Göç ve iltica konusu bir süredir AB gündeminin en üst sıralarında yer alıyor. Tartışmalar sorun çözmek ya da yer değiştirenlerin acılarını dindirmeyi değil, insanların Avrupa topraklarına ulaşmasını engellemeyi amaçlıyor. Bu tutum, ne kıtaya sığınmak isteyenler, ne de siyasi tartışmalar açısından faydalı.
Şimdiye kadarki en sağcı Avrupa Parlamentosu
Geride kalan Avrupa Birliği (AB) seçimleri şunu gösteriyor: Seçimler demokratik güçler aleyhine sonuçlandı; sağ kanattaki partiler açık ara galip geldi.
Henüz koalisyonlar oluşmuş ve nihai güç dengesi netleşmiş değil. Ama Avrupa Parlamentosu’nun (AP) eşi benzeri görülmemiş şekilde sağa kaydığı kesin. Hoş, parlamento şimdiye dek AB zirvesi karşısında ciddi bir siyasi denge unsuruydu ve hangi çoğunlukların nasıl hareket edeceği henüz belli değil. Ama yine de son seçimlerin hepimiz açısından bir ikaz işareti olması gerektiği şimdiden açık.
Göç konusu tüm üye devletlerde seçmenleri hareketlendiren başlıklar arasında yer alıyordu. Sağcı milliyetçi Rassemblement National (Ulusal Birlik) partisinin oyların yüzde 31,4'ünü kazandığı Fransa’da, seçmenlerin yüzde 43’ü oy kullanırken göç meselesini göz önünde bulundurduğunu belirtmiş. Almanya’da da göç, seçmenlerin önem sıralamasında üst sıralarda. Bu en kalabalık iki üye devlette aşırı sağ en büyük kazanımları elde etti, hatta Fransa’da seçimleri tümden kazandı.
Göç ve kaçış: küresel gözle bakış
Avrupa’da insanların göçe verdiği önem, göç ve kaçışların küresel olarak artan önemiyle paralel. Dünya Mülteciler Günü vesilesiyle BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) üzücü bir rekor daha açıkladı: 2023 yılında dünya genelinde mülteci sayısı yüzde 5 artarak 117,3 milyona çıkmıştı.
Bu insanların büyük kısmı kendi ülkeleri içinde yerinden edilmiş kişilerden (ÜİYEK) oluşuyordu. Ülkesinden ayrılanların çoğu da, düşük veya orta gelirli ülkelerdendi; yüzde 70’i komşu ülkelerden medet ummuştu.
Geçtiğimiz yıl küresel olarak mültecilerin başlıca üç menşe ülkesi yine, şiddetli çatışmalardan ve bunların yarattığı sonuçlardan etkilenen Suriye, Afganistan ve Ukrayna oldu. Dünyanın durumu düşünülecek olursa, koruma talebiyle Avrupa’ya ulaşan insanların sayısındaki artış şaşırtıcı değil.
Böyle bakınca, olası en iyi çözümler için mücadele ile artan savaş ve krizler karşısında AB’nin mültecileri koruma sorumluluğunu nasıl yerine getirebileceği üzerine kafa yormak daha mantıklı.
Avrupa genelinde yayılan zehirli söylem
Ne var ki, bir süredir ve özellikle de AB seçimleri öncesi yaşadığımız, bunun aksi: Göç ve kaçış konularında giderek artan bir kutuplaşma ve göçü caydırma politikasına doğru ivmesi artan bir kayma görüyoruz.
Temel bir hak olan sığınma hakkı kimi kesimlerce gitgide daha pervasızca sorgulanıyor. Avrupa’nın insanlara hakları olan korumayı nasıl daha etkin bir şekilde sağlayabileceği sorusunun yerini, neredeyse tümüyle Avrupa’nın dış sınırlarının mültecilerin yarattığı varsayılan tehditten nasıl korunacağı sorusu alıyor.
AB Ortak Sığınma Sistemi Reformu
Avrupa Birliği Ortak Sığınma Sisteminde (CEAS) yapılacak reform üzerinde yıllardır süren, ancak bir neticeye ulaşamayan münakaşaların ardından Nisan ayında, mülteciler açısından çok kapsamlı sonuçlar yaratacak bir mevzuat paketi kabul edildi. Gelecekte, kimin sığınma prosedürü hakkına sahip olup olmadığını AB’nin dış sınırlarında gözaltı benzeri koşullar altında yürütülecek sınır prosedürleri belirleyecek.
“Kriz Tüzüğü” olarak adlandırılan bu düzenleme, “mücbir sebep” veya “araçsallaştırma” durumlarında sığınma hakkının daha da kısıtlanmasını ve sınır prosedürlerinde mültecilerin daha da uzun süre alıkonmasını öngörüyor. “Güvenli üçüncü ülkeler” olarak adlandırılan kavramın genişletilmesi sonucu, mülteci korumasının daha fazla ve geniş bir şekilde Avrupa dışına itilmesi de muhtemel.
AB kurumlarının ve üye devletlerin bu konudaki dışsallaştırma çabaları bir süredir devam ediyor. Tunus’la yapılan ve çok eleştirilen “göç anlaşmasının” ardından Mısır ve hatta yakın zamanda Lübnan bile “göç yönetimi” konusunda AB’nin “stratejik ortağı” haline geldi. İnsan hakları ihlalleri sicili kabarık böyle ülkelerle yapılan anlaşmaların koşullara bağlanıp bağlanmadığı (ve eğer bağlandıysa bu koşulların neler olduğu) ise belirsiz. Anlaşmaların veya daha yakın bir işbirliğinin tam olarak neyi içereceği sorusunun cevabı verilmiyor.
Bu anlaşmaların ortak noktası, AB’den söz konusu üçüncü ülkelere geniş miktarlarda para akıtılması suretiyle göçmen ve mültecilerin esenliği mevzusunun AB’ye gelenlerin sayısının azaltılması hedefi karşısında geri plana atılmış olması. AB’nin dışsallaştırma çabalarına paralel olarak, İtalya ve Arnavutluk örneğinde olduğu gibi, münferit üye devletler de ikili girişimlerde bulunuyor. Alman İçişleri Bakanlığı kısa bir süre önce, iltica prosedürlerinin İngiltere’nin Ruanda sığınma planı modeline benzer şekilde başka bir ülkeden taşeron hizmet olarak temininin mümkün olup olmayacağını ve mümkünse bunun nasıl yapılacağını belirlemek üzere bir inceleme yürüttüyse de uzmanlar modeli geri çevirdi.
CEAS reformu çok ağır siyasi baskılar altında çıkarıldı; şeffaflıktan uzak ve karmaşık müzakere sürecini dışarıdan bakıp anlamak imkânsızdı. Güdülen amaç açıktı: Bu alanda hareket etme becerisi sergilenebilmesi için AB zirvesi, parlamentosu ve komisyonunun son yasama döneminde bir mutabakata varması gerekiyordu. Fakat sağcı ve popülist aktörleri bu seçim kampanyası başlığından mahrum bırakma çabaları başarılı olamadı. Sonuçta elimizde, mülteci haklarının içinin boşaltılmasını destekleyen uydurma çözümlerle dolu kötü bir reform kaldı.
Dublin kuralının sürdürülmesi Avrupa’nın birliğine ve üye devletler arasındaki uyuma zarar veriyor. Tüm bunlar, belirli bir halet-i ruhiye yaratmak için mülteci ve göçmen korkusunu kullanan ‘sağcı’ söylemleri daha da güçlendiriyor.
Dış sınırlarda hukuk sistematik şekilde ihlal ediliyor
Bundan bir yıl önce, yine Dünya Mülteciler Günü vesilesiyle, mültecileri koruma sorumluluğuna saygı gösterilmesini talep eden bir yazı yazmıştım; çünkü birkaç gün önce Yunanistan açıklarında en ölümcül tekne kazalarından biri meydana gelmişti.
14 Haziran 2023 gecesi Adriana adlı teknede 600’den fazla kişi boğularak hayatını kaybetti. Herhangi bir kurtarma operasyonu yapılmadığı için tam sayı bilinemiyor. Solomon, Forensis, The Guardian ve ARD tarafından ortaklaşa yürütülen ve 2023 yılında AB Gazetecilik Ödülünü kazanan araştırmanın da tespit ettiği gibi, kazada Yunan Sahil Güvenlik ve AB sınır koruma ajansı Frontex’in ortak sorumluluğuna işaret eden birçok unsur mevcut. Kazaya ilişkin koşullar halen tam anlamıyla açığa kavuşturulabilmiş değil. Hayatta kalan dokuz masum yolcu insan kaçakçılığıyla suçlanarak aylarca haksız yere alıkonurken, asıl sorumlular adalet önüne çıkartılmak şöyle dursun, tespit dahi edilemedi.
Pilos açıklarındaki gemi kazası münferit bir vaka değil, ne yazık ki AB’nin dış sınırlarındaki sistematik şiddetin bariz örneklerinden biri. BBC yakın zamanda yayınladığı bir belgeselde, Yunan Sahil Güvenliği’nin sadece son üç yılda Akdeniz’de onlarca mültecinin kaybından bizzat sorumlu olduğunu gösteriyor. BBC’nin analizine göre, insanları Yunan sularından kovalamak ya da Yunan adalarından toplayıp –bazen elleri bağlı olarak– denize atmak gibi uygulamalar en az 43 kişinin canına mal olmuş.
BBC’nin yayınladığı bu haber üzerine, kısa bir süre önce yeniden seçilen AP milletvekili Tineke Strik, X hesabından yaptığı açıklamada, Avrupa Komisyonu’na Yunanistan Başbakanı Mitsotakis’i Avrupa Adalet Divanı önüne çıkarma ve Yunanistan’a aktarılan AB fonlarını dondurma çağrısı yaptı. Strik, bu suçlara ve AB hukukunun hunharca ihlal edilmesine komisyon ve diğer AB üye devletleri tarafından yıllardır göz yumulduğunu söylüyor.
Esasen mahkemeler, hukukun üstünlüğü ilkesi açısından çok önemli olan “düzeltici” bir role sahip. Kısa bir süre önce Avrupa Birliği Adalet Divanı (AAD) Aralık 2020 tarihli bir AAD kararının şartlarına uymadığı ve AB sığınma hukukunu uygulamadığı için Macaristan’ı 200 milyon avro ve bu ihlaline devam ettiği her gün için milyonlarca avro daha para cezasına çarptırdı.
Ayrıca, mültecilerin suçlu ilan edildiği tek olay da Pilos değil. Bir başka örnek de Hümayun Sabetara olayı. Sabetara adlı mülteci, ağır hasta olmasına rağmen Ağustos 2021’den beri hapiste tutuluyor ve “insan kaçakçılığı” iddiasıyla 18 yıla kadar hapis cezasıyla karşı karşıya. İki çocuk babası Sabetara, kendi kullandığı bir arabayla İran'dan kaçarak beraberindeki iki yolcuyla birlikte Meriç Nehri üzerinden Türkiye’den Yunanistan’a geçmişti. O zamandan beri kayıp olan bir tanığın yazılı ifadesine dayanılarak tutuklandı. Bundan birkaç hafta önce Selanik’te yapılan temyiz duruşması Eylül ayına ertelendi; Sabetara’nın sağlık durumu kötü olmasına rağmen, duruşmaya kadar birkaç ay daha cezaevinde kalması gerekecek.
Ne Sabetara olayı istisna ne de mültecilerin sistematik olarak suçlu ilan edildiği tek AB ülkesi Yunanistan. İtalya ve Malta’da da benzer kafkaesk olaylar yaşanıyor ve #freehomayoun örneğinde olduğu gibi mağdurların serbest bırakılması için yürütülen bir kampanya olmadığından bilmediğimiz daha pek çok vaka söz konusu.
Popülist sahte çözümler yerine çözüm odaklı yaklaşımlar
Aşırı sağı zayıflatmak için mültecilere yönelik korumayı ortadan kaldıracak adımlar atılmasının bu zehirli söylemlerin ekmeğine yağ sürmekten başka işe yaramadığı açık. Asıl ihtiyaç duyulan şey, çözüm odaklı pratik tedbir ve politikaları bir araya getirerek dil ve anlatıların gerçeklere dayandırılıp nefretten arındırılması.
“Sınır dışı etme hücumu” çağrısında bulunmak yerine, yapıcı ve etkili çözümleri tartışmanın zamanı geldi.
Seçimlerden önce Avrupa Dış İlişkiler Konseyi, Avrupa’daki birçok siyasi partinin aşırı sağın yükselişini ne gibi stratejilerle önlemeye çalıştığına dair kapsamlı bir analiz yayınlamıştı. Bu stratejilerden biri de, CEAS reformu ya da Fransa’da yakın zamanda yapılan Sığınma Yasası reformunda olduğu gibi, hem ulusal seviyede hem de Avrupa düzeyinde göç konusunda sert sağcı duruşlar benimsenmesi gibi görünüyordu.
Yazarlar böyle bir stratejiyi riskli görüyordu; zira potansiyel sağ seçmenin fikirlerini değiştirme gücüne sahip olmayan bu strateji, tam tersine göç konusundaki tartışmaları kızıştıracak ve böylece sağın ekmeğine yağ sürecekti.
Alman Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü (DIW Berlin) Direktörü Profesör Marcel Fratzscher kısa süre önce yayınladığı bir makalede, mültecilerin Alman işgücü piyasasına entegre olamaması veya sosyal yardımların “çekim etkisi” yarattığı iddiası gibi Almanya’daki tartışmalarda sürekli gündeme getirilen bir dizi yaygın klişeyi yakından inceleyerek çürütüyor. Göçün sınırlı tutulması ihtimalini savunmak yerine, yerel yönetimlere daha az bürokratik engel çıkartıp entegrasyon önlemlerine daha fazla destek sağlanmasını öneriyor. Aynı şey diğer üye devletler açısından da geçerli olabilir.
Hem mülteciler hem de Avrupa’daki ev sahibi toplumlar açısından zorluklar yaşandığı doğru. Fakat insanların Ege’de şiddete maruz bırakılması, ne Almanya’nın herhangi bir eyaletinde ne de başka bir AB üye devletinde rahatlama yaratıyor. Yakınlarda Şansölye Olaf Scholz’a açık bir mektup yazan 309 kuruluş, sığınma prosedürlerinin başka bir ülkeden taşeron hizmet olarak temin edilmesine yönelik planlara karşı çıkılmasını istedi ve şöyle dedi:
“Mültecilerin korunması alanında faaliyet gösteren kuruluş ve girişimler olarak bizler, kabul ve katılımın herkes bir araya gelip de siyasi irade gösterebildiğinde işlediğine şahit olduk.”
Yapılması gereken şey, fiili/akut sorunlara yönelik uygulanabilir çözümler bulmak; özellikle de son AB seçim sonuçları ışığında, Avrupa Birliği’nin temellerine, hukukun üstünlüğü ilkesine ve yücelttiği değerlere geri dönmek olacak.
Bu makale ilk olarak şurada yayınlanmıştır: eu.boell.or