“Kadın, Yaşam, Özgürlük”: İran’a yönelik Alman feminist dış politikası

Analiz

İran’da, feminist dış politika, hem sivil nüfusun acısını hafifletmek için kısa vadeli müdahaleler, hem de devletin kendi vatandaşlarına yönelik yapısal şiddetiyle başa çıkmak üzere uzun vadeli bir yaklaşım gerektiriyor. Ayrıca baskıcı bağlamlarda çoğulcu ve demokratik sivil toplumun nasıl destekleneceğine dair daha temel bir soruya da yanıt vermesi gerekiyor.

16 Eylül 2022'de 22 yaşındaki Mahsa Jina Amini’nin polis nezaretinde ölümüyle ateşlenen feminist bir devrim İran’ı etkisi altına aldı. Her kesimden İranlı, kadınların kurumsallaşmış bir baskının altına alınması ve kadın ve insan haklarının sistematik ihlalleri üzerine kurulu bir rejimi üç aydır protesto ediyor. İsyan devam ettiği sürece, rejimin daha güçlü, muhtemelen askerî bir tepki vermesi daha da olası görünüyor. 8 Aralık’taki protestolarla ilgili ilk infazlar ve Irak Kürt bölgesine yönelik tekrarlanan askeri saldırılar, içeride ve dışarıda şiddet sarmalının tırmanma potansiyelini artırdı. Bu da nihai sonucu tamamen belirsiz bırakıyor ve uluslararası düzeyde tepki verme gerekliliğini her zamankinden acil hale getiriyor.

AB üyesi ülkeler arasında Almanya, İran’la kurduğu geleneksel olarak dengeli ilişkiler kadar, hükümetin ilan ettiği feminist dış politika anlayışı nedeniyle de harekete geçmesi için özel bir baskı altında. Bununla birlikte, feminist yaklaşım (yalnızca) İran’daki isyana kadınlar öncülük ettiğinden değil, tam da isyanı yönlendiren toplumsal ve politik karmaşıklıklara odaklandığı için yerinde bir yaklaşım. Aslında feminist dış politika, hem sivil nüfusun acısını hafifletmek amacıyla kısa vadeli müdahaleler, hem de devletin kendi vatandaşlarına yönelik yapısal şiddetiyle başa çıkmak adına uzun vadeli bir yaklaşım gerektiriyor. Sonuç olarak herhangi bir feminist politikanın, baskıcı bağlamlarda çoğulcu ve demokratik sivil toplumun nasıl destekleneceğine dair daha temel bir soruya da yanıt vermesi gerekiyor.

İran’a yönelik feminist dış politikanın kilit yönlerine odaklanan bu makale, yaşanan insan hakları krizinin aciliyetine olduğu kadar uzun vadede öncelikleri değiştirme ihtiyacına da yanıt veriyor. Feminist yaklaşımı hükümet düzeyinde hayata geçirilecek eylemlere tercüme eden analiz, Almanya’nın yeni bir ulusal güvenlik stratejisi geliştirmesini de içeren, genel bir feminist dış politika tanımına da katkıda bulunuyor.

Almanya’nın feminist dış politikası ve İran bağlamında ne anlama geldiği üzerine…

Feminist dış politika, insan güvenliğine, insan haklarına ve yapısal eşitsizliklerin hem cinsiyetler arasındaki hem de bunu aşan çatışmaların itici güçleri olarak değerlendirilmesine odaklanır. Alman hükümeti Aralık 2021’de göreve geldiğinde böylesi geniş bir anlayıştan hareketle, feminist bir dış politika taahhüt etti ve şu anda bu yaklaşımı dış politikası kadar, güvenlik ve kalkınma politikasına da dönüştürme sürecinde… Ülkenin ilk ulusal güvenlik stratejisi 2023’ün başlarında sunulacak ve aynı yılın mart ayında bunu dış politikaya yönelik özel feminist yönergeler takip edecek.

Somut olarak, Dışişleri Bakanlığı haklar (rights), kaynaklar(resources), temsil ve çeşitlilikten (representation+diversity) oluşan “3R+D” yaklaşımını benimsedi. Bunun altında yatan fikir, konu ister hakların hayata geçirilmesi ve temsil sorunları; ister kaynakların dağıtımı ve kaynaklara erişim olsun, karar alma prosedürleri ne kadar çeşitli ve kapsayıcı olursa, alınan kararlar da alışılmış kör noktalardan uzak olacakları için, bu kararların o kadar sürdürülebilir hale geleceğidir. Çeşitliliğe yapılan vurgu ise, İran örneğinde “hem kadın hem Kürt” veya “hem genç hem transgender” durumlarında olduğu gibi, kesişimselliği veya çoklu ayrımcılık biçimlerinin içerilmesini ima eder. Bu sayede feminist yaklaşım yapısal güç dengesizliklerinden kaynaklanan dışlanma kalıplarını ortaya çıkarır.

Dışişleri Bakanlığı, bir yandan feminist dış politikasını uygulamak amacıyla yönergeler üzerinde çalışırken, bir yandan da hükümet acil ve anlamlı bir eylemde bulunmayı gerektiren bir gerçeklikle karşı karşıya… İran rejiminin bitmek bilmeyen vahşeti göz önüne alındığında, feminist yaklaşımın her şeyden önce, protestocuların (an meselesi olan) infazının ve göstericilere yönelik muazzam şiddetin yanı sıra protestocuların, kadınların, insan hakları savunucularının, sivil toplum aktivistlerinin ve gazetecilerin keyfi olarak tutuklanması da dahil olmak üzere çocuk, kadın ve insan haklarının son derece ağır ihlallerine yanıt vermesi gerekiyor. Feminist yaklaşıma uygun olarak verilecek herhangi bir yanıt, Kürt veya Beluci azınlıkları, Bahailer, Afgan mülteciler veya reşit olmayanlar gibi hangi ötekileştirilmiş grupların özellikle saldırıya uğradığını dikkate almalıdır.

Hem Alman hükümeti hem de Alman Federal Meclisi, İran’daki duruma ilişkin feminist bakış açısıyla uyumlu bir dizi acil eylemin ana hatlarını çizdi. Bunlar, sorumluların hesap vermesini sağlamak için kadın ve insan haklarına yönelik büyük çaplı ihlalleri belgeleme ve doğrulama çabalarının yanı sıra dijital hakları, kadın ve insan hakları savunucularını korumayı da içeriyor. Almanya, İzlanda’yla birlikte Kasım 2022’de BM İnsan Hakları Konseyi’ne, İran rejimi tarafından işlenen suçları soruşturmak üzere uluslararası bir komisyon görevlendirilmesini isteyen bir karar önergesi sundu; hesap verme sorumluluğu üzerine atılmış bir ilk adım ama çok da önemli bir adım.

Dolayısıyla siyasi karar vericiler, dünyanın dikkatinin isyandan uzaklaşmasına izin vermeden, halihazırda alınmış olan önlemlerin etkili bir biçimde ve zamanında uygulanması için baskı yapmalılar. Bununla beraber yurttaşlık bilincine sahip protestocuların taleplerini hayata geçirebilmeleri için desteklemeye devam etmek, infazları durdurmak adına belli başlı insan hakları taleplerinde bulunmak, İran içinde ve dışında kadın ve insan hakları savunucularının korunmasını kolaylaştırmak ve kadın ve insan hakları kuruluşlarına sağlanan acil durum fonlarını artırmak üzere sahadaki potansiyel değişikliklere iyi ya da kötü uyum sağlamaları gerekiyor. Aşağıdaki üç temel feminist konu, İran’a yönelik olmasına karşın, onun da ötesine giderek, bu tür bir dış politika formülasyonuna rehberlik edebilir. Açıkçası bu da uzun vadeli değişimi hayata geçirmek üzere genişletilmiş bir güvenlik anlayışını entegre etmeyi, ikilemlerle yüzleşmeyi ve bunlarla kapsamlı bir şekilde başa çıkmayı ve son olarak gerçekçi, tutarlı ve inandırıcı olmayı gerektirir.

