Avrupa seçimlerinden sonra Avrupa Parlamentosu’nda (AP) demokratik ve Avrupa yanlısı güçler zayıfladı. Etkili bir AB için güvenilir çoğunluğu sağlayabilmek, çok daha sıkı bir işbirliği gerektiriyor.
2024 Avrupa Birliği (AB) seçimlerine halkın gösterdiği ilginin, AB’ye üye 27 ülkede aynı düzeyde olmasa da, 2019 yılına kıyasla genel olarak arttığı kesin. Daha önceki Avrupa Birliği seçimlerinde, geçmişte yaşanan sorunların, AB’nin geleceği ve rolünün bu denli yoğun tartışıldığına, münakaşa ve hatta kavga konusu edildiğine pek şahit olmamıştık.
Böyle bakıldığında, farklı derecelerde olmakla birlikte, gündemi meşgul eden konuları şöyle sayabiliriz: Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı saldırı savaşı, iklim krizi, göç ve AB’nin ekonomik durumu ile rekabet gücü.
Esasen olumlu anılabilecek bu gelişme, yani AB seçimlerinin önemine ilişkin farkındalığın artması, bazı üye devletlerde sandığa daha yüksek katılım olarak yansıdı.[1] Ancak daha seçim kampanyası sırasında sağ popülist partilerin artan farkındalıktan ne ölçüde faydalanacağı meselesi ile ona eşlik eden endişelerin yanı sıra, birçok yerdeki hedefli dezenformasyon ve karalama kampanyaları sonucunda seçmende yükselen öfke, bu olumlu gelişmeyi gölgede bıraktı.
Kısacası zihinleri meşgul eden temel soru şu oldu: Avrupa Parlamentosu ne kadar sağa kayıyor?
Avrupa Parlamentosu giderek sağa kayıyor
Bu sorunun cevabı oldukça açık: Önceki parlamento dağılımında sahip olunan kapasite ile karşılaştırma yapıldığında, sadece sağ cenahtaki siyasi gruplar kazanç elde etmiş görünüyor.[2]
Grupların nihai olarak belirlenmesine daha birkaç hafta olsa da, şu anki hesaplamalara göre muhafazakâr Avrupa Halk Partisi’nin (EPP) 186 sandalye (+10) ile en güçlü grup olduğu kesin. Aşırı sağcı Avrupa Muhafazakârlar ve Reformcular Partisi (ECR) ile Kimlik ve Demokrasi (ID), seçim öncesinde korkulduğu kadar olmasa da, sırasıyla 73 (+4) ve 58 sandalye (+9) kazandı. Bu iki grubun varlıklarını mevcut halleriyle mi sürdüreceği, yoksa örneğin şu anda herhangi bir gruba bağlı olmayan Macar Fidesz partisi temsilcileriyle birleşerek genişlemeye devam mı edeceği, yahut yeni birleşik bir aşırı sağ parlamento grubu mu kurulacağı hususu belirsiz.
Kalan tüm gruplar parlamentoda sandalye kaybetmiş durumda. Sosyalistler ve Demokratlar İlerici İttifakı (S&D) grubu 135 sandalye (-4) ile konumunu büyük ölçüde korurken, Liberaller (Renew (Avrupa’yı Yenile)) ve Yeşiller/EFA (Yeşiller/Avrupa Özgür İttifakı) sırasıyla 79 (-23) ve 53 (-18) sandalye alarak ağır kayıp yaşadı. Avrupa Parlamentosundaki Sol Grup (GUE/NGL) ise 36 sandalyeyle (-1) sabit kaldı. Yeni kurulan Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW), Slovak SMER-SSD ve İtalyan Movimento 5 Stelle (Beş Yıldız Hareketi) gibi sol milliyetçi partilerin bir araya gelerek yeni bir grup oluşturup oluşturmayacağı tartışmalı, zira AP’de grup oluşturabilmek için üye devletlerin en az dörtte birinden en az 23 milletvekilinin güçlerini birleştirmesi gerekiyor.
Bir önceki parlamentoda herhangi bir siyasi grupla bağlantısı bulunmayan toplam 62 milletvekili vardı. Şu anda, aynı durumda 45 milletvekili var. Yanı sıra eski parlamentoda bir siyasi gruba mensup olmayan yeni 55 milletvekili söz konusu. Bir grupla bağlantısı olmayanların çoğu aşırı sağcı ECR veya ID’ye yakın.
Avrupa seçimleri günün sonunda ulusal düzeydeki eğilimleri yansıttığı için bu sonuçlar şaşırtıcı değil. Sağ popülist partiler son birkaç yıldır AB’nin dört bir yanında önemli kazanımlar elde ediyor. Aşırı sağcı partilerin yönetimde yer alması AB zirvesindeki oy oranlarını da etkileyeceğinden, yeni Avrupa Komisyonu’nun yapısı ve gündemi açısından esaslı sorunlar ortaya çıkacaktır. Son yasama döneminde Avrupa Parlamentosu bu bakımdan yatıştırıcı ve onarıcı bir rol oynamıştı.
Macaristan’da Başbakan Viktor Orbán 2010 yılından beri koltuğunu istikrarla koruyor ve göreve geldiğinden beri “liberal olmayan bir demokrasi” projesi üzerinde çalışıyor. Macaristan’da yapılan seçimler özgür olsa da, epeydir adil olmadığı aşikâr. Bu bağlamda, Fidesz-KDNP parti ittifakının yüzde 44,8 ile neredeyse sekiz puanlık bir kayıp yaşaması şaşırtıcı; eski Fidesz üyesi Péter Magyar ve daha birkaç ay önce kurduğu TISZA partisi (EPP) ise girdiği ilk seçimde neredeyse yüzde 30 oy aldı.
İtalya, Hollanda ve Slovakya gibi ülkelerde de aşırı sağ partiler son yıllarda hükümet koalisyonlarına girmeyi başarırken, İsveç’teki azınlık hükümeti de İsveç Demokratları tarafından destekleniyor. Geert Wilders ve onun önderliğindeki Özgürlük Partisi (PVV; ID grubu) Hollanda’da 2023 yılında yapılan son milletvekili seçimlerinden en güçlü parti olarak çıktı. Her ne kadar Avrupa Birliği seçimlerinde kırmızı-yeşil liste (GroenLinks-PvdA (Yeşil Sol-İşçi Partisi); Yeşiller/Avrupa Özgür İttifakı ve S&D grupları) Wilders’in önüne geçerek büyük bir başarıya imza atmış olsa da, bu sonuç PVV’nin altı sandalye (+6) ile Hollanda’da bir önceki seçimlere kıyasla en fazla kazanım elde eden parti olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Aynı zamanda Avrupa Muhafazakârlar ve Reformcular Partisi (ECR) lideri olan İtalya Başbakanı Giorgia Meloni yaklaşık iki yıldır aşırı sağcı bir ittifakla hükümeti yönetiyor. Meloni’nin aşırı sağda yer alan partisi Fratelli d’Italia’ya (İtalya’nın Kardeşleri; ECR grubu) ılımlı bir imaj kazandırma çabalarının AB kurumlarında giderek daha fazla karşılık bulduğu görülüyor. Bu parti kazandığı 24 sandalyeyle, 30 sandalyeye sahip Fransız aşırı sağcı Rassemblement National (Ulusal Birlik (RN)) ve 29 sandalyeye sahip Alman CDU/CSU’nun (Hristiyan Demokrat Birliği/Hristiyan Sosyal Birliği) ardından AP’deki üçüncü büyük ulusal delegasyon haline geldi.
Sağa kayışın siyasette yarattığı artçı şoklar
Seçim sonuçlarında sağa kayma eğilimi, bilhassa aşırı şekilde gözlendiği ülkeler açısından siyaset sahnesinde artçı sarsıntılar yarattı.
AB seçimleriyle aynı anda yeni federal parlamento ve bölgesel meclis seçimlerinin yapıldığı Belçika’da, liberallerin sergilediği kötü performans ve aşırı sağ partilerin kazandığı başarı neticesinde Belçika Başbakanı Alexander De Croo istifa etti. Fransa’da ise Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, yüzde 31,4 ile onu iktidarda tutan ittifakın aldığı oyların iki katını almış olan Ulusal Birlik (RN) partisinin seçim zaferinin ardından meclisi feshetti ve 30 Haziran ve 7 Temmuz tarihlerinde erken seçime gidileceğini duyurdu.
