Biden’ın iklim zirvesi, bir miktar itici güç sağladı, ancak gerçek bir ABD iklim liderliği söz konusu değil

Analiz

ABD, Biden’ın düzenlediği ve 40 ülkenin katıldığı iklim konulu iki günlük liderler zirvesiyle, uluslararası iklim diplomasisi sahnesine geri döndü. Bununla birlikte, video aracılığıyla katılan birkaç çekirdek ülkenin yeni iklim eylem planı için taahhütte bulunma konusundaki artan hevesin bağlayıcı bir tarzda uygulanıp uygulanamayacağı ucu açık bir soru olmaya devam ediyor ─sadece ABD için değil, aynı zamanda ABD için de. Bununla birlikte, Biden yönetiminin COP 26 (2021 BM İklim Değişikliği Konferansı) öncesinde uluslararası iklim finansmanında liderlik rolü üstlenmeye hazır olduğunu gösteren, o acilen ihtiyaç duyulan işaret fiilen eksikti.

Amerikalıların Paris Anlaşması’na geri dönmesi, zirve katılımcıları tarafından övgüyle karşılandı; tarihsel olarak en büyük yayıcı olan ve küresel CO2 emisyonlarının yüzde 15’ini yayan ABD’nin katılımı olmadan, Paris iklim hedeflerine ulaşmak neredeyse imkânsız. Bununla birlikte, Amerika’nın, yine sözünde durmayacağına dair özellikle gelişmekte olan ülkelerin taşıdığı şüpheleri ortadan kaldırmak için, 2050’de ulaşmış olması gereken iklim nötrlüğüne giden yoldaki en önemli dönüm noktası olan sera gazı emisyonlarını 2030’a kadar 2005’e kıyasla yüzde 50 ila 52 oranında azaltacağına dair (bu, 2015 tarihli ilk ulusal taahhütte, Obama yönetiminin taahhüt ettiği yıllık indirim oranına göre yüzde 30’luk bir artış demek) yeni bir taahhütte bulunmaktan fazlasını yapması gerekecek. 1990’ların başında Başkan Clinton döneminde Kyoto Protokolü’nün onaylanmaması ve Trump’ın 2017’de Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi, hem ABD’nin baskısı altında varılan uluslararası iklim anlaşmaları hem de bazı durumlarda diğer ülkelerin ABD’ye kapsamlı tavizler vermesi, yeni ABD yönetiminin iklim liderliği iddiasının üzerine koyu bir gölge düşürüyor; özellikle, Biden-Harris yönetiminin tek bir dönem sürmesi durumunda, dört yıl içinde ABD iklim eylem planı vaatlerinden  bir başka geri dönüş yaşanabileceğinden dolayı.

Yeni UBK özgün değil

Beyaz Saray 2024’ten sonra Demokratlarda kalsa bile, yeni ABD iklim hedefine ulaşılıp ulaşılamayacağı belli değil. BM iklim sözleşmesine yeni sunulan güncellenmiş ABD ulusal olarak belirlenmiş katkı payı (UBK), dokunaklı ve fazla uzun ama açık ve anlaşılır değil, elektrik enerjisi sektörünü 2035 yılına kadar tamamen karbondan arınmış hale getirme planlarını duyurmak dışında sektör-bazlı başka hiçbir taahhütte bulunmuyor. UBK bunun yerine, iklim meselelerinin entegrasyonunun ve anaakımlaştırılmasının tüm bakanlıkların ve devlet kurumlarının görevi olduğunu ilan eden Biden yönetiminde yekpare bir devlet yaklaşımı izleneceğine ve tüm ekonomiyi kapsayan planlı bir uygulamaya geçileceğine işaret ediyor ve bunu desteklemek için örneğin, 2022 mali yılı için Kongre’ye sunulan sözde “eli sıkı” başlangıç ​​bütçe teklifinde, halihazırda planlanmış harcama miktarlarına ilaveten zorunlu olmayan harcamalar için 14 milyar dolar ek finansman talep ediyor. ABD’nin UBK’yi hayata geçirip geçiremeyeceğine ilişkin uluslararası alanda varolan şüpheleri öngören Biden yönetimi, ABD’nin hedefine ulaşması için birden fazla stratejiye sahip olduğunu iddia ediyor. Bu stratejilerin ortak noktası, iyi ücretli, sendikalaşmış yerel istihdam yaratmak ve hava kirliliğini azaltacak girişimlerde bulunarak çevresel adaleti daha fazla desteklemek ve yatırımları genellikle marjinalize edilmiş ön saflardaki beyaz olmayan topluluklara yönlendirmek üzerinde toplanmaktadır.

ABD’nin emisyonu azaltma hedefi ne kadar gerçekçi?

Uzmanlar, ABD’nin iklim taahhüdünü yerine getirmesinin ne kadar gerçekçi olduğu konusunda hemfikir değiller. Bir kere, iklim yasasını Washington zirvesinden kısa bir süre önce kabul eden Avrupa Birliği’nin azaltma taahhütlerinin ve Büyük Britanya’nın iklim mevzuatının aksine, Biden yönetiminin koyduğu hedefler yasal olarak bağlayıcı değil. Demokratların kongrede çoğunluğu kıl payı farkla ele geçirmiş olması ve Cumhuriyetçilerin iklim sorunları konusunda harekete geçmeyi neredeyse patolojik bir şekilde reddetmesi göz önüne alındığında, Avrupalı ​​muadiline karşılık gelen bir ABD yasası da gelecekte olası görünmüyor. Başkan Biden’ın motorlu araçlar için yeni yakıt verimliliği yönergeleri belirlemek, federal topraklarda fosil yakıt çıkarılmasını azaltmak ya da şirketleri neden oldukları iklim risklerini şeffaf bir şekilde ifşa etmeye zorlamak için Sermaye Piyasası Kurumu düzenlemeleri getirmek gibi, halihazırda planlamakta olduğunu ilan ettiği türden tedbirleri başkanlık kararnamelerinde düzenlemek, bunların bir sonraki yönetim tarafından kolayca geri alınabilmesi anlamına gelir. Aynı zamanda, Kongre’nin Biden’ın yeni ABD iklim hedefi uygulama stratejisinin finansal ve politik temeli olan, 2 trilyon dolarlık iddialı altyapı planını, American Jobs Plan, kısmen veya tamamen onaylayıp onaylamayacağı hâlâ şüpheli; Cumhuriyetçilerden destek almaya çalışırken planın mali ve iklimsel ağırlığını kaybetmesi daha olası bir senaryodur.

Öte yandan, yalnızca eyalet düzeyinde ve yerel düzeyde uygulanacak bir iklim eylem planı, federal müdahale olmasa bile ABD emisyonlarını 2030 itibarıyla, 2005 seviyelerine kıyasla yüzde 37 azaltabilir, özellikle de yeni elektrikli araç satışında beklenen hızlı artış (on yılın sonunda tüm yeni kayıtların yarısına ulaşabilir) veya yeni rüzgâr ve güneş çiftliklerinin inşa edilme oranının üç katına çıkması gibi çok sayıda eğilim sayesinde neredeyse geri dönüşsüz bir azalma yaşanabilir. Biden’ın Özel İklim Elçisi John Kerry, ABD ekonomisinde halihazırda başlamış olan bu dönüşümü, ABD’nin UBK’yı hayata geçirmekte başarılı olacağının en iyi garantisi olarak görüyor.

Kolektif taahhütler iklim krizinin gidişatını değiştirmeye yetecek mi?

Peki, ABD ekonomisinin 2050 itibarıyla ulaşmış olması gereken iklim nötrlüğüne giden yolda, yeni bir kilometre taşı olan 2030 yılı ve diğer sanayileşmiş ülkelerin zirvede 2030 itibarıyla emisyonlarını daha da azaltma niyetinde olduklarını açıklamaları, bugünden Kasım ayında Glasgow’da yapılacak olan COP 26’ya kadar geçen sürede, Biden yönetiminin ulusal taahhütlerde görmeyi umduğu kolektif artışı ve ivmeyi tetiklemeye yetecek mi? Yeni gönüllü taahhütler, 2030 itibarıyla emisyon oranlarında görülmesi gereken küresel geri dönüşü harekete geçirmek için yeterli mi? Buna verilecek ilk cevap, iyimserliğe pek de izin vermiyor.

Missing media item.

 

 

 

 

Doğru, Japonya, sera gazı emisyonlarında 2030 yılına kadar, 2013’e göre yüzde 46 oranında keskin bir azalma görüleceğini açıkladı ve Kanada da emisyonlarını 2030 yılına kadar 2005 seviyelerine göre yüzde 40 ila 45 azaltma sözü verdi. AB, geçen yıl, 27 ülkeden oluşan bloğun 2030 itibarıyla emisyonları 1990 seviyelerine göre yüzde 55 azaltma taahhüdünü güncellemişti. Zirveye yaklaşırken, COP 26’nın ev sahibi Büyük Britanya, emisyonlarını 2035 itibarıyla 1990 seviyelerine kıyasla yüzde 78 oranında azaltacağını söyleyerek daha ileri bir taahhütte bulundu. Aralık 2020’de, iklim sürecine resmî olarak 2030 itibarıyla 1990 seviyelerine göre yüzde 68 emisyon azaltma vaadinde bulunan Johnson yönetimi böylece, gönüllü ülke taahhütlerinde yeni bir eşik belirlemiş oldu. Bununla birlikte, bu yeni taahhütler, hepsi üst üste konulduğunda, küresel ısınmayı 1,5 santigrat derecede tutmak için 2030 yılına kadar kapatılması gereken küresel emisyon açığını (yani, gereken küresel kirlilik azaltma miktarını) sadece yüzde 12 ila 14 oranında azaltmaktadır. Başka bir deyişle, topluca, (yerine getirme garantisi verilmeyen) bu yeni taahhütlerle bile, uluslar topluluğu olarak Paris Anlaşması’nın öngördüğü, küresel emisyonların 2030’a kadar yüzde 45 azaltılması hedefine ulaşmaktan hâlâ kilometrelerce uzaktayız. Rusya ve Suudi Arabistan gibi başlıca kirletici devletlerin yanı sıra Avustralya, Biden yönetiminin diplomatik baskısına rağmen Washington zirvesini yeni taahhütler vermeden bitirdiler.

Amerika liderliğin ahlakî gerekliliklerinden uzaktır

Bununla birlikte, bu küresel çabalarda ABD’nin liderlik rolünü üstlenebileceğini varsaymak için, ABD’nin yeni emisyon azaltma hedeflerinin ─ilk ABD azaltma hedeflerine kıyasla önemli ölçüde iddialı olsalar da─ uluslararası standartlara göre gerçek bir atılımı temsil etmesi ve iklim krizini ele almak konusunda ABD’nin adil bir katkıda bulunduğuna işaret etmesi gerekiyor, ama ikisi de söz konusu değil. Sivil toplum grupları, gelişmekte olan ülkelerdeki iklim eylem planları için verilecek büyük finansal destek sayesinde 2030 yılı itibarıyla, yerelde 2005 seviyelerine göre yüzde 70’lik bir azaltma taahhüdüne ek olarak, federal düzeyde yüzde 125’lik bir düşüşe eşdeğer bir emisyon azaltma taahhüdü görmek istiyordu. Tarihsel olarak en büyük ve ekonomik açıdan en güçlü küresel kirletici olan ABD’nin “ortak ancak farklılaştırılmış sorumluluğu ve kendi kapasitesi” ile tutarlı olan budur; BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde belirtildiği şekliyle uluslararası dayanışmanın temel bir ilkesi ve gelişmekte olan ülkelerin iklim eylem planlarını uygulayabilmesi için gelişmiş ülkeler tarafından verilen karşılıklı taahhütlere uygun olarak.

Washington zirvesinin gösterdiği gibi, ABD, Biden döneminde bile, uluslararası iklim sürecinde, yeni oluşmakta olan önemli pazarlar ve gelişmekte olan ülkeler karşısında ahlakî liderlik iddia edemez (en azından şimdiye kadar). Çin, Hindistan, Meksika veya Endonezya herhangi bir artırılmış indirim taahhüdü vermedi. Çin’in 2060 yılı itibarıyla iklim nötr hale gelmek üzere mevcut iklim koruma taahhüdü, özellikle şu anda en büyük küresel sera gazı yayıcısı olduğundan dolayı, 2030’a kadar daha yıllarca artmaya devam edecek olan emisyonlarının en yüksek noktasını yakalayamayacağından dolayı, bir kilometre taşı olma niteliğine sahip değil. Çin’in en yüksek karbon emisyonlarından iklim nötrlüğüne doğru kat etmesi gereken yolun sanayileşmiş ülkelere göre çok daha kısa olduğuna işaret eden Çinli lider Xi Jinping’in verdiği tek yeni taviz, 2025 gibi erken bir tarihten itibaren Çin’in kömür tüketimini azaltmayı planladığını açıklaması oldu. Ancak, yine de kömürü tamamen kullanımdan kaldırmak veya kömürlü termik santrallere uluslararası çapta sağladığı finansmanı sonlandırmak için tarih vermedi. Hindistan da yeni iklim değişikliği hedefinin gerisinde kaldı ve hatta emisyon hedefine ne zaman ulaşmayı beklediğine dair bir açıklama yapmadı, bunun yerine 2030 yılına kadar 450 gigawatt yenilenebilir enerji kapasitesi oluşturma niyetini yineledi. Hindistan, Çin, ABD ve AB bloğundan sonra küresel olarak dördüncü en büyük yayıcı ülke iken, bir Hint vatandaşına düşen pay, bir Amerikalınınkinin yedide birinden daha az; ve bir AB vatandaşının yaydığının yalnızca üçte biridir; Hindistan lideri Modi’nin zirve sırasında küresel olarak vatandaşları iklimin iyiliği için tüketimlerini azaltarak “köklere geri dönmeye” çağırırken altını çizdiği de bir gerçek... Brezilya devlet başkanı Bolsonaro, video bağlantısı aracılığıyla katıldığı toplantıda Amazon’daki yasadışı ormansızlaştırmayı 2030’a kadar sona erdirme ve Brezilya’nın emisyonlarını 2030’a kadar yüzde 50 azaltma sözü verdi ancak bu niyet beyanı yeni değil ve rekor orman yangınları ve geçen yıl ormansızlaştırmada görülen yüzde 12’lik artış ve zirvenin ertesi günü, Brezilya bütçesinde çevre ve ormanların korunması için ayrılan payda kesintiye gidilmesi ışığında Amazon’un daha iyi korunacağına yönelik taahhüdün güvenilirliği de düşük.  

Gelişmekte olan ülkeler daha çok iklim desteği finansmanı istiyor

Aynı zamanda, daha yoksul ve gelişmekte olan ülkelerden ve iklim değişikliğinden halihazırda en çok etkilenen küçük ada devletlerinden çok sayıda hükümet temsilcisi, iklim taahhütlerini artırmalarının ve bu taahhütlerini yerine getirmelerinin, gelişmiş ülkelerin uluslararası iklim finansmanı taahhütlerini epeyce artırmalarına bağlı olduğunu açıkça ortaya koydu, özellikle de uyum sürecine emisyon azaltımı için ayrılan fon miktarının dörtte birinden daha azının ayrılması karşısında. Bu kadar önemli bir finansal sıçrama için, Trump döneminde uluslararası iklim finansmanı taahhütlerini de yerine getirmemiş olan ABD’nin sürece yeniden cömertçe dahil olması kaçınılmaz. Gelişmekte olan ülkelerin çoğu, kendi emisyon azaltma taahhütlerinde, çift yönlü bir plan izledi: kısmen kendi mali kaynakları ile ulaşabilecekleri hedefler, kısmen de gelişmiş ülkelerden gelecek ek mali desteğe bağlı olan iddialı hedefler belirlediler. COP 26’ya yaklaşırken ve COP 26’da sanayileşmiş ülkelerden bu tür yeni finansman taahhütleri gelmezse, iklim koruma hedeflerini yükseltmek için öngörülen bütün bir sürecin başarısının tehlikede olduğu zaten açıktır. Özellikle, COP 26 nedeniyle hazırlanan iki BMİDÇS (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) finans raporu, gelişmiş ülkelerin, 2020 itibarıyla, iklim eylem planı için yılda 100 milyar dolar sağlamaya yönelik 2009 yılında belirlenen finans hedefini karşılamaktan niteliksel ve niceliksel olarak hâlâ ne kadar uzak olduklarını ve bu ne yazık ki son derece yetersiz taahhüt ile gelişmekte olan ülkelerin finansman ihtiyaçları arasındaki uçurumun ne kadar büyük olduğunu gösterecek.

Biden’ın iklim finansman planı: uzun ama finans taahhütleri bakımından zayıf

İklim Zirvesi’nde Biden yönetiminden böylesine net bir iklim finansmanı sinyali umut edenler hayal kırıklığına uğradılar. ABD, küresel video konferansa ayrıntılı bir Uluslararası İklim Finansmanı Planı sundu. Bu plan, diğer şeylerin yanı sıra, özel sektör seferberliğini artırma ve resmî iklim finansmanı sonuç ölçümünü iyileştirme hedeflerinin altını çiziyor ve uluslararası finansman akışlarını daha iklim uyumlu hale getirme çabalarını ayrıntılarıyla anlatıyor, ancak planı okurken en çok göze takılan şey, planın olası mali destek tutarlarına neredeyse hiç yer vermemesiydi. Metinde ABD’nin, gelişmekte olan ülkelere sağlayacağı yıllık kamusal iklim finansmanını, 2024 itibarıyla, ikinci Obama yönetimi tarafından 2013-2016 yılları arasında sağlanan miktara oranla ikiye katlamayı ve bu hedefin bir parçası olarak uyum için ayrılan harcamayı üçe katlamayı planladığına ilişkin tek bir paragraf var. Buna göre, 2024 itibarıyla Biden yönetimindeki ABD, yılda yaklaşık 5,7 milyar dolar finansman sağlayacak ve bunun 1,5 milyar doları yani yalnızca dörtte biri uyum sürecini destekleyecektir. Buna karşılık, Almanya 2019’dan bu yana yılda yaklaşık 4 milyar Euro (yaklaşık 4,8 milyar dolar) katkı sağlıyor; ve bunun kalıcı olması bekleniyor. Birleşik Krallık, önümüzdeki dört yıl içinde uluslararası iklim fonu katkısını ikiye katlayarak 11,6 milyar sterline (yılda yaklaşık 4 milyar dolar) çıkarmayı planlıyor, ancak aynı zamanda kalkınma finansmanında önemli kesintiler açıkladı.

Adