993 yılında öldürülen kocam,

1994 yılında başlayıp 1997 yılına kadar devam eden gözaltı ve gördüğüm işkenceler, şiddeti ve kadın olmayı sorgulamaya başlayışım,

Şiddeti ve kadın olmayı sorgulamaya başlamam, her gün giderek büyüyen meraklarım,

Bizim evde niye Kürtçe konuşulmadığına dair keşiflerim. Annemin babasının, dedemin Tunceli’nin Ovacık ilçesinin Garip Uşağı Köyü’nde öldürüldüğünü, aslında Alevi olduğunu ama Sünni-Türk bir aile tarafından büyütüldüğünü, babamın Urfa’ya Van dan göç etmiş muhacir bir ana babanın çocuğu olduğunu öğrenmem,

Evimizde niye Türkçe konuşulduğuna, sokaktan niye bu kadar korkulduğuna, Zazacayı kısa sürede ve keyifle öğrenmemin nedenlerine dair keşiflerim,

Kadın kadına bağımsız bir alan yaratarak çalışma isteğimiz, 1997 yılında kurduğumuz ve her gün yeni katılımlarla büyüyen KAMER,

Kamplara bölünmüş bir bölgede hele de kadın olarak bağımsız düşünebilmenin, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün hiç bitmeyen bedeli, kara çalmalar, tehditler, hiç bitmeyen engellemeler,

Şiddet, çatışmalar, korkular, acılar ve tüm bunların içinde her gün artarak kadınların fark edişleri, sorgulamaları, yüzleşmeleri…

Şiddet tarafında durarak muhalefet yaptığını zanneden, bu duruşlarıyla bağımsız kadın hareketini ezmeye çalışanları güçlendiren, bu duruşlarıyla kadınların direnişine zarar veren ablalar, ağabeyler,

Şiddet ve umutsuzluk içinde, kadınlarla birlikte yeni bir umut yaratabilmenin mutluluğu,

Her gün yeni şiddet ve çatışma haberleriyle yüreğimin sızlaması,

İşte benim ‘’Kürt Sorunu’’m bu.

Ben olsam ne yapardım?

Ben ve biz, KAMER’ li bütün arkadaşlarım, bütün zorluklara rağmen şiddete karşı bir duruş sergilemeye çalışıyoruz.

Duruşumuzla şiddetsizlik tarafında yer alarak Kürt sorunun çözümü için önemli bir şey yaptığımızı düşünüyoruz.

Ama yine de ben olsam ne yapardım? diye düşündüm.

Ben olsam;‘’Birlikte savaştık, birlikte öldük biz bu devletin asli unsuruyuz,’’ demek iktidarı paylaşmaya çalışmaktır. Bunu hiç düşünmez ve söylemezdim. Eğer bu anlama gelebilecek sözlerim olduysa tüm ezilenlerden, dışlananlardan özür dilerdim.

İktidarı paylaşmak için yapılan kavgalar benim kavgam olamazdı.

Savaşları, şiddeti, çatışmaları durdurmak için elimden gelen  bütün çabayı gösterirdim.

Hiçbir gerekçe şiddeti haklı görmemi sağlayamazdı. Şiddeti gerekçesiz reddeder, sivilleşmeyi becerir, tüm sivil kuruluşların desteğini alarak haklı taleplerime ulaşmak için şiddet içermeyen yollarla mücadele etmenin yöntemlerini geliştirirdim.

Böylece cezaevinde, dağlarda ömür tüketen insanların sosyal yaşama katılmalarının önünü açardım.

Şiddetten arınmış bir kültür yaratmak için örgütlenen, şiddetin olağanlaşması ile cinsiyetçilik arasındaki bağlantıyı görebilmiş, kadınların özgürleşmesi için çalışan bağımsız kadın kuruluşlarının önünü tıkamak yerine, desteğini almaya çalışırdım.

Cinsiyetçiliğin yüzyıllardır devam ettiğini, her birimiz tarafından içselleştirilip sürdürüldüğünü  olduğunu görür ve cinsiyetçiliği sorgulayan çalışmaların bağımsız olması gerektiğini anlar ve teşvik ederdim.

Benden farklı olanı, benim yanımda durmayanı düşman saymaz, farklılıkların zenginleştirdiğine, düşünceyi ifade özgürlüğüne, örgütlenme özgürlüğüne inanarak dinlemeye, anlamaya, yararlanmaya, ikna etmeye çalışır, ikna olmaya açık olurdum.