Karar sadece Fransa’da değil, tüm dünyada şaşkınlık yarattı. Macron’un bu kararı danışarak almadığı anlaşılan ittifak ortaklarının ardında çoğunluğu birleştirmeyi başarıp başaramayacağı son derece şüpheli ve dolayısıyla durum oldukça belirsiz. Fakat Macron’un solda ve sağda oluşan iki ittifak arasında ezilme ihtimali belirdiği için büyük oynamaya karar verdiği anlaşılıyor. Bu kararın AB açısından da tehlike oluşturabilecek ulusal bir siyasi krizi kızıştırma riski taşıdığını belirtmek gerek.
Almanya’ya baktığımızda da, Almanya için Alternatif (AfD) partisinin, AP için gösterdiği baş adayı Maximilian Krah hakkında çıkan rüşvet söylentileri ve Rusya’dan ödeme aldığı iddiaları nedeniyle açılan iki ön soruşturmaya rağmen yüzde 15,9 ile SPD (Sosyal Demokrat Parti) ve Yeşillerin önüne geçerek ikinci olduğunu görüyoruz.
Özellikle Fransa ve Almanya’nın doğu eyaletleri açısından değerlendirildiğinde, aşırı sağcıların en güçlü odak haline geldiğini belirtmek gerek. Fransa ve Almanya’nın AB’de oynadığı rolün önemi göz önüne alınacak olursa, Emmanuel Macron’un ve Alman koalisyon hükümetinin Avrupa’daki seçimden bu kadar zayıflayarak çıkması, seçim sonuçlarının en kasvetli yanlarından birini oluşturuyor.
Yeşiller bazı ağır kayıplar verse de, yeni kazanımlar elde etti
Seçim sonuçları Yeşiller/EFA açısından hayli can sıkıcı oldu. 2019 seçimlerinde Avrupa Parlamentosunda en büyük dördüncü grup olmuşken, şimdi aşırı sağcı grupların arkasında kalarak altıncı sıraya gerilediler. Kaybedilen 18 sandalyenin dokuzunu Alman Yeşiller, yedisini Fransız Yeşiller kaybetti. Hepsinden önemlisi, Yeşiller geleneksel olarak güçlü oldukları kalelerde ve şu anda hükümette yer aldıkları ülkelerde kayıp verdiler. Almanya açısından ilk bakışta, başta genç seçmenler olmak üzere kendi potansiyel seçmen tabanlarını harekete geçirmekte oldukça zorlandıkları görülüyor.
Öte yandan, Avrupa’nın orta ve doğusunda yer alan bazı üye devletlerde Yeşillerin ilk seçim başarısı kutlanıyor. AP’ye Slovenya, Hırvatistan ve Letonya’dan yeni Yeşil milletvekilleri katılacak. Ayrıca Hollanda, İtalya ve İspanya’da daha geniş sol ittifaklar içerisinde başarıya ulaştıkları, Kuzey Avrupa’da da kazanım elde ettikleri (Danimarka) ya da kayıplarının büyük olmadığı (Finlandiya ve İsveç) söylenebilir. Ancak Yeşiller grubundaki ağır sandalye kaybı ve Fransa ve Almanya delegasyonlarının zayıflamış olması geniş kapsamlı etkiler doğuracaktır; buna grubun önümüzdeki dönemde yapacağı çalışmalar için ihtiyaç duyduğu kaynaklar da dahil.
Çoğunlukları daha sıkı organize etmek gerek
AP uzunca bir süredir Avrupa Halk Partisi (EPP) ile Sosyalistler ve Demokratlar İlerici İttifakının (S&D) oluşturduğu büyük bir koalisyon çoğunluğuna dayanıyordu. Ne var ki bu koalisyon son yasama döneminde çatlamaya başladı ve çoğunluğu elde etmek için Liberallerin (Renew) oylarına muhtaç hale geldi. Bu koalisyonun dışında da bazı oylamalarda Yeşiller ile alternatif çoğunluklar oluşturuldu.
Sayısal olarak bakıldığında EPP, S&D ve Liberaller, AP içerisinde hâlâ çoğunluğu (toplam 720 sandalyeden 400’ü) elinde bulunduruyor. Bu sayı Yeşiller/EFA ile birlikte daha da yükselip 453 sandalyeye ulaşıyor. Dolayısıyla hâlâ Avrupa yanlısı demokratik bir çoğunluktan söz edilebilirse de, çok daha küçük ve çok daha kırılgan.
