Daha uyumlu bir Türkiye politikası konusunda Fransız-Alman yaklaşımları

E-Makale

Paris ve Berlin'in Doğu Akdeniz'deki krizle ilgili olarak sergilediği farklı yaklaşımlar, dış politika söz konusu olduğunda her iki başkentin de yakınlaşmak yerine birbirinden nasıl uzaklaştığını gözler önüne seriyor.

Fransa ve Almanya'daki farklı bakış açıları neler ve gelecekte bir yakınlaşma zemini nerede görüyoruz? Dorothée Schmid (ifri-Institut francais de relation internationales) ve Kristian Brakel (hbs İstanbul) sorularımızı yanıtladı.

Okuma süresi: 1 dakika
Emmanuel_Macron_and_Angela_Merkel_(Frankfurter_Buchmesse_2017).jpg

Almanya ve Fransa AB çevrelerinde, kerhen de olsa, hâlâ Birliğin arkasındaki itici güç ve dış politikada iki güç merkezi olarak görülüyor. Almanya bu rolü biraz gönülsüzce ve yavaş yavaş kabul edebiliyorken, Fransa’nın AB’nin dış politikasına liderlik etme arzusu ne yeni bir durum ne de azalıyor.

Konu Türkiye olunca, Paris ve Berlin’in Doğu Akdeniz’deki krizle ilgili olarak sergilediği farklı yaklaşımlar, dış politika sözü konusu olduğunda her iki başkentin de yakınlaşmak yerine birbirinden nasıl uzaklaştığını gözler önüne seriyor.

Fransa ve Almanya’daki farklı bakış açıları neler ve gelecekte bir yakınlaşma zeminini nerede görüyoruz?

Türkiye Avrupa için zorunlu bir müttefik mi, yükselen bir rakip mi? AB Türkiye’yi kontrol altında mı tutmalı, onunla işbirliği mi yapmalı? Türkiye’yi AB’nin gündeminden çıkaramayan şey nedir?

Dorotheé Schmid:

Türkiye’nin Avrupa ile ilişkisinin iki yönü var; tarihsel olarak Batıya yaklaştığı Soğuk Savaş’tan bu yana Avrupa’nın stratejik bir ortağı olageldi. 2005’ten bu yana da mantıksal olarak AB yapısı içinde tam üyelikle sonuçlanması gereken katılım sürecinin resmen içinde. Avrupa ile ekonomik ve kurumsal bağları son 15 yılda kesinlikle güçlendi ve hem gümrük birliği (1996) hem de Avrupa ülkelerinden giderek artan sermaye akışları vasıtasıyla Avrupa ekonomik bölgesine fiilen entegre olan ülke, daha yakın zamanda güvenlik ve göç yönetimi alanında vazgeçilmez bir ortak olarak da ortaya çıktı. Avrupa için bir müttefik mi, yoksa rakip mi olduğu sorusu bugün ilişkilerin doğasındaki değişimi vurguluyor; katılım sürecinin durması ve ortak mahallemizde yeni tehditlerin kendini göstermesiyle siyasi ve stratejik farklılıklar son on yılda daha fazla önem kazandı. Artık Avrupa Türkiye’yi kendi siyasi yapbozunun bir parçası olmaktan daha çok Ortadoğu ile arasında bir tampon devlet olarak görüyor. Ne yazık ki, bu algı ve tutum Türkiye’nin Batıya dönük tarihi projesini sekteye uğratıyor, kırgınlığını besliyor ve onu alternatif ortak arayışlarına yöneltiyor. Ufukta ihtilaflar beliriyor ve mülteciler gibi öncelikli konulardaki kapasitesi ve elindeki kozlar önünde bulundurulduğunda, Türkiye’yi kontrol altında tutmak zor görünüyor. Ortaya çıkan bu yarığın genişlememesi için gözden geçirilmiş bir diyalog zemini üzerinde çalışmamız gerekiyor. İşbirliği kâğıt üzerinde en iyi seçenek olmaya devam etse ve Avrupalılar tarafından çok arzu edilse de, bunun peşinden “ne pahasına olursa olsun” anlayışıyla ve Türkiye’den gelen tehditlere rağmen gidilmemeli. Dolayısıyla Fransızlar ortak çıkarlar üzerine bir tartışmaya girmeden önce karşılıklı saygıyı garanti altına almak ve Türkiye’nin Avrupa’yı çevreleyen bölgelerdeki (Ortadoğu ve Kuzey Afrika {ODKA}, Afrika ve Kafkaslar) güç politikalarını dengeleyebilmek için katı bir yaklaşım sergiliyor.