İran’a yönelik feminist yaklaşımın zorlukları ve potansiyeli

  1. Büyük resmi görmek

Feminist dış politika, çatışma ve şiddetin temel nedenlerine eğilir ve gerçekliğin karmaşıklığını kabul eden daha kapsamlı bir güvenlik yaklaşımı geliştirmeye çalışır. Böylelikle devletin insan güvenliği veya feminist güvenlik önceliklerini eleştirel bir şekilde ele alıp farklı sesleri sürece katarak uzun vadede, (dış) politika oluşturma ve düşünme biçimlerini değiştirmeyi amaçlar. Bu feminist güvenlik anlayışı, Almanya’nın beyan ettiği “Zeitenwende”nin yanı sıra ulusal güvenlik stratejisi oluşturma çalışmalarına dayalı dış politika ve güvenlik politikasını stratejik bir yeniden değerlendirme sürecine dahil etmesi gereken temel bir paradigmadır.

İran’la ilgili olaraksa uzun süredir varlığını sürdüren otokratik ve baskıcı bir rejimin uyguladığı baskılara hızlı bir yanıt üretmediği veya AB ve Almanya’nın ağırlıklı olarak nükleer dosyaya odaklandığı uzun yılların ardından yeni bir politika geliştirmediği için feminist dış politikayı suçlamak dar görüşlülüktür. Ayrıca feminist yaklaşımın İran’daki kadınların işine yaramadığı yönünde bugünlerde sık duyulan bir eleştiri, içerde feminist değerlere karşı çıkan aktörlerden geliyorsa amaçlanan etkiyi yaratmamaktadır. Feminist dış politika evde başlar; bu, kendi toplumunda kadınların, bedensel özerklik de dahil olmak üzere eşit haklardan etkin biçimde yararlanmasını reddederken, dünyanın başka bir yerinde kadınların baskı görmesiyle ilgili ahkam kesmenin meşru olmadığı anlamına gelir.

Feminist dış politikanın “kolay” bir çözüm olmadığı gerçeği, kavramsal bir zayıflığın değil, bu politikanın içinde uygulanacağı sistemin kusurlu olduğunun bir işaretidir. Aynı zamanda gerçek dünya ikilemlerine kayıtsız, “mükemmel” bir yaklaşım değil, bunlarla daha dürüst bir hesaplaşmayı talep eden bir yaklaşımdır.

  1. Süregelen ikilemleri kabul etmek

Feminist dış politika, (askerî) bir hakimiyet yaklaşımına sahip devletlerin uyguladığı veya uygulaması için geliştirilen dar kapsamlı bir güvenlik anlayışından kaynaklanan ikilemleri çözdüğünü iddia etmez. Bunun yerine olaylara etraflıca bakarak, sonrasında belli amaçlar doğrultusunda hareket etmek ve mevcut ve yeni geliştirilen araçları hedefe uygun bir şekilde kullanmak üzere odağını geniş tutar. İran örneğinde bu, bir yandan insan haklarını temel alan bir yaklaşımı desteklerken, aynı zamanda örneğin nükleer silahların yayılmasının insan güvenliğine yönelik varoluşsal bir tehdit olduğunu kabul etmek anlamına gelir.

Sokaklarda özgürlükleri ve onurları için savaşırken hayatlarını riske atan İranlılara acil destek vermek gerekliliği dikkate alındığında, sözde nükleer dosya özel bir ikilem oluşturuyor. Nükleer silahların yayılmasının önlenmesi, yani yakın bir nükleer tehdide maruz kalmamak bile başlı başına bir insan hakkıdır. Bu, yakın bir nükleer tehdidi ortadan kaldıran ve uluslararası nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini güçlendiren 2015 İran anlaşmasını feminist bir bakış açısından da önemli bir diplomatik dönüm noktası haline getiriyor. Yine bu sonuca ulaşmak adına uygulanan ve Amerika Birleşik Devletleri’nin olgusal ve tek taraflı olarak günümüze kadar uzattığı sektörel yaptırımlar, nüfusa ve özellikle sivil topluma doğrudan ve dolaylı olarak büyük zararlar vermiştir. Dahası, son on yılda dünyanın tek başına nükleer dosyasına odaklanması, insan haklarının geliştirilmesi ve sivil toplum desteğinin önemli yönlerinin göz ardı edilmesine yol açtı.