Parlamento grupları içerisinde yer alan partiler çok çeşitli olduğu için oylamalarda grup içerisinde de muhalefet yaşanabildiğinden, önümüzdeki dönemde istikrarlı ve güvenilir çoğunlukların nasıl organize edilebileceği sorusu ortaya çıkıyor. Bu belirsizlik sadece temel politika konularında adım atma becerisini sorgulanır hale getirmekle kalmayıp, Orbán ve Meloni gibi Avrupa Birliği zirvesinin liberalizm karşıtı ve milliyetçi üyelerine karşı güvenilir bir denge unsuru olarak AP’nin oynadığı rolü de tehlikeye atıyor.
Yeşiller/EFA’nın da desteğini alan Avrupa yanlısı demokratik bir ittifak, siyasi istikrar açısından ve Avrupa Parlamentosu’nun geleceği şekillendirme becerisi bakımından olduğu kadar, siyasi gruplar arasında sıkı bir işbirliği sergilenmesi noktasında da önem taşıyacaktır. Ancak Ursula von der Leyen seçim kampanyası sırasında, Fratelli d’Italia’nın yanı sıra Polonyalı PiS’i (Hukuk ve Adalet Partisi) de bünyesinde barındıran Avrupa Muhafazakârlar ve Reformcular Partisi (ECR) ile işbirliği ihtimaline kapı aralamıştı. Buradan da anlaşıldığı üzere, Avrupa Halk Partisi (EPP) şu anda ECR de dahil olmak üzere değişen çoğunluklarla birlikte faaliyet yürüteceği bir senaryoya yöneliyor.
Fakat seçimin hemen ardından S&D, Renew ve Yeşiller/EFA liderleri, kendileriyle ittifak yapılabilmesi için, ECR ile işbirliği seçeneğinin saf dışı bırakılmasını açık olarak şart koştular. Zira bu gruplar, Avrupa Parlamentosu’nda gelecekte ECR ile ittifak yapılarak bir çoğunluk elde edilmesinin, son yıllarda inşa edilen Avrupa politikası çerçevelerinden sapmak anlamına geleceğini düşünüyorlar.
Bir turnusol kâğıdı olarak Avrupa Yeşil Mutabakatı
Aralık 2019’da, o zaman yeni seçilmiş olan Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, iklim hareketinin de yarattığı rüzgârla, modern, kaynak verimliliği yüksek ve rekabetçi bir ekonomiye geçiş için gerekli koşulların yaratılmasını amaçlayan Avrupa Yeşil Mutabakatını Avrupa açısından çığır açıcı bir sayfa olarak duyurmuştu.
Tabii pandemiden ve Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik geniş çaplı işgalinden önceydi bu. Hızla ortaya çıkan kriz, çatışma ve savaş ortamında, gerekli değişim süreçlerine karşı direnen güçlerin sayısı da arttı. Karmaşık nitelikte pek çok siyasi inisiyatif gerektiren böylesi bir paketi çığır açıcı bir sayfa olarak müjdelemenin ne denli isabetli olduğu tartışılabilir.
Ancak gerçek şu ki, halihazırda çığır açmanın çok uzağındayız. Yeşil Mutabakat cazibesini yitiriyor. AB’yi rekabetçi hale getirmek ve 2050 yılına kadar iklim-nötr olma taahhüdünü gerçekleştirmek için önümüzdeki yıllarda uyulması ve üzerinde yeniden düzenleme yapılması gereken pek çok önemli tedbirin uygulamaya konulduğuna şüphe yok. Fakat Avrupa Parlamentosunda EPP, ECR ve Renew cephelerinden yükselen sesler bu konuda bir duraklamaya ihtiyaç olduğunu söylüyor.
EPP, Avrupa Yeşil Mutabakatının yeniden uyumlandırılmasını isterken, çevre politikası tedbirlerinin Avrupa’da yatırım açığına neden olabileceği konusunda uyarıda bulunuyor. Bir yandan Yeşiller/EFA gibi endüstrinin yeniden yapılandırılması için bir Endüstri Planı oluşturulması çağrısında bulunsa da, Yeşiller/EFA’dan farklı olarak bunu Yeşil Mutabakata ek şekilde değil, ona alternatif olarak talep ediyor. Son aylarda EPP ve ECR, Avrupa Yeşil Mutabakatının hedeflerinin uygulanmasına yönelik tedbirlerin kabulünü birçok noktada engelleyerek, sündürerek veya geciktirerek sürdürülebilir bir ekonomiye geçiş ve istihdam yaratma çabalarını baltaladı. Üstelik bunu küresel rekabetin arttığı, ABD ve Çin’in yeşil teknolojilere büyük yatırımlar aktardığı bir dönemde yaptılar.