Kristian Brakel:

AB ve Türkiye, her zaman kolay olmayan ancak ortak güvenlik çıkarları, ticaret ve bazı AB üyelerindeki geniş Türk diyasporaları tarafından desteklenen bir ittifak üzerinde onlarca yıl çalıştı. Sorun bu üç faktörden ikisinin muhtemelen on yıl önceki istikrara sahip olmaması. Türkiye Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra kendi güvenlik ihtiyaçlarını yeniden değerlendirmeye başladı ve özellikle Ortadoğu’da 2011’den bu yana yaşanan kargaşa üzerine çıkarlarına en uygun çerçeveyi NATO’nun tek başına sunamayabileceği sonucuna vardı. Bu zaman zaman güçlü bir milliyetçi söylemle katmerlendi ve hükümetin her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma macerası Türkiye’yi hem AB için başa çıkılması zor hem de pek çok açıdan güvenilemeyecek bir müttefik haline getirdi. Demokrasisi son yıllarda bu ölçüde aşınmamış olsaydı, ülkenin bölgede daha etkin bir oyuncu olma arayışı AB için daha kolay yutulur bir lokma olabilirdi. Ankara hâlâ daha güçlü bir Türkiye’nin bölgede yükselen aktörlerin çoğuna—BAE veya Rusya gibi—tercih edilebilir olduğuna işaret etse de, Türkiye’nin kendisini AB ile ittifakına bağlılığında gösterdiğikeyfilik onu AB çıkarlarına yönelik potansiyel bir tehdide dönüştürüyor. Bazı AB üyesi devletlerin de yardımıyla elde ettiği ve giderek artan askeri ayak izleri, onu en azından orta vadede hesaba katılması gereken bir güç haline getiriyor. Bununla birlikte on yıllık ittifak, hem Türkiye hem de AB açısından ilişki düğümünü bir plan olmadan çözmeyi zorlaştırıyor. AB, Türkiye’nin Suriye veya Libya gibi hareket alanlarındaki gerilimi tırmandırma gözü karalığını resmi olarak desteklemese de, masaya net ve üzerinde anlaşılmış bir politika yaklaşımı koymadıkları bu dönemde Türkiye’nin müdahalesinden dolaylı olarak yararlandı.

Türkiye için AB üyelik süreci bitti mi?

Dorotheé Schmid:

Katılım süreci zaten on yıldan aşkın bir süredir fiilen dondurulmuş durumda. Her iki ortağı da çıkmaza sokacak birçok değişken bir araya geldi: Kıbrıs’ın Türkiye tarafından tanınmaması gibi hukuki sorunlar; Türkiye’de topluluk müktesebatını içermeye yönelik reformların yavaşlaması—çünkü bu oldukça kısıtlayıcı çerçeve, yükselen, güçlü bir ülke olarak Türkiye’nin gereksinimlerini karşılamıyor; Türkiye’nin artık Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirmediği gerçeği—bu durum, 2013’teki Gezi olayı ve 2016’daki başarısız askeri darbeden bu yana Tayyip Erdoğan’ın muhaliflerine yönelik baskıların artmasıyla görünür hale geldi. Bundan başka, göç anlaşması gibi yeni kanalların ve sözleşmelerin açılması veya eski çerçevelerin yeniden canlandırılmasıyla—gümrük birliğinin modernizasyonu çerçevesinde dönen tartışmalar gibi—AB’ye katılım süreci karşılıklı ilişkiyi şekillendirmedeki önemini nispeten kaybetti.