Ancak bazılarının talep ettiği gibi, isyana destek amacıyla nükleer müzakerelerin şimdi sona erdirilmesi büyük ölçüde sembolik olur ve insan haklarının sahadaki durumu üzerinde (olumlu) bir etkisi olmaz. Elimizde bir anlaşma sağlanamadığı takdirde nükleer tehditle nasıl başa çıkılacağına dair bir B Planı olmadan bunu yapmak, bölgesel bir askerî çatışmayı daha olası hale getireceğinden, daha kötü sonuçlara yol açabilir. Dolayısıyla müzakerelerin sonuçlandırılması da, Tahran’ın uluslararası alanda tanınmasını sağlayacak ve desteğe ihtiyacı olan protestocular yerine rejimi cesaretlendirecektir. Bununla birlikte şu anda herhangi bir uzlaşma düşünülemez, çünkü mevcut isyanın başlangıcından önce diplomatik çabalar durduğu gibi, İran son zamanlarda, örneğin uranyum zenginleştirmeyi herhangi bir sivil kullanımın çok ötesine çıkararak nükleer hamlesini de artırdı.

Bu ikilemin farkındaki feminist bir yaklaşım, tam da bu yüzden nükleer müzakerelerden vazgeçmeyi savunmaz. Bunun yerine insan hakları ve insan güvenliği üzerindeki uzun vadeli etkilerin her tür diplomatik çabaya açıkça yedirilmesi gerektiğini öne sürer.

  1. Feminist anlamda gerçekçi olmak

Mevcut kriz münferit bir olay değil, İran siyasi sisteminin, uzun süredir kadın haklarını fermanlarla bastırmasının sonucu. İran yasaları kadınları ayrımcılığa veya fiziksel zarara karşı korumakta başarısız kalıyor, bu da yetmezmiş gibi kadınların eylemliliğini doğrudan sınırlayan çeşitli ayrımcı hükümler içeriyor. Kadınlara ve marjinal gruplara yönelik sistematik baskı üzerine inşa edilmiş bir sistem ne istikrarlı ne de güvenilir bir ortaktır çünkü toplumsal cinsiyet eşitliği bir devletin dahili ve harici barışçıllığının en güçlü göstergesidir. Aslında isyanın kendisi ve rejimin şiddetli tepkisi, kadın haklarının tartışıldığı, baskı altına alındığı ve ihlal edildiği yerlerde insan hakları, barış ve insanların can güvenliğinin de risk altında olduğunu bir kez daha vurguluyor.

İran kadar baskıcı ve yalıtılmış bir bağlamda politika oluşturmanın en büyük zorluğu, ülkedeki bilgi boşluğu ve insanların birbirinden kopukluğudur. Bu durum diplomatik temsil de dahil olmak üzere teması sürdürmeyi ve sivil toplum uzmanlığını bir kaynak olarak kabul etmeyi, İran halkının önceliklerine toplumsal cinsiyet bilinciyle odaklanmayı ve yapılandırılmış ve uzun vadeli bir değişime dayalı sivil toplumun içerilmesi için etkili bir mekanizma oluşturmayı daha da gerekli hale getirmektedir. İranlı diaspora grupları, ülkeye bir kanal görevi gördüğü kadar bilgi sağlayarak da önemli bir rol oynayabilir. Bununla birlikte farklı ilgi alanları ve güçlü kişiselleştirme eğilimleri, olumlu ya da olumsuz, farklılaştırılmış bir yaklaşıma ihtiyaç duyulduğuna işaret ediyor.

Hem insan haklarına ilişkin raporlar da dahil olmak üzere siyasi raporlama, hem de örneğin vize ve iltica konularını kolaylaştırmak için konsolosluk hizmetleri vermek üzere devam eden bilgi kıtlığı ülke içinde diplomatik bir temsilciliğe sahip olmanın öneminin altını çiziyor. Nükleer anlaşmada olduğu gibi, üye devletlerin Tahran’daki ilgili büyükelçiliklerini kapatması, rejime başkaldıranlara pek yardımcı olmayacaktır (her şey bir yana AB’nin bir delegasyonu bile yoktur). Rejime başkaldıranları daha da yalıtmak, yalnızca onların gücünden değil, aynı zamanda hayatta kalmalarından da korkan bir seçkinler grubunun hesabını tek başına değiştirmez. Buna karşılık diplomatik kanalların kesilmesi feminist fikirlere sahip bir hükümeti, bırakın sahadaki gerçek değişim fark edilebilir hale geldiğinde hızla harekete geçebilecek bir konumda olmasını, mesajını hedeflenen alıcıya iletme araçlarından bile mahrum bırakır.

