Babam adımı “Ford” koymuştu

Arka Plan

Yazar ve insan hakları savunucu Doğan Akhanlı, aniden nükseden ağır bir hastalığın ardından 31 Ekim Pazar günü Berlin’de hayata gözlerini yumdu. Heinrich Böll Stiftung olarak, yerel tarih programı için on yıl önce kaleme aldığı aşağıdaki metni yeniden yayınlayarak Akhanlı’yı anıyoruz. Ailesine, dostlarına ve yol arkadaşlarının yasını paylaşıyor, en derin taziyelerimizi sunuyoruz. Başımız sağ olsun.

Doğan Akhanlı

İnsan hakları savunucusu ve yazar Doğan Akhanlı'nın hikayesinde Almanya- Türkiye ortak tarihinin daha az bilinen bölümleri su yüzüne çıkıyor. Akhanlı, göçmen işçiler ile siyasi baskı ve zulüm görüp Almanya'ya göç eden sol görüşlü Türkiyeli muhalifler arasındaki ikircikli ilişkiyi ele alırken, 1973'te Köln'de Ford tesislerinde yaşanan “vahşi grevi” anlatıyor.

60’lı yılların ortalarında, Türkiye’nin Gürcistan sınırının kıyısında yer alan ve doğum yerim olan köyde herkesin bir lâkabı vardı. Benimse birden fazla: Kardeşlerim “Pot”, köydeki çocuklar “Kelebek” (Gürcücesi “Pepela”) ya da “Sincap” (Lehçesi “Tatarzena”) diye çağırırdı beni. Babam ise sadece “Ford” derdi bana.  Bana niçin “Ford” dediğini ona şimdi sorabilmeyi çok isterdim.

Gurbete doğru göç başladığında ben köyün ilkokuluna gidiyordum muhtemelen. Babam köyün ilk ve uzun süre boyunca da tek öğretmeniydi. Babamın dışında bir de, birinci sınıfları okutan, askerdeyken okuma-yazma ve biraz da matematik öğrenmiş bir eğitimci vardı. Babam ise, Montessori pedagojisinin “Bana kendi başıma öğrenmeyi öğret” şiarını hatırlatır biçimde, tek bir dershanede dört sınıfa birden ders veriyordu. Ama dönemin koşullarında başka bir pedagojik yöntemi uygulamaya zaten ne yer ne de imkan vardı: Sahip olduklarımız, yazmak için bir defter, matematik için ayrı bir defter, bir kalem ve bir silgiden ibaretti.

Devlet doktrini, eğitimin bizleri gelişmiş, medeni Batı dünyasıyla tanıştırmasını öngörüyordu. Fransa yüksek kültür ülkesi kabul edildiği için Fransızca en güzel dil, Paris en güzel şehir, Victor Hugo en iyi yazardı.  Bugün geriye dönüp baktığımda, öğretmenimin, Esmeralda'nın kilisede saklanmasına yardım eden "Notre Dame'ın Kamburu"nu bizlere mükemmel bir şekilde aktardığını, öyle ki küçük bir çocukken gece Eyfel Kulesi'ni, gündüzleri ise Notre Dame'ı evlerin, ağaçların ve tarlaların arasından akan Seine Nehri’ni gördüğümü söyleyebilirim.

Almanya ise “dürüstlük”, “çalışkanlık”, “güven” ve “teknolojik ilerleme” söz konusu olduğunda hikayelere konu oluyordu.

Bir gün bize dürüstlük dersi vermek isteyen babam, “Bizimkilerden biri,” diye anlatmaya başlamıştı, “para kazanmak için Almanya’ya gitmiş. Almanların acilen işgücüne ihtiyacı olduğu için de hemen bir iş bulmuş. Alman ustabaşı ona bizim sınıfımız gibi bir mekanda sadece volta atma talimatı vermiş. Sekiz saat boyunca. İki saatte bir çay molası, ayrıca öğle yemeği için bir saat ara. Adam, iş kolay, diye düşünmüş ve odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başlamış. Ertesi gün hiç kontrol edilmediğini fark etmiş. Üçüncü gün yere uzanmış ve uykuya dalmış. Ama bilmediği bir şey varmış: Odanın zeminine monte edilmiş bir sensör, vardiyaları ölçen bir tür saat, adamın ne zaman yürüyüp ne zaman ara verdiğini kaydediyormuş. Adam üçüncü günün sonunda işten kovulmuş. Demek ki okulda da, sonraki hayatınızda da sahtekarlık yapmak yok!” demişti babam.

Hatırladığım kadarıyla bizim köyden Almanya’ya giden dört kişi vardı. Bir kadın ve üç erkek. Kadın, ilkokul öğretmeni olan bir kuzinimdi. Hala Kuzey Ren-Vetsfalya’da öğretmenlik yapıyor. Kocası inşaat mühendisi. Yani bir başarı öyküsü. Sonra bir başka “Almancı”, koyu kırmızı bir Ford minibüsle Türkiye’ye döndü. O zamana kadar köyün tek nakliye aracı Austin marka açık mavi bir kamyonetti. Kamyonetin frenleri tutmadığı ve üç kez uçuruma yuvarlandığı için köylüler kamyonete “tahtalıköy postası” adını takmıştı. Ford’un ise frenleri tutuyordu ve artık uçurumdan aşağı uçacağız diye ti tir titrememize gerek kalmamıştı.

Cezaevinde dökülen gözyaşı

Türk devleti beni oldukça erken bir zamanda, 70’li yılların ortalarında henüz 18 yaşımda iken bir gazete bayisinden sol görüşlü bir gazete aldığım için, “tehlikeli” olarak sınıflandırdı. Dava dilekçesine bakılacak olursa,  “anayasal düzeni devirmek” isteyen aşırı sol bir örgütün lideriydim. İstanbul’da Toptaşı Cezaevi’nde buldum kendimi. Cezaevi binası, yüz yıl önce bir tür misafirhane işlevi gören bir kervansaray iken, daha sonra tımarhane ve en son tütün deposu olarak kullanılmış, 1960 yılında muhafazakar hükümete karşı yapılan ilk askeri darbe sırasında ise cezaevine çevrilmişti. Her biri 200 mahkumu barından üç büyük alandan oluşan bir tür depo. Burada kalmak artık bir aile geleneği haline gelmişti. Darbe ile devrilene kadar hükümette kalan partiden bir milletvekili olan annemin babası, hayatının dört yılını burada geçirmişti.

Tutuklu bulunduğum sürece çok sayıda siyasi mahkumla tanıştım. Bunların arasında Almanya’dan gelmiş on beş öğrenci ve işçi de bulunuyordu ve savcılığın söylediğine göre Türkiye’de bir işçi kalkışması planlıyor, bunun ötesinde “anayasal düzeni” ortadan kaldırmak istiyorlardı. Yani bu kişiler benim kader ortaklarımdı. Zamanın koşulları içinde değerlendirecek olursam son derece eğitimli insanlardı bunlar- ana dilleri gibi Almanca konuşuyorlardı ve hatta bazıları İngilizce ve Fransızca da biliyordu. Marks, Engels ve Lenin’in yanı sıra Hegel ve Kant da okuyorlardı. Gruptan bazı kişiler Köln’den gelmişti, 1973 Ağustos’unda Ford’un Köln tesislerinde Türk işçilerin yaptığı “vahşi grevi” bana anlatan mahkum, kitlesel grevin liderlerinden biriydi. Adını tam hatırlayamıyorum, ama hafızam Reha ya da Baha olarak kaydetmiş. Anlattıklarının ayrıntılarını da hatırlamıyorum, ama Reha ya da Baha çok heyecanlı bir şeyler anlatmış olmalı ki sonunda gözyaşlarını tutamamıştı. On sekiz yaşında bir genç olarak, Türk işçi sınıfı, Almanya’da böyle bir ayaklanmayı başarıyorsa Türkiye’de neden yapamasın diye düşünüyordum.?

Ford’suz zamanlar

1991 yılında Türkiye’den ayrıldım ve Köln’e gittim. Askeri yönetimde tutuklanan, kötü muameleye maruz kalan ve işkence gören yarım milyon insandan biriydim. Mahkemelerin verdiği elli idam cezasına ve sayısız yargısız infaza, darbecilerin yanlışlarına tanık oldum. Sonunda askeri dönem sözde bitmişti, ama biz hayatta kalanların çoğu, ruhsal yaraların ötesinde şiddetin fiziksel izlerini de taşıyorduk. Lakin Türk yasaları kağıt üzerinde işkenceyi yasakladığı için bu uygulamalar ısrarla reddedildi. Geçmiş karşısında hep var olan bu kayıtsızlık acı veren bir yalnızlığa dönüştü. Ben de susanlardan biriydim. 

Suskunluk dönemimde ideolojisiz yaşamaya ve öğrenmeye başladım. Son gelişmelere dair cevaplar ve açıklamalar ararken Türkiye hakkında bazı tarihi hakikatlerle, özellikle de Ermeni Soykırımıyla tanıştım. Bu konuda Almanya tarihi hakkındaki bilgim ve bu tarihle hesaplaşmam, kendi ülkemin tarihinde yaşanan şiddet ve soykırımı daha iyi anlamama ve onunla baş etmeme yardımcı oldu. İki ülkenin şiddet tarihini ulusal tarih olarak değil de bir tür ortak ilişkiler tarihi olarak araştırmaya ve aktarmaya çalışıyordum. Bulduğum gerçeklerden biri de, soykırımın Alman öncülerinden birkaçının Alman faşizminde de suç işledikleriydi.

Tarihin öznesi olarak işçi sınıfına duyduğum ilgi giderek azaldı. İşçilerin sınıf mücadelesini sorgulamaya başladım. Türkiye’deki en büyük sendika olan Türk-İş’in askeri cunta döneminde cuntacılarla işbirliği yaptığını öğrendim. Bunun ötesinde güya işçi sınıfının iktidarda olduğu Doğu Bloku ülkelerindeki ayaklanmalar ve insanların bu ülkelerden kitlesel biçimde kaçmaları, “o tarafta” işlerin kesinlikle yanlış bir şekilde yapıldığının göstergesiydi benim için. Bu durumda Ford’la ilgilenmemi gerektirecek bir sebep de kalmamıştı artık. Ehliyetim yoktu, almak da istemiyordum. Peter Bach’la tanışana kadar lakabımın “Ford” olduğunu bile unutmuştum.

Ford Grevleri

Peter Bach benden on yaş büyüktü. Ölen Erdal Ağabeyi’mle aynı yıl aynı günde doğmuş. Peter tanıştığımızda yeni emekliye ayrılmıştı. Uzun yıllar süren çalışma hayatının bir bölümünde Ford’ta da vardiyalı işçi olarak çalışmıştı. 30 yıldır Köln-Mülheim’da yaşayan Peter’den bu semtin tarihini öğrendim ve onun sayesinde, yaşayanların çoğunluğu Türk ve Kürt olduğu için olsa gerek, kötü bir namı olan Keup Caddesi’nin güzelliğini, canlılığını keşfettim.  

Peter, Mülheim Tarih Atölyesi’nin fikir babalarından biriydi ve uzun süredir burada aktifti. Zaman içinde, göçmelerle çoğunluk toplumu arasında bir barışma zemininin kurulmasına yönelik çok sayıda tarihi- kültürlerarası proje yürüttük birlikte. Alman-Kürt-Türk ortak tarihi hakkındaki “Geleceğin Hafızası” bunlardan biriydi. 2007 sonbaharında Peter beni, Tom Kühnel ve Jürgen Kuttner’in yönettiği, Halle Kalk’te sahnelenen “Fordlandia - eine Fliessbandproduktion” adlı oyuna götürdü. Köln Schauspielhaus tarafından sahneye konan oyunun konusu, Ford’taki “vahşi grevdi”. Peter tiyatronun oyuncularıyla Ford tesislerini gezmiş, tiyatronun baş yönetmeni ve bütün ekip, onun yaşadıklarını sanatın diline çevirmişlerdi.

Oyunun adı bana bir şey şey ifade etmediğinden, gösterimden önce araştırdım ve “Fordlandia”nın bugün Amazonlar’da, Santarem’in güneyinde bir hayalet şehir olduğunu öğrendim. Ford Motor 20’li yıllarda tropikal ormanlarda kauçuk tarımı yapmak için dev bir arazi satın almıştı. Arazinin tepelik ve verimsiz olduğu, Ford yöneticilerinin hiç birinin tropik tarım hakkında gerekli bilgilere sahip olmadıkları söyleniyordu. Sonuç bir fiyasko olmuştu, hatta burada, Brezilya ordusunun bastırdığı bir ayaklanma bile yaşanmıştı. Şehir 1945’ten sonra Brezilya’ya satılmıştı.  

Oyun eğlenceli ve bilgilendiriciydi. Yarım insan büyüklüğünde bir kukla, Henry Ford olmuştu. O kadar gerçekçiydi ki kukla, arkasındaki kuklacı Suse Wächter’in varlığını zar zor algılamıştım. Ayrıca Fatih Akın’ın ödüllü “Yaşamın Kıyısında’ adlı filminde başroldeki Alman dili ve edebiyatı profesörünü oynayan ve tanınmış bir sima olan Türkiye kökenli Baki Davrak’ın grupta olması beni özellikle mutlu etmişti. Gösterinin ardından, 1973’te Türkiyeli işçilerin ağır çalışma koşullarını protesto ettikleri “Vahşi Grev” hakkında çok daha fazla bilgi edinmek istedim. “Bir Cuma günüydü,” diye anlatmıştı Peter, “İkinci vardiyayla birlikte grev de başladı. Fabrikada kalan ikinci vardiya işçileri gece vardiyasındakilere haber verip akşam evlerine döndüler. Gece vardiyası iki saat sonra fabrikadan çıktı. 27 Ağustos Pazartesi günü sabah vardiyası da yapılmadı. Grev günleri, binlerce insanın katıldığı ve bütün fabrika arazini dolaşacak dev bir yürüyüş koluyla başlıyordu. Fabrika perşembe gününe kadar işgal altında kaldı. Perşembe günü öğle vakti grev dağıtıldı. Bu da çok vahşiydi. Yani gerçekten de “vahşi bir grevdi” yaşanan. Ama bu vahşi grevde – bunu da söylemek lazım- bir taraftan yapıcı, daha az vahşi ve duygusal anlar da yaşandı. Tabii grev koşullarında bu ne kadar mümkünse.”

“Yapıcı” sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmiyordum o zaman, ama yine de Peter’e ne demek istediğini sormadım. Onun yerine bütün anlattıklarını nereden öğrendiğini bilmek istiyordum. Peter, Ford fabrikasındaki yoğun siyasi ortamı anlattı bana. Ford, o dönemde bütün siyasi sol grupların ilgi odağındaydı. Peter de Mayıs 1973'te KPD/ML aracılığıyla fabrikaya girmişti. Yani grev başlamadan dört ay önce.

KPD/ML bizim kardeş partimizdi. 12 Eylül 1980’de generaller ihtilal yapmadan önce ben de kendimi işçi sınıfı bilincini yayan biri olarak görüyordum. İhtilalden önce ve sonra genç olmak, öğrenci olmak, tehlikeliydi.  Bu yüzden kaçtım, o dönemde hayatta kalmak tesadüftü, bir sanattı. Hiç kimsenin beni aramadığı, bir yandan siyasi sorumluluklarımı yerine getirebileceğim bir yer mutlaka vardır diye düşünüyordum. “Bilinç yükseltme” sorumlusu olarak bir enerji holdingine sızmaya karar verdim, başvuru için gereken bütün belgelerde tahrifat yaptım ve sonunda işe alındım. Ama orada, işçi sınıfını savunmanın, bizzat işçi olmaktan daha kolay olduğunu gördüm. İdeolojik bir pencereden baktığımda aslında benim “yoldaşlarım” olan, ama geçim derdinden başka bir şey düşünmeyen bu sade insanların Köln’deki Ford tesislerinde çalışmış eğitimli ve siyasallaşmış mahkum yoldaşlarımla hiçbir benzerlikleri yoktu. İdeallerimle gerçek çalışma koşullarını uyumlu hale getirmeye yönelik bu girişimi uzun süre devam ettiremedim. 

Ancak Türkiye’de “proletaryayı” tanımak için en azından çaba gösterirken, Almanya’da misafir işçilerle ilgili bilgilerim köydeki söylentilerle sınırlı kaldı. Biz solcular ve aydınlar, köle gibi çalışan memleketlilerimizle pek ilgilenmiyorduk, halen de ilgilenmiyoruz. Travmalarımız ve ideolojik iddialarımız nedeniyle ilgimizin çoğunu kendi ülkemize yöneltmiştik, ya da alternatif ve sol Alman çevrelerle irtibat kuruyorduk. Eski bir sendikacı olan Peter ise, misafir işçilerin tarihini ve bugününü bizden daha iyi biliyordu.

“Grevden kısa bir süre önce”, diye anlatmaya devam etti Peter, “işçi alımı durduruldu. Göçmenler o güne kadar mümkün olduğunca çabuk para biriktirmek ve Türkiye’de bir hayat kurmak istiyorlardı.” Benim köyümden giden Almancılar gerçekten de bir süre sonra geri döndü. Birincisi köye iki eli boş dönmüştü, ikincisi bir traktörle, üçüncüsü de yukarda bahsettiğim gibi Ford marka bir minibüsle.” Peter buna “taksi şoförü perspektifi” derdi; göçmenlerin genelde İstanbul’da ya da Ankara’da taksi şoförlüğü yapmak için bir Ford-Granda alabilecekleri kadar parayı biriktirmelerini kastediyordu. Birçok Almancının Türkiye’de bir eve ya da bir işletmeye yatırım yaptıklarını ve bu işletmelerin çoğunun zaman içinde kapandığını ben de biliyorum.

1973’te işçi alımı durdurulunca “taksi şoförü perspektifi” de değişti ve çoğu göçmen işçinin niyeti, Almanya’da sadece bir süre çalışmaktan çıkıp tamamen burada kalmaya doğru evrildi.  Peter devam ediyor: “Böylece ailelerini yanlarına aldılar. Bu dönemde çok sayıda Türk arkadaşım geçici konutlardan yeni ve daha iyi konutlara taşındı. Bu perspektif değişimi o zaman aramızda büyük bir tartışma konusuydu. Ama buraya yerleşen göçmenler için vatana bağlılık her şeye rağmen çok önemliydi.”

Grevlerin nedeni, memleketlerine izne gidip geç dönen Türkiyeli işçilerin işten atılmasıydı. Almancıların izin zamanları sadece Almanya’da kıskançlık, öfke ve yanlış yorumlara neden olmakla kalmayıp Türkiye’de de sorun oldu. O dönemde Türkiye-Almanya “ölüm hattında” çok sayıda trafik kazası yaşandı. Almancıların çok kötü araba kullandığına dair söylentiler Türk basınında da yer alıyordu. Ama bence Almancılar iyi kötü trafik kurallarına uyarken, kuralları ihlal edenler gerçekte Türkiye’deki sürücülerdi.

“O zamanlar,” diye devam etti Peter, “Ford’a özel, kişiyi kendinden korumaya yönelik, paternalist  bir ırkçılık vardı. Zamanın koşullarında, uzak bir ülkeden oldukça kısa bir sürede 12 bin kişi gelmişti ve bu gelenler işyeri hiyerarşisinde en aşağıda yer alıyorlardı. Bu da, çalışanların neredeyse tamamı vasıfsız olan Türkiyeli işçiler ile daha iyi pozisyonlardaki Alman meslektaşları arasında ciddi bir bölünmeye yol açmıştı. Bu dönemde Almanlar Türkiyeli iş arkadaşlarıyla “yumuşak” bir ilişki kurdular: “İyi kalpli biri, hiçbir şeyden haberi yok, biraz da aptal.”

Peter bunu paternalist ırkçılık olarak tanımlıyor. “Eşek çobanı” tabiri o zamanlar Alman işçiler arasında çok yaygın kullanılırmış. “Grevin gidişatı üzdü bizi,” diye devam etti Peter, “Yani Almanlar daha sonra bizim eylemlerimize katılmadı, böylece Ford’ta bu ayrımın çok yoğun yaşandığını görmüş olduk. Tabii bu güçlü ırkçılığı Türk arkadaşlarımız da net olarak hissediyordu.“

Grev 24 Ağustos Cuma günü başladı. Yüzlerce Türk işçi ellerinde pankartlarla fabrika sahasında yürüyüşe geçti. Belli başlı ülkelerden 8 binin üzerinde işçi iş bıraktı. Sendika temsilcisine güvenmedikleri için kendi aralarından bir grev komitesi seçtiler. Mükemmel Almanca konuşan ve 1969 yılından beri Almanya’da önce öğrenci, daha sonra da tercüman olarak bulunan Baha Targün’ü sözcü seçtiler. Baha’nın henüz birkaç gün önce Ford’ta çalışmaya başladığı söyleniyordu. Baha Targün’ün Toptaşı Cezaevinde  tanıştığım, Ford grevini anlatırken ağlamaya başlayan adam olup olmadığını hala merak ederim.

Peter, Baha’nın daha sonra ne yaptığını bilmiyordu. Vikipedia’dan öğrendiğim kadarıyla, “Polis grevi dağıttıktan sonra, Baha Targün gözaltına alınıyor ve Türkiye Cumhuriyeti Köln Başkonsolosluğuna teslim ediliyor. Ancak bir süre sonra serbest bırakılan Targün 1979 yılına kadar Almanya’da kalıyor.” Bu bilgiler gerçek mi değil mi bilemem. Ama Vikipedia’da yazdığı gibi Türkiye’ye döndükten sonra gazetecilik yapmaya ve radyo tiyatroları ve senaryolar yazmaya başladıysa hakkındaki bilgilere itiraz edebilmesi lazım. Ya da aynı anda iki ülkede cezaevinde bulunmuş olması lazım. Peter de Reha adında birini tanımıyordu.

 “Grevciler” ve “çalışmak isteyenler” arasında son gün çıkan çatışmalardan sonra birçok işçi gözaltına alındı. Aralarında Baha da vardı. Peter devam ediyor: “Hasan gibi grevin baş aktörleri olan ve eylemlerin merkezinde bulunan Ford çalışanı birçok göçmen işçi derhal işten atıldı. Birçoğu Köln’ü de terk etti, çünkü isimleri öyle bir mimlenmişti ki, şehirdeki sanayi tesislerinde artık bir daha iş bulmaları mümkün olmayacaktı.” Hasan grevden sonra Berlin’e taşınmıştı. Peter’e “Bu Hasan’ın adı Ömer olmasın sakın?” diye sordum. Peter, hayır, dedi, Hasan’dı adı.

Sık sık bisikletle Ren Nehri’nin sol kıyısından Düsseldorf yönünde giderim. Nasıl olduğunu hala anlamış değilim ama yakınlarda böyle bir bisiklet turu sırasında kendimi Ford tesislerinin yasaklı bölgesinde buldum: Fabrikada çalışan biri beni dehşet dolu bir sesle uyardı. Orada bulunmam özel mülk ihlaliydi ve tek şansım derhal geldiğim kapıdan çıkıp gitmekti. Ama canım geri dönmek istemediği için bisikletimi sürmeye devam ettim. Bir sonraki çıkışta kapı bekçisi kimliğimi istedi, bir sürü soru sordu ve sonunda kulağıma eğilip, hiç kimse fark etmeden derhal oradan ayrılmamı söyledi.

Fabrika alanını terk ettiğimde kulağımda her zamanki gibi babamın sesi vardı: “Ford! Hadi yemeğe!”

Ford Grevi: Kaynakça

 

 

Kasım 2011 

 

Metinin içinde yer alan ifadeler yazarın kendilesine ait olup, Heinrich Böll Stiftung'un görüşlerini yansıtmamaktadır.