Avrupa kamuoyu oldum olası ağırlıklı olarak Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmış olsa da, Eurobarometer’ın gösterdiği üzere Türkiye nüfusunun çoğunluğu hâlâ AB’ye katılma isteğini dile getiriyor. Süreci resmen sona erdirmek çok düşmanca bir hareket ve bir yaptırım olarak yorumlanabileceği ve daha fazla siyasi gerilime neden olabileceği için hükümetlerin hiçbiri bunu yapmak istemiyor. Yine de Fransa’da siyasi yelpazenin hem sağında hem de solundaki insanlardan, STÖ’lerden ve bazı siyasi partilerden sesler bugünlerde katılım sürecinin askıya alınması çağrısında bulunuyor ya da en azından Avrupa fonlarına daha fazla koşul getirilmesini talep ediyorlar. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron AB-Türkiye ilişkisinin her iki tarafın da manevra özgürlüğünü geri getirecek ve daha uyumlu, duruma özgü bir işbirliğine imkân tanıyacak yeni bir tür “ortaklık” şeklinde revize edilmesi gerektiğini bizzat birkaç kez dile getirdi.

Kristian Brakel:

Türkiye’nin katılımı bir zamanlar hakikaten gerçekçi idiyse de, bu durum bugün veya öngörülebilir bir gelecek için geçerli değil. Yıllar yılı katılım sürecinin önünde, pek çok AB üyesi ülkenin de memnuniyetle karşıladığı, bir engel teşkil eden çözülmemiş Kıbrıs meselesine ilişkin sorunlar varlığını koruyor, hatta önümüzdeki yıllarda yeniden tırmanma potansiyeline de sahip. Türkiye’nin son yıllarda ve özellikle 2013’ten itibaren otoriter bir yönetime kayması, ülkenin gerekli koşulları yerine getirmesini daha da imkânsız kıldı. Türkiye hükümeti AB’ye katılmak istediğini defalarca tekrar etmesine rağmen, halen açık olan müzakere fasıllarından herhangi birini kapatmaya yönelik tek bir adım atmış değil. Bu tür tek taraflı adımlar atmak AB’nin isteksizliğine rağmen mümkün ve AB’ye üyelik emellerinin ciddiyetini gösterir. Türkiye’de üyeliğe verilen halk desteği tüm partilerde yaklaşık %60 gibi yüksek bir seviyede ve milliyetçi partilere oy verenler çoğu zaman şaşırtıcı bir şekilde son derece destekleyici. Bununla birlikte, şu anda ne AB’nin ekonomik olarak zayıflamış ve zor bir ülke olan Türkiye’yi saflarına dahil etmek konusunda bir siyasi hevesi, ne de Ankara’nın belirli düzenleyici mekanizmaların kontrolünü Brüksel’e devretmekte bir çıkarı var. Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu çok sayıda silahlı çatışma ve ekonomisinin zor durumda olduğu göz önünde bulundurulduğunda, AB’nin iştahı eskisinden de kapalı. Hukukun üstünlüğünün içinde bulunduğu sefalet Türkiye’nin birliğe katılmasını hiçbir zaman istememiş olan daha sağcı hükümetlere mükemmel bir argüman sunuyor. Ancak başarısız üyelik sürecinin geride bıraktığı karmaşa, ufukta gerçekçi bir alternatif olmadığı anlamına da geliyor. Sürekli dile getirilip duran gümrük birliği güncellemesi, Türkiye’yi Avrupa’ya demirleyecek ekonomik bir girişim olmanın dışında bir kapasiteye sahip değil, tabii bu ilişkinin sadece şirketler için değil, aynı zamanda Türkiye vatandaşları için de hukukun üstünlüğü esası üzerinde şekillendirilmesi düşünülüyorsa.

Önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin AB nazarındaki rolünü hangi 3 temel unsur belirleyecek?

Dorotheé Schmid:

1. Göç: Türkiye Ortadoğu ve Afrika’dan gelen mülteciler için hayati öneme sahip bir geçiş ülkesi olduğundan, istenen ve düzenli insan akışını yönetmek için onunla işbirliği gerekli. Ülke coğrafi olarak Afgan göçlerine daha fazla maruz kaldığından ve 2011’den bu yana 4 milyon Suriyeliyi kabul ettikten sonra daha fazla mülteci kabul etmeyeceğini ilan ettiğinden, Afganistan’daki mevcut kargaşa konuyu daha da önemli hale getiriyor.