Buna göre Alman hükümeti diaspora merkezli güvenilir sivil toplum örgütleriyle yakın işbirliği içinde, İranlı yetkililerden hesap sorabilmek için sayısız insan hakları ihlalinin belgelenmesini ve doğrulanmasını desteklemeli ve özellikle protestocuların kısa sürede infaz edilmesi söz konusu olduğunda özgül ve anlamlı insan hakları taleplerinde bulunmalıdır. Bugün halihazırda hedefli kısıtlayıcı önlemlerle bu birey ve kuruluşlar üzerindeki baskıyı artırmalıdır. Artan miktarda ve esnek finansman sağlamaktan bürokratik olmayan bir şekilde vize süreçlerini kolaylaştırmaya ve AB’de yaşama ve çalışma olanağına kadar uzanan yollarla kadın ve insan hakları savunucularını desteklemeli ve korumalıdır.

Önemli olan hükümetin, İran’da dijital hakları korumanın yanı sıra siyasi (kısıtlayıcı) önlemlerin sivil nüfus üzerindeki etkisini izlemeyi ve en aza indirmeyi amaçlaması gerekiyor. İran sivil toplumunun sağlayacağı geniş kapsamlı bir değişim, gelecekteki politikaların cinsiyete duyarlı önceliklerle uyumlu hale getirilmesine olanak sağlayacaktır. Sosyo-ekonomik durumun istikrarsızlığı ve “azami baskı”ya dayalı yaptırım rejiminin özellikle kadınlar ve savunmasız gruplar üzerindeki sert etkisi göz önüne alındığında, hedefe yönelik ve amaçlı bir yaklaşım can alıcı öneme sahiptir.

Otoriter bağlamlarda bu tür krizlere daha uzun vadeli yanıtlar vermek amacıyla hükümet, politika planlamasında stratejik öngörünün daha fazla kullanılması için mevcut durumdan edindiği bilgilerden yararlanmalıdır.

Alman dış politikasının tüm katmanlarında tutarlı bir insan hakları anlayışına dayalı yaklaşım

Son olarak, İran’a verilecek feminist bir tepki, ülkenin kendisine yönelik insan hakları temelli bir yaklaşım benimsemeyi gerektirdiği kadar, İran rejiminin tepkisi veya bir başkasının izlediği politikalar gibi dış yansımaları da dikkate alır. Örneğin isyanın yabancı bağlantıları olan sözde ilhakçı etnik azınlıklar tarafından yönlendirilen bir isyan olmakla kasıtlı olarak karalanması, şiddetin komşu ülkelere sıçrayacağı tehdidinde bulunuyor. Ancak Tahran’a bariz taktikleri nedeniyle hesap sormak yeterli değil, bunun yerine feminist fikirlere sahip bir hükümet, Irak, Türkiye ve Pakistan gibi komşu ülkelerle birlikte çalışarak kadın ve insan hakları savunucularının bu ülkelere sığınmasını kolaylaştıracaktır.

Aynı şekilde, bir ülkenin kendi politikaları söz konusu olduğunda tutarlılığı ve güvenilirliği çok önemlidir. Bu yaklaşım, şiddetli çatışmaları yönlendiren güç dinamiklerine odaklandığından, Almanya’nın dış politikasının insan güvenliğine, toplumsal cinsiyet eşitliğine ve genel olarak kadın ve insan haklarına öncelik verip vermediğine ve nasıl öncelik verdiğine eleştirel bir bakış atması gerekiyor. Bu durum yalnızca kadınların başını çektiği mevcut İran isyanı için değil, aynı zamanda Suudi Arabistan, diğer Körfez ülkeleri veya Mısır gibi komşu ülkeler için de geçerli ve BM’nin çok taraflı forumları kadar AB aracılığıyla koordineli bir yaklaşım geliştirilmesi gerekliliğine kadar uzanıyor. Küresel Güney ülkeleri de dahil olmak üzere uluslararası toplumu İran’a karşı sağlam ve değer temelli bir yaklaşımın arkasında birleştirmek, Batı’nın bu uluslararası kuruluşlardaki kalıcı güç dengesizliklerini dürüstlükle hesaba katmasını gerektiriyor.