 

Esas olanın insan olduğunu hiç unutmaz, kimliğimi bulmaya çalışırken sadece 100 yıl önce bu topraklarda kimlerin yaşadığını, onlara ne olduğunu düşünmeye çalışırdım.

Kendimi mağduriyet üzerinden var etmeye çalışmaz, herkesin mağduriyetini fark eder, çözümün bir parçası olmaya çalışırdım.

Sorunun çözümün benden başladığına inanır, dil ve davranışlarımı bu inançla yeniden kurmaya çalışırdım.

Tek çözümün katılımcı demokraside olduğuna inanır, bu konuda söylenenlere kulak kabartırdım.

Kadınların katılımcı demokrasi konusundaki çığlıklarını duyardım.

Kadınlar diyor ki;

Bağımsız düşünüp davranabilmek hakkımız olsun istiyoruz!

İnsanların kutuplaşmadığı, herkesin çeşitli aidiyetlerle zenginleştiği ama kendi kararları doğrultusunda yaşadığı bir dünyası olsun istiyoruz.

Nesneleştirilmenin sadece biz kadınların sorunu olmadığını gördük. Katılımcılığın sağlanmadığı tüm süreçlerin birilerini nesneleştirdiğini biliyoruz.

Hiyerarşinin olmadığı bir dünya istiyoruz!

Bunu isterken, başkalarının sahip olduklarını değil, kendi sahip olduklarımızı paylaşarak başlamayı öneriyoruz. Hiyerarşinin günlük hayat içinde son derece önemsiz görünen davranışlarla her gün yeniden kurulduğunu artık görüyoruz. Hiç kimseyi, hiç kimsenin bilgi ve deneyimlerini değersizleştirmeden bir ilişki geliştirmenin mümkün olduğunu, bu sorunun ve çözümünün herkesin kendisinden başladığını uzaklarda aranmaması gerektiğini biliyoruz artık.

Gücü elinde tutanların yönettiği bir dünya istemiyoruz.

Ayrımcılığın olmadığı bir dünya istiyoruz!

Herkesin farklılıklarını yaşama konusunda özgür olmasını, kimsenin farklılıkları nedeniyle aşağılanmamasını, dışlanmamasını istiyoruz. Ayrımcılığın panzehirinin tanışmak, konuşmak ve duygudaşlık kurmak olduğuna inanıyoruz. Aslında her insanın bir diğerinden farklı olduğunu, bu ayrımı yaparken kullandığımız sıfatların sorunlu olduğunu görmemizin ayrımcılığın çözümü için bir başlangıç olduğunu biliyoruz.

Şiddetin olmadığı bir dünya istiyoruz!

Şiddetin bütün uygulanış biçimleri ile fark edildiği, hiçbir gerekçenin şiddetin meşrulaşmasını sağlayamayacağı bir dünya özlüyoruz.

Paylaşım ve dayanışmanın esas olduğu bir dünya istiyoruz!

Bildiklerimizi, gördüklerimizi, başarılarımızı, yetkilerimizi ve sorumluluklarımızı paylaşarak güçleneceğimiz bir yaşam istiyoruz.

Yerel özelliklerimizi kaybetmeden evrensel insan haklarına uygun yaşamak istiyoruz!

Yaşadığımız yer, konuştuğumuz dil, ekonomik durumumuz, eğitimimiz ne olursa olsun tüm insanların farklılıkları ile yaşamlarını evrensel insan hakları normlarına uygun sürdürebildikleri bir dünya umuyoruz.

Konuşmamı bitirirken ikinci teşekkürümü de etmek istiyorum. Ben bağımsız bir çalışma yaptığım için, cinsiyetçiliğe karşı bir çalışma başlattığım için son on yıldır cezalıydım.

Bu bölgede, böyle bir toplantıda ilk kez konuşma şansım oldu.

Bana bu şansı veren H. Böll Vakfı’na ve Diyarbakır Barosuna çok teşekkür ederim.

Saygılarımla,

Nebahat Akkoç

2007 yılında Heinrich Böll Stitung Derneğinin Diyarbakır'da düzenlediği "Tükiye'de Kürtler; Barış Süreci için Temel Gereksinimler" konferası yayınından alınmıştır: http://tr.boell.org/tr/2014/06/25/turkiyede-kurtler