2. Enerji güvenliği: Yine coğrafi konumu, Türkiye’ye Doğudan gelen kaynakların taşıyıcısı olmak gibi benzersiz bir rol kazandırıyor ve Rusya ile olan özel ilişkisi bu konuda önemli bir parametre. Türkiye enerji ortaklıklarını güç politikalarıyla dengeleyerek kendisini her zaman vazgeçilmez bir geçiş ülkesi olarak konumlandırmaya çalıştı. Şimdi Rusya karşısında bir zamanlar sahip olduğu serbestliği yeniden kazanması gerekiyor ve Avrupa buna katkıda bulunabilir.

3. Din: Türkiye’nin dini bir yumuşak güç aracı olarak kullanması Avrupalı ​​diplomatlar için bir endişe konusu haline geldi. Ankara Ortadoğu’da Sünni liderliği hedefliyor ve Avrupa’daki Müslüman diyasporalarının koruyuculuğu rolünü üstleniyor. Özellikle Emmanuel Macron’un Fransa’da bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerine olası bir Türkiye müdahalesi konusunda açıkça uyarıda bulunması üzerine, bazı üye devletlerde Türkiye’nin diyaspora üzerindeki etkisi endişe kaynağı haline geldi. Türkiye diyasporasının bu şekilde araçsallaştırılması, sosyal toplulukların hassasiyetini artırdığı için, tüm Avrupalılar tarafından ciddiyetle ele almalı.

Kristian Brakel:

Türkiye’de mevcut hükümet iktidarda kaldığı sürece ilişkiler kararsızlığını koruyacak. Ülkenin cumhurbaşkanının iktidarda kalma amacına neyin hizmet ettiğine ve Türkiye başlığının belirli AB başkentlerinde seçmen desteği kazanmak için ne kadar kullanılabileceğine bağlı olarak işbirliği girişimleri sert söylemler ve olası çatışmalar arasında gidip gelecektir. Üç ana konu başlığı olacak: Türkiye’nin bölgesinde, özellikle Ortadoğu ve Balkanlar’da artan askeri ayak izi; göç ve Türkiye’nin AB’nin Kerberos’u (Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasının girişinde bekleyen üç başlı köpek) olarak hareket etme kabiliyeti; Türkiye’nin iç siyasi durumu ve otoriterliğe yönelim. AB hükümetleri ve Komisyon genellikle son başlığı lafta destekler gibi görünse de, bu konu kamuoyu tartışmalarını ve Avrupa Parlamentosu’nun duruşunu büyük ölçüde belirliyor. Gümrük birliğinin güncellenmesi gibi AB-Türkiye ilişkilerinde ihtiyaç duyulan birçok adım, hem konseyin hem de parlamentonun söz sahibi olduğu sözümona ortak karar prosedürü içinde kaldığından, kayda değer bir ilerleme mümkün değil.

Türkiye’ye yönelik politikaları etkileyen iç siyasi değerlendirmeler neler?

Dorotheé Schmid:

2016’daki başarısız darbe girişiminden bu yana Türkiye’de sıkı ve katı bir  kişiselleşmiş iktidar gözlemliyoruz. Tayyip Erdoğan’ın öncelikli meselesi ebedi lider konumunu korumak, kendi saflarında istikrarsızlığı sürdürmek ve mümkün olan her şekilde muhalefeti zayıflatmak. Kürt meselesinin güvenlik sorunu haline getirilmesi, yeni solcu, Kürt yanlısı muhalefet ile iktidar koalisyonunun milliyetçi ideolojisine bir şekilde olumlu yanıt veren “klasik” muhalefet arasındaki yarığı büyüttü. Ekonominin durumu endişe verici olsa da, bu AKP için ideolojik, dini ve etnik uçurumu genişletmekten daha az öncelikli gibi görünüyor.

Tayyip Erdoğan’ın kurduğu güç sisteminin dayanıklılığı üzerine yapılan değerlendirmeler Fransa’da tartışmalara yol açıyor. Bazı analistler Erdoğan’ın politikalarının radikalleşmesinin AKP bünyesindeki kırılganlığı yansıttığını düşünürken, diğerleri orta vadeye dönük hiçbir diplomatik hesapta Erdoğan’ın varlığının görmezden gelinemeyeceğini savunuyor. Fransız hükümet çevreleri, bu nedenle Türkiye Cumhurbaşkanı’nın bölgesel, özellikle de Doğu Akdeniz’e dönük, ihtiraslarını kontrol altında tutabilecek katı ve caydırıcı bir tutum dayatarak reelpolitik bir yaklaşıma yöneliyor. Bir diğer tartışma konusu da Erdoğan’ın çekilmesi durumunda Türkiye dış politikasında yaşanacak olası değişimle ilgili. Çoğu gözlemci milliyetçiliğin Türkiye’de temel ve birleştirici bir siyasi zemin olmaya devam edeceğini, ancak artan güvenlik endişeleri nedeniyle yumuşayabileceğini ve daha içe dönük bir duruşa evrilebileceğini düşünüyor.

Kristian Brakel:

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gücü 2013’ten bu yana yavaş ama istikrarlı bir şekilde zayıflıyor. Türkiye hükümetinin aldığı otoriter önlemler çoğunlukla bu düşüşü durdurma girişimlerinden ibaretti, ancak sonuçları farklı oldu. Ülkenin tüm dış politikasını içeriye dönük kaygıların yönlendirdiğini iddia etmek safça görünse de—Suriye’deki gibi pek çok unsur Türkiye’nin güvenlik çıkarlarına yönelik gerçek problemlerden kaynaklanmakta ve başka bir hükümet de meseleyi nispeten benzer bir şekilde ele alabilirdi—iktidarda kalmanın Türkiye’nin dış politika yaklaşımında “eğer”i değil, “nasıl”ı belirleyen en önemli çıkar konusu olduğu açık. Pek çok AB üyesi devlet ve Türkiye hükümeti Türkiye’de insan haklarının durumunu geri plana atmayı umsa da, Avrupa medyasının ve kamuoyunun konuya yoğun ilgi göstermesi, örneğin Almanya’daki politikacıların konuyu ele almaları yönünde sürekli baskı altında olacağı ve bunun da daha fazla sürtüşmeye yol açacağı anlamına geliyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın birçok şovenist politikasının yanı sıra milliyetçi ve muhafazakâr söyleminin onu Türkiye’ye karşı katı bir profil sergilemek isteyen Avrupalı ​​politikacılar için kolay bir hedef haline getirdiği gerçeği, Almanya gibi önemli devletlerde Avrupa’nın Türkiye politikasının manevra alanını da her zaman etkileyecektir. Fransa özelinde, Başkan Macron ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki uzaktan gözlemlenen çatışma her ikisinin kişiliğiyle ilgili bazı hususları da gözler önüne sererken, Macron’un Ulusal Cephe’ye göre daha sert görünme ihtiyacı olaya bir başka katman ekliyor.

Almanya/Fransa’nın Türkiye karşısında (yani diğerine göre) konumunu nasıl görüyorsunuz/değerlendiriyorsunuz? Paris ve Berlin’de Türkiye ile ilgili öncelikleri dış politikaya dönük hangi çıkarlar belirliyor? Size göre ayrılıkların nedeni nedir?

Dorotheé Schmid:

Fransa ve Türkiye arasındaki ikili ilişkiler esas olarak siyasi mülahazalarla yürüyor. Elysée, Türkiye’nin özellikle Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesinde ve daha yakın zamanda Afrika’da—Paris’te her iki bölgenin de hâlâ Fransa etkisi altında olduğu düşünülüyor—giderek artan angajmanını endişeyle izliyor. Türkiye’deki güncel çatışmaları Fransız topraklarına taşıyan Türkiye vatandaşlarının tarafı olduğu pek çok olay nedeniyle iç meseleler de yakın zamanda giderek önem kazandı. Bunlar Kürt/Türk ayrımı, AKP ve Gülen hareketi çatışması ve daha genel olarak AKP karşıtı ve yanlılarının Kültür Savaşı (Kulturkampf) ile Fransa’da özellikle hassas bir konu olan Ermenistan ve Türkiye meselesi . Halihazırda Fransız yetkililerin üzerinde en önemle durduğu konu Türkiye’nin ayrımcılığa uğrayan Müslüman vatandaşların koruyuculuğu rolünü üstlenme girişimi. Türkiye vatandaşları Fransa’daki Müslümanlar arasında azınlık olmasına rağmen, Ankara Müslüman topluluklar üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışıyor. Fransa’daki Müslüman din adamlarının çoğunluğunu temsil eden “müstakil imamların” nüfuzunu kullanarak ve Müslümanların resmi temsil organı Conseil français du culte musulman’a (CFCM) kendi adamlarını yerleştirerek çok aktif bir dernekler ağı aracılığıyla taban düzeyinde etkili oldu.  Fransa Ulusal Meclisi 2021 Temmuz’unda belirli İslam toplulukları içindeki potansiyel cumhuriyet karşıtı faaliyetleri dizginlemeyi amaçlayan ve Türkiye’nin açıkça şekilde protesto ettiği bir “bölücülük karşıtı” yasa tasarısını kabul etti.

Fransa, geç de olsa, Almanya’nın da aynı zorlukları yaşadığını düşünüyor. Berlin birçok Türkiye kökenli vatandaşının toplumsal hayatta yaşadığı zorluklar üzerine eğilmekten uzun süre kaçındı ve potansiyel kültürel veya siyasi çatışmaların ancak 2015’te başlayan kitlesel Suriyeli göçünün ardından farkına vardı. Paris’e göre Alman toplumu ve temsilcilerinin göçmenler konusundaki naifliği yavaş ama kaçınılmaz bir biçimde eriyor. Berlin’in Türkiye’nin bitmek bilmez provokasyonlarına karşısındaki diplomatik tutumu toplumsal uzlaşmayı bozma korkusundan dolayı hâlâ çok temkinli. Ankara’ya yönelik sistematik yumuşak yaklaşımı stratejik konularda deneyim ve ilgi eksikliğinin bir sonucu olarak da değerlendiriliyor. Üstelik Almanya, Avrupalı ​​ortaklarının maruz kaldığı somut siyasi zararı dikkate almayan, her zaman ekonomik çıkarlarına öncelik veren bir ülke olarak görülüyor. Çoğu Fransız analist ve yetkili ikiyüzlü ve ters tepen bu tutuma içerliyor. Teorik iyi polis/kötü polis işbölümü uzun vadede işe yaramıyor, çünkü Avrupa içindeki bölünmeleri Türklerin gözleri önüne sererken onlara her yönden de avantaj sağlıyor. Son olarak, Fransızlar ve Almanlar muhtemelen Transatlantik çerçevenin, özellikle de NATO’nun rolünü Türkiye ile farklı şekilde tasavvur ediyorlar: Paris, Türkiye’yi kontrolsüz hareketleriyle zaten zayıflamış olan ittifakın istikrarını tehlikeye atan milliyetçi bir tahrikçi olarak görürken, Berlin Washington’un Türkleri Batı kampına geri döndürmek için geliştirdiği stratejik hesaplara daha fazla güveniyor.

Kristian Brakel:

Alman diplomasisi geleneksel olarak umutsuzluktan öte fikir birliğine dayalıdır. Bu sadece Türkiye ile ilgili bir sorun değil, dış ilişkilere hâkim onlarca yıllık bir çalışma tarzından kaynaklanıyor. Sert gücün (fikir, savaşa hazır birlikler, malzeme ve kamusal desteğin olmayışı nedeniyle) projelendirilememesi otomatik olarak yurtdışındaki ekonomik çıkarların önceliği gibi bir yumuşak güç yaklaşımının tercih edilmesine yol açıyor. Türkiye’nin Almanya kadar güçlü ve çokyönlü ilişkiler sürdürdüğü başka bir ülke yok ve ona dönük ekonomik açıdan cezalandırıcı her önlem er ya da geç Alman şirketlerini de etkileyecektir. Fransızlar ise bu konuda daha rahat. Hem ülkelerinde bu kadar büyük bir Türk diyasporası  yok, hem de sesleri bazen çok gür çıkan başka çıkar grupları da mevcut. Almanya için amaç Türkiye ile ilişkileri sürdürmek ve yönetmek iken, Fransa’nın çıkarları Türkiye’nin nerede durması gerektiği konusunda çok net bir sinyal vermek gibi görünüyor. Elbette Fransa’nın Akdeniz’e kıyısının olması ve denizi kendi doğal etki alanı olarak görmesi de bir fark yaratıyor. Bununla birlikte, Fransa’da muhtemelen son yıllardaki büyük cihatçı saldırıların da etkisiyle, İslamcıları uzak tuttuğu sürece Ortadoğu’daki despotlarla hiçbir sorunu yokmuş gibi görünen, çok daha güvenlik odaklı bir siyasetçi zümresi var gibi görünüyor. Türkiye’nin kendi diyasporalarını çoğunlukla milliyetçi/dini çizgide seferber etme girişimi her iki ülkede de derin bir şüpheyle karşılanmakla beraber, laikliğin anayasanın temel bir bileşeni olduğu ve güçlü bir sağ partinin Cumhurbaşkanı Macron’a seçim yarışında meydan okumaya hazır olduğu Fransa’da konu daha büyük bir aciliyet arz ediyor.

Türkiye Transatlantik çerçevenin neresine oturuyor? Türkiye’yi gelecekte NATO’da ne bekliyor?

Dorotheé Schmid:

Fransa’ya göre Ankara, bir topluluk olarak ittifakın çıkarlarını tehdit edebilecek agresif bir özerklik arzu ettiğini açıkça gösterdiğinden, Türkiye’nin Transatlantik çerçevede ve özellikle NATO’daki statüsü ciddiyetle incelenmeli. Rusya ile ısrarlı flörtü ve kimi zaman sınırlarının çok ötesinde, Libya ve Karabağ’da giderek artan sayıda bağımsız askeri operasyona girişmesi mutabakatı ihlal ediyor ve Türkiye’nin dahli nedeniyle iradeleri dışında savaşa sürüklenebilecek üyelerinin güvenliğini potansiyel olarak zayıflatıyor. Dahası, Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve Kıbrıs ile tekrarlanan olaylar, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını bilfiil yeniden tanımladığını ve bu çıkarları savunmak için kendi müttefikleriyle askeri alanda karşı karşıya gelmeye hazır göründüğünü gösteriyor.

Aynı zamanda, Türkiye’nin hem personel ve silah kapasitesi hem de muharebe tecrübesi açısından Suriye, Libya, Karabağ ve şimdi de Irak’ta kaydettiği ilerleme, gelecekte Türkiye için yeni bir rol veya en azından yeni misyonlar anlamına gelebilir, tabii NATO müttefikleriyle ortak hedefler üzerinde anlaşmaya varması halinde. Türkiye ODKA bölgesindeki birtakım çatışma alanlarında doğal bir paydaş ve hem diplomatik hem de askeri hünerini defaten ortaya koydu. Bu nedenle Paris, özellikle de Tayyip Erdoğan’ın son zamanlarda Washington’la daha yakın ilişkiler kurma girişimleri dolayısıyla, Ankara’yı gitgide daha fazla rakip olarak görüyor. Görünüşe bakılırsa Türkiye’nin güvenilirliği konusu, ABD de dahil olmak üzere, tüm Batılı aktörler tarafından Ortadoğu ve Karadeniz bölgesinde işbirliğini bir adım ileri taşımanın önünde büyük bir engel olarak görülüyor.

Kristian Brakel:

Türkiye hükümeti NATO’da kalma konusunda kararlı. Dış politikadaki maceracılığı birçok NATO üyesi ülkeyi kızdırmış olsa da, Ankara’nın karşısında gerçek bir alternatif olmadığı açık. Birkaç yıl önce ortalıkta dolaşan alternatif Şanghay İşbirliği Konseyi’ne üyelik ihtimali son yıllarda Ankara’da tekrar tartışma konusu olmadı. Türkiye daha bağımsız bir oyuncu olmak istese de, Rusya’yı özellikle de Karadeniz’de dengelemek için NATO’ya ihtiyacı olduğunu ve yalnızca ağır askeri ekipman için ittifaktan çabucak çıkmanın bir yolu olmadığını biliyor. Ankara NATO açısından taşıdığı öneme güveniyor. Ordusu büyük olsa da ekipmanının çoğu nispeten eski, ancak ülke şu anda yeni bir yerli silah endüstrisine yatırım yapma yolunda. Yine de, yeni teçhizatla bile çoğunlukla Almanya’nın önemli bir tedarikçisi olduğu diğer NATO ortaklarından gelen dış girdilere bağımlılığı sürüyor. Sorun şu ki, NATO güçlü Amerikan liderliği olmadan orta vadede bütünlüğünü daha da aşındırma potansiyeline sahip Türk maceracılığına hükmetme kapasitesinden yoksun. Mevcut Amerikan stratejisi Türkiye’yi en azından Afganistan’da olduğu gibi olumlu bir rol oynayabileceği süreçlere dahil etmek ve diğer alanlar söz konusu olduğunda hasar kontrolüne geçmek için elinden gelenin en iyisini yapmak gibi görünüyor.

Almanya ve Fransa’nın Türkiye’ye yönelik yaklaşımları birbirini nasıl tamamlayabilir?

Dorotheé Schmid:

“İyi polis” ve “kötü polis” arasındaki fiili rol dağılımının Ankara ile müzakerede her zaman verimli sonuç vermediği görülüyor, çünkü Paris ve Berlin arasında ortaya çıkan çelişkiler, Türkiye ile aralarındaki karşılıklı güvenilirliği ciddi şekilde aşındırıyor. Bu nedenle Brexit’ten sonra Ankara tarafından Avrupa duruşunun bir ifadesi olarak anlaşılacak olan birleşik bir Fransız-Alman tavrını sürdürmek son derece önemli. Fransızlar Türkiye’den kaynaklanan belirli tehditler (siber, sosyal, dini…) olarak algıladıkları şeyleri paylaşmak konusunda Almanlarla daha iyi koordine olmaya ve yavaş yavaş AB perspektifinin ötesine geçerek işlevsel bir stratejik ortaklık kurmanın yollarını düşünmeye hazır olacaktır. Fransızlara göre Almanya’nın Türkiye üzerindeki nüfuzu yoğun bir ekonomik ilişkiden kaynaklanırken, Fransa’nın AB sınırlarının ötesinde, daha geniş bir alanda, dikkatleri üstüne çekmekte olan Afrika’da daha kapsamlı diplomatik çıkarları var.

Kristian Brakel:

Fransa, Almanya gibi AB üyesi devletlerin son yıllarda Türkiye karşısında maruz kaldıkları riskleri azaltmak için çok az şey yapmalarının akılsızca göründüğü konusunda haklı. İlişkiyi tekrar rayına oturtmayı amaçlayan Alman yaklaşımı kısmen başarılı oldu, ancak bunun nedeni Alman (veya Avrupa) diplomasisinin başarısı değil, Türkiye’deki korkunç ekonomik gelişmeler. Bir plandan öte rastlantısal olarak ortaya çıkan iyi polis/kötü polis diplomasisi yerine, her iki ülkenin de güçlü yanlarından, yani Fransa’nın askeri güç olanaklarından ve Almanya’nın Türkiye ile ekonomik bağlarından yararlanan bir yaklaşıma yatırım yapmak daha akıllıca olacaktır. Bunun işe yaraması için her iki tarafın da bir bedel ödemesi gerekiyor. Bu, Almanya için işletmelerinin belli bir kayba uğraması, Fransa içinse güney komşularıyla dış politika konusunda daha fazla koordinasyon ve orada daha az güvenlik odaklı bir yaklaşıma razı olmak anlamına gelebilir.