KENTSEL MÜŞTEREKLER

Teaser Image Caption
#forum Cihangir Parkı

Bu konuşmanın başlığını “Kentsel Müşterekler” olarak belirlemiştik. Ben, kentsel müştereklere biraz, Gezi Direnişi üzerinden değinmeye çalışacağım, ama asıl derdim bir “antikapitalist müşterekler siyaseti”ni tartışmaya açmak. Müşterekler kendiliğinden antikapitalist, kendiliğinden özgürlükçü, kendiliğinden eşitlikçi bir sistem sunmuyor bizlere. O yüzden müşterekleri, bir antikapitalist siyaset çerçevesinde nasıl düşünebiliriz diye tartışmak istiyorum.

Müşterekleri Niçin Tartışıyoruz?

Bugün, burada, bu meseleyi tartışıyorsak, bunu ne Dünya Bankası kendi raporlarına müşterekler meselesini koyduğu için, ne de Elinor Ostrom gibi liberal iktisatçıların “piyasa ile uyumlu müşterekler” olarak nitelendirilebilecek çalışmalar yaptığı için tartışıyoruz.

Bu meseleyi 1990’larda küresel antikapitalist hareketin içerisindeki pratikler ve teorik tartışmalar sonucunda bugün burada tartışıyoruz. Yani, 1990’larda alternatif küreselleşme hareketi ya da karşı küreselleşme ya da küresel antikapitalist hareket olarak bilinen hareketin tartışmasıdır, müştereklerin tartışması ve müştereklerin geri alınması üzerine kurulu bir siyaset. Bu nedenle, aslında tartışmanın başladığı yer, tam da bir antikapitalist mücadelenin içindendir. O yüzden tartışmayı oradan sürdürmek faydalı diye düşünüyorum.

“Piyasayla Uyumlaştırılmış Müşterekler”

Türkiye’de son iki yıldır tartışılıyor müşterekler meselesi. Ağırlıklı olarak akademi içerisinde ve sivil toplum içerisinde tartışılıyor. Büyük ihtimalle Gezi sonrasında politik ve toplumsal hareketlerin de gündemine girecek bir tartışma. Bu anlamıyla önemli ve tam da zamanı gelmiş bir tartışma. Ama bir yandan da, Ostrom gibi iktisatçıların piyasayla uyumlaştırılmış müşterekler tartışmasını açtığı bir dönemdeyiz. Bu tartışmanın çok kolay kapılabildiği, evcilleştirilebildiği bir dönemdeyiz. Bu nedenle dikkatli olmak gerektiğini düşünüyorum.

Tam da bu nedenle, “müşterekler antikapitalist hareket içinde nasıl tartışılır?” ve “ne gibi politik potansiyeller vaat etti ve vaat etmeye devam ediyor bu tartışma?” diye düşündüğümüzde, 1990’larda iki önemli tartışma vardı müştereklere dair. Biri müşterekler siyaseti ya da müştereklerin geri alınması meselesi. Müşterekler siyaseti kapitalist toplumsallığa karşı alternatif bir toplumsallık üretimi üzerinden kuruldu. Yani, bir toplumsallık modeli sunuyordu kapitalist toplumsallığa karşı.

İkincisi de, birbirinden çok farklı görünen alan siyasetlerinin ortaklaşmasını sağlayabilecek bir politik çerçeve sunuyordu müşterekler meselesi. Yani, kırla kenti ya da Hindistan’daki bir baraja karşı verilen mücadeleyle, alternatif yazılım, özgür yazılım mücadelesini ortaklaştırabilecek bir hat sunuyordu. Bu iki anlamda, çok önemliydi 1990’larda ve bugün için de benzer şekilde öyle. O zaman 1990’larda bu mesele nasıl tartışılmaya başlandı, biraz ona değinelim.

“Sürekli İşlenen Günah”: Çitleyerek Birikim

1990’larda, özellikle otonom Marksistlerin, Marx’ın ilk birikim tezine tekrar dönmeleri ve neo-liberal sermaye birikim sürecini aslında bir ikinci çitleme harekâtı olarak tartışmalarıyla başlıyor müşterekler tartışması.

Temel argüman da, bu ilk birikim denilen sürecin, aslında kapitalist bir birikim sürecine içkin olduğu, süreklilik arz ettiği, yani bir ilk günah değil, sürekli işlenen bir günah olduğu yönünde. Neo-liberal sermaye birikiminin egemen biçiminin “el koyarak birikim” ya da “mülksüzleştirerek birikim” ya da “çitleyerek birikim” yaratma süreci olduğunu söylüyorlar. Sonra bir dizi yeni çitlemelerden bahsediyorlar.

En bilineni toprak çitlemeleri, ama telif hakları, fikrî mülkiyet haklarının çitlenmesi, derelerin çitlenmesi, kültürel mirasın çitlenmesi, genlerin çitlenmesi, vs., vs. diye uzatabiliriz. Pek çok farklı alanı, aslında bütün yaşam alanlarının, bütün hayatın kendisinin metalaştırılması, çitlenmesi süreci söz konusu.

Müşterekleri “Sürekli Üretilen Pratikler” Olarak Tanımlamak

Fakat sanırım bu tartışmalardaki en önemli mesele, bu müştereklerin savunusu değil, müştereklerin üretimi üzerine yapılan vurgu. Yani, müşterekleri verili değerler, alanlar olarak tanımaktansa, sürekli üretilen pratikler, kolektif pratiklerle üretilen bir süreç olarak tanımlamamız gerekiyor. Çünkü mesela, Zapatista hareketini tartıştığımızda, Meksika’da, 1990’larda, ortak toprak sistemi olan ve anayasal bir sistem olarak tanınan Ejido’nun sona erdirilmesini ya da buna karşı bir savunmayı tartışmıyoruz artık. Bu savunu üzerinden ortaya çıkmış, yeni öz-yönetim biçimlerini tartışıyoruz.

Bu anlamda, düşünmemiz gereken şey şu: “Müşterekler verili, sabit, statik, değişmez, bunun karşılığında da sürekli saldıran hareketli bir sermaye akışı” bakışını tam tersine çevirmemiz gerekiyor. Müşterekleştirme pratikleri yoluyla, sürekli müştereklik üretildiğini, sürekli yeni müşterekler üretildiğini aklımızda tutmamız gerekiyor.

Müştereklerde, varlıklardan ziyade müşterekleştirme pratiklerinden bahsediyoruz öncelikli olarak. Ve çoğu zaman bu pratiklerin sivil itaatsizlik ve doğrudan eyleme dayandığını, metasızlaştırmayı içerdiğini, yeni bir dil, dayanışma, toplumsal ve mekânsal pratik ve ilişkiler ve dahası bir direniş repertuarı verdiğini düşünmeliyiz. Bu, birinci mesele.

Yeni Çitleme Biçimlerine Karşı Yeni Mücadele Biçimleri

Bir diğeri, yeni bir çitleme biçimi olarak kamusal hakların ve kamusal hizmetlerin çitlenmesi. Elektrikten suya, eğitim hakkından sağlık hakkına, özelleştirme, metalaştırma süreci. Burada şöyle bir sorun var: Çoğu zaman bu tür çitlemelere karşı, örneğin kamusal üniversite talebiyle, yani bir devletçi üniversite talebiyle yola çıkıyoruz.

Aslında, müşterekleştirme pratiklerinden bahsedecek olursak, kamusal üniversiteye dönüş talebinden ziyade, müşterek bir alan olarak üniversiteyi nasıl üretiriz sorusunu sorduruyor bu çitlemeler bize. “Müşterek bir alan olarak üniversite bütün bileşenleri iştirakçiler haline getirir” bir özyönetim tartışmasıdır. Ama aynı zamanda, belki daha önemlisi, eğitimin ne olduğunu tartıştırır bize. Kimi dışarıda bırakıyor? Kimi içeri alıyor? Ve eğitimin kendisi nasıl bir hiyerarşik sistem üretiyor? Ancak bu soruları sorarak bu alanları müşterek alanlar haline getirebiliriz.

Benzer bir soru, örneğin kentsel bir mekânda, kentsel dönüşüme maruz kalan ya da kalmak üzere olan mahalleler için de geçerli. Çoğu zaman, mahallelerin müşterek alanlar olduğu varsayımından yola çıkıyoruz. Bu mahallelerin savunulması gerektiğini düşünüyoruz. Fakat bir dizi mülkiyet eşitsizliğini dışarıda bırakmış oluyoruz. Tapusu olanlar ve kiracılar arasındaki ayrımı dışarıda bırakmış oluyoruz. Daha da önemlisi, bir mahalleyi mahalle yapan bir dizi toplumsal eşitsizliği de dışarıda bırakmış oluyoruz.

Müşterekler Siyaseti

Müşterekler siyaseti tam da bu tahakküm ve şiddete dayalı toplumsal ilişkilerin farklı bir şekilde üretilmesi anlamına geliyor. Yani, eşitliğe, dayanışmaya, özyönetime dayalı yeni ilişkiler olarak üretilmesi. Bu nedenle, müşterekleştirme pratikleri alan ürettiği kadar, mekân ürettiği kadar, aslında yeni toplumsal ilişkiler de üretiyor. Kapitalist toplumsallığa alternatif ilişkiler de ürettiği ölçüde bizim için antikapitalist bir siyasetin hattı olabilir.

Kentsel müştereklere bir dönecek olursak, ekolojik müşterekleri neredeyse doğalcı bir yaklaşımla ve neredeyse ahlakî bir şekilde çok kolay tanımlayabiliyoruz. Politik bir mesele olarak savunulması da çok daha kolay oluyor. Fakat kente baktığımız zaman, müşterek alan potansiyellerini yakalayabilmek kolay olmuyor. Sanırım bu teknokratik ve bürokratik bir kent algısına dayanan bir bakışı yansıtıyor. Özellikle, özel mülkiyet ve devlet mülkiyetine dayalı bir kentsel mekân anlayışı var ve bu dayatılıyor. Bizim perspektifimiz de çoğu zaman, kullanıcılar olarak değil, değişim değeri üzerinden mekânı algılayan bir bakış açısına sahip. Bu anlamda, müşterekler potansiyelini görmemiz güçleşiyor. Bir ideolojik körlük söz konusu kentsel müşterekler konusunda.

Korkut Boratav’ın Gezi analizi

Fakat bu nicel anlayıştan, değişim değerine, kâr üretimine, özel ya da devlet mülkiyetine dayalı ikilik, aslında iştirakçiler tarafından aşılabilir. Özel mülkiyet de aslında müşterekleştirilebilir. Devlet mülkiyetine bağlı alanlar, yani kamusal mekânlar da kolektif eylem yoluyla, sivil itaatsizlik yoluyla, doğrudan eylem yoluyla müşterekleştirilebilir. Gezi’de tam da bunu gördük.

Ama buradaki temel meseleyi, Gezi’ye yaptığı sınıfsal analizi kendime yakın bulduğum Korkut Boratav şöyle açıklıyor: Bütün Gezi sürecini, siyasî iktidarın sermayeyle birlikte, ortak varlıklara, kültürel ortak varlıklara, yani önceki halklardan devralınmış kamusal bir mekân, ortak bir varlık olarak bir parkın çitlemesine karşı ortaya çıkması olarak anlayabiliriz. Bu nedenle, Gezi’nin aslında bir ortak varlığın, bir ortak alanın müşterek savunusu olduğu yönünde bir iddiası var Korkut Boratav’ın. Haklı.

“Taksim Komünü” ve Müşterek Üretme Pratiği

Fakat Gezi’de, bana kalırsa, başladığımız nokta burasıydı. Yani, bir kamusal mekân olarak bir parkı savunduğumuz ilk nokta, yani “hayır, bu ağaçları kesemezsin” dediğimiz nokta, başlangıçta ve bugünkü adıyla “Taksim Komünü” dediğimiz noktada, artık bir “no pasaran” sınırı çizilip Taksim bir komün haline getirildiğinde, biz aslında müşterek bir alan ve müşterek ilişkiler üretmeye başladık. Bu anlamda şunu demeye çalışıyorum: Kendiliğinden bir müşterek alan, pratikten önce var olamaz. Bu anlamıyla, kamusal mekânlar, böyle bir potansiyel taşırlar, ama kolektiflik öncesinde bu alanları müşterek olarak değerlendiremeyiz.

Kamusal mekânlar kendiliğinden bir dizi toplumsal eşitsizliği içlerinde taşırlar. Yine sınıfa dayalı ya da toplumsal cinsiyete dayalı bir dizi eşitliğin yaşandığı alanlardır. Ayrıca devlet kontrolündedir. Bir regülasyon dahilinde hareket edilebilir bu alanlarda. Fakat müşterekleştirme pratikleriyle, aslında biz tam da bize dayatılan bu toplumsal eşitliklerin nasıl aşılabileceğini, dayanışmaya dayalı ilişkilerin nasıl kurulabileceğini çözmeye başladık.

Örneğin, metasızlaştırma süreci, Gezi’nin içinde, doğrudan oradaki ihtiyaçlarımızdan ve çok basit nedenlerle yola çıktı. Köftecilerin parktan çıkartılması ve daha sonra “burada para geçmez, metasızlaştırıyoruz” meselelerinin tartışılması çok basit bir nedenlerle başladı. İnsanlar köfte kokusundan uyuyamıyorlardı. Yani, kimse “hadi burayı metasızlaştıralım” diye yola çıkmadı. “Köftecileri ne yapalım, bira satışını nasıl engelleyebiliriz” gibi tartışmalardan, yavaş yavaş bir metasızlaştırma sürecine girilmeye başlandı. Bunun yanı sıra, Gezi içerisinde yeni bir toplumsal ilişki yönetme sürecine girdiğimizi söyleyebiliriz.

Müşterekleştirmeyi böyle bir yerden anlamaya çalışıyoruz. Neo-liberal sermaye birikim sürecinin kısa devreye uğratıldığı, bir anlığına herkesin “bugün artık yeni biriyiz” dediği, tam da o rekabetçi, girişimci bireyin ya da bireysel ilişkilerin kırıldığı noktaydı Gezi. Bu anlamda, yeni toplumsal ilişkilerin üretilme potansiyelini içerisinde taşıyordu. Kentsel mekân dönüştürüldü, kentsel mekân tarafından da oradaki ilişkiler dönüştürüldü. Bu anlamda, kentsel müşterekleri tam da bu pratikler üzerinden anlamak gerektiğini, yeni toplumsal ilişkilerin üretimi olarak tartışmamız gerektiğini düşünüyorum.

“Düğümler” ve çözümler

Son olarak da şunu söylemek lâzım: Bir antikapitalist siyaset açısından, müşterekler ya da müşterek alanlar ya da müşterekleştirme pratikleri, özellikle mekân üzerinde, pek çok farklı çitleme düzeyinin ortasına bir düğüm gibi görünüyor. Antikapitalist siyaset için çok farklı düğüm noktaları söz konusu ve bunlar da aslında bir zincir gibi birbirlerine bağlı. Biz Gezi’de biraz da bunu anladık. Yani, kadın bedeninin çitlenmesi, haneye, özel alana sıkıştırılması, son beş senedir yaşadığımız tartışmalar... Kadın bedeninin çitlenmesi ve özel alana sıkıştırılması kadar, hayatlarımızın çitlenmesi, yani güvencesizleştirilmesi. Sadece çalışma hayatlarımızın değil, bütün hayatımızın güvencesizleştirilmesi anlamında çitlemeler. Bir dizi çitlemeden bahsediyoruz ve belki ortasında bir düğüm olarak biz, Gezi’de bir yere dokunmuş olduk. Fakat bütün düğümleri çözmemiz gerekiyor.

Bu anlamda, müşterekleştirme, evet bir başlangıç noktası, ama değinmemiz gereken güvencesiz taşeron çalışma koşullarından, kadın bedeninin çitlenmesine, ortak mal haline getirilmesine kadar uzayan bir zincir söz konusu. Müşterekler üzerine yürütülecek bir mücadele, kolektif bir mücadele ve diğer mücadelelerle mutlaka ilişki içerisinde götürülmeli diye düşünüyorum. Çok teşekkürler.