Avrupa Yeşil Mutabakatının uygulamaya geçirilmesinin yavaşlatılması yahut ECR’nin seçim programında talep ettiği gibi mutabakat hedeflerinin gözden geçirilmesi son derece tehlikeli bir karar olur. Ursula von der Leyen yeniden seçilir ve bir önceki yasama döneminde savunduğu projesini muteber bir şekilde sürdürmek isterse, nihayetinde Yeşiller/EFA’nın desteğine muhtaç olacak. Bu noktada esasen, EPP ve Renew’un kararlı bir mutabakat sürdürmeyi ne kadar ciddiyetle istediğini sorgulamak gerekecek.
Şimdi reform ve genişleme için ne gerekiyor?
Avrupa Parlamentosu’nda yeni oluşacak çoğunluğun odaklanması gereken ikinci önemli konu AB’nin genişleme ve komşuluk politikası olacak. 2019 yılından bakıldığında kimse bu alanda birkaç yılda böylesi yoğun bir dinamik oluşmasını beklemiyordu. Orta ve doğu Avrupa’daki üye devletlerin Vladimir Putin’in yayılmacı politikalarıyla ilgili uyarıları, Angela Merkel yönetimindeki Alman federal hükümetleri başta olmak üzere Batı Avrupa’da pek dikkate alınmamıştı. Ne var ki Rusya’nın, sadece Ukrayna’yı egemen bir devlet olarak haritadan silmekle kalmayıp AB’yi de istikrarsızlaştırma arzusuyla yürüttüğü neoemperyalist saldırı savaşı, 2022’den beri şiddetlenmiş durumda. Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı savaş, AB’nin genişlemesinin jeopolitik bir gereklilik olduğunu iki yılı aşkın bir süredir acı şekilde hatırlatıyor.
Dahası da var: Genişleme, AB’nin geleceği açısından bir fırsat da oluşturuyor. Ancak gelecekte yaşanacak genişlemeler birtakım köklü reformlarla birlikte gerçekleştirilmediği müddetçe AB’nin güçlenmesine katkı sağlamayacak.
Reform ve genişlemenin nasıl başarılı olabileceği ve AB’nin nasıl daha etkin hale gelebileceği sorularına yanıt olarak Heinrich Böll Vakfı, başarılı bir reform süreci potansiyelini ve Almanya’nın belirli bazı politika alanlarında oynayabileceği önemli rolü ortaya koyan siyasi tavsiyeler sunuyor. Reform ve genişleme gündeminin önümüzdeki yıllarda AB kurumları tarafından daha ileriye taşınması şart. Ancak bunun için EPP, S&D, Renew ve Yeşiller/EFA’nın birlikte hareket etmesi gerekiyor. Zira parlamentodaki antidemokratik güçler, AB’nin genişlemesini AB’nin hareket becerisini artıracak köklü reformlarla birleştirme niyetinde.
Avrupa yanlısı demokratik güçler sorumluluk alarak koalisyon kurmalı
Eski Çek Cumhurbaşkanı Václav Havel’in şu zekice tespiti günümüzde daha da geçerli: “Demokrasinin tabiatında bir dezavantaj var; ona dürüstçe saygı gösterenlerin elini kolunu bağlarken, itibar etmeyenlerin neredeyse her şeyi yapmasına izin veriyor.”
Önümüzdeki yasama döneminde demokrasiye saygı gösterenlerin, demokrasiye itibar etmeyen kesime karşı kırmızı çizgiler çekmesi gerekecek. Anti-demokratik güçlere boyun eğip safça el uzatmak ve böylece onları makbul kılmak, AB’ye daha fazla hareket becerisi katmak şöyle dursun, onu daha kırılgan ve savunmasız hale getirecek. Sağ popülistlerin yaktığı ateşi söndürmemek, yahut daha da kötüsü, bu ateşe körükle gitmek demokrasiyi korumaya yönelik bir siyasi strateji değil, demokratik toplumlar açısından ağır sonuçlar doğuracak bir iflas bayrağı olacak.
Avrupa yanlısı demokratik güçler durumun ciddiyetini fark etmeli ve soğukkanlılık içerisinde beraber hareket ederek bu yangını söndürmeyi başarmalı. Siyaseti şekillendirme iddiasıyla ittifaklar kurmalı ve seçim kampanyaları dışında da yurttaşlarla gerilimi azaltan, şeffaf ve güvenilir iletişim yollarına yatırım yapmalılar. Bilhassa aşırı sağ partilere gitgide daha fazla, endişe verecek derecede yönelen ülkelerdeki genç seçmenlere odaklanılması gerekiyor. Almanya’da 16-24 yaş arası gençlerin yüzde 16’sı AfD’ye oy verdi; bu oran 2019’a göre 11 puan daha fazla.
Yeşiller ise aynı yaş grubunda yüzde 23 oy kaybederek yüzde 11’i geçemedi. Fransa’da Ulusal Birlik (RN), 18-34 yaş arası seçmenler arasında en fazla oyu alarak (yüzde 32) aşırı sol parti La France Insoumise’in (yüzde 20) epey önüne geçti. Polonya’da Başbakan Donald Tusk’ın Sivil Platform partisinin (18’i EPP’ye mensup olmak üzere toplam 21 sandalye) AB seçimlerini PiS’in (ECR; 20 sandalye) önünde bitirmesi sevindirici, fakat aşırı sağcı Konfederacja’nın yüzde 12 oyla altı sandalye alarak ilk kez AP’ye girdiğini unutmamak lazım. Ülkede 18-29 yaş arası gençlerin yüzde 30’unun oyunu alan Konfederacja genç seçmenler açısından en güçlü parti.
Pek çok AB üye devletinde gözlenen bu sağa kayış, kısa vadeli bir manzara gibi değerlendirilmemeli. Bu eğilimi durdurmak gerek ve bu gereklilik AB seçimlerinden çok öncesinde baş göstermişti.
Elbette bu konuda çağrıda bulunulması gereken kesim siyasi partilerden ibaret değil; seçim sonuçları demokrasiye bağlılık hisseden tüm kişi ve kuruluşlara yönelik bir çağrı niteliğinde. Hele ki Alman Federal Meclisi ve Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin AP’nin yeni yasama dönemi içerisinde yapılacağı düşünülecek olursa, AB seçim sonuçları ışığında bu vazifenin üstlenilmesi daha da elzem.
Avrupa Parlamentosu’nda demokratik ve Avrupa yanlısı güçlerden oluşan sorumlu bir koalisyona ihtiyaç var. Bu koalisyon, demokratik şekilde örgütlenmiş bir birliğin gelecekteki hareket becerisini güvence altına almak amacıyla, tüm politika alanlarında yapılması gereken reformlarla paralel seyreden bir genişlemeyi desteklemek zorunda.
Bu bağlamda, zor zamanlarda bile birbirimizi dinleme ve yapıcı uzlaşmalara varmak için birbirimizle saygı çerçevesinde tartışma becerisi ve istekliliğini sergilemek büyük önem taşıyor.
Geçmişe baktığımızda, Avrupa Parlamentosunu pek çok zaman tarafsız müzakerelerin yapıldığı, parti çizgileri ve ulusal sınırlar ötesinde uzlaşmaların sağlandığı bir yer olarak görüyoruz. Bunu muhafaza etmemiz şart.
Avrupa demokrasisi söyleminin dayandığı zemini, çantada keklik görerek kıymetini bilmemek safdillik olacaktır.
[1] AB genelinde seçime katılım oranı yüzde 51’e (2019’da yüzde 50,66) ulaşırken, en yüksek katılım oranları Belçika (yüzde 89,8) ve Lüksemburg’da (yüzde 82,3), en düşük oranlar ise Hırvatistan (yüzde 21,3) ve Litvanya’da (yüzde 28,4) kaydedildi. Almanya’da oy kullanma hakkına sahip seçmenin yüzde 64,8’i sandığa gitti.
[2] Kazanç ve kayıplara ilişkin tüm karşılaştırmalar, siyasi gruplara ve bir önceki Avrupa Parlamentosu dağılımına atfen yapılmaktadır. Bu kaydın düşülmesi önem arz etmektedir, zira 2019 yılında yapılan son seçim Brexit’ten önce gerçekleştirilmişti. Brexit’ten sonra Avrupa Parlamentosundaki sandalye sayısı 751’den 705’e düşmüştü. Yeni seçilen Avrupa Parlamentosunda ise 720 milletvekili olacak. Tüm veriler Avrupa Parlamentosunun web sitesinden ve Politico’dan alınmıştır (Son güncelleme tarihi: 11 Haziran 2024).
Bu makale ilk olarak şurada yayınlanmıştır: eu.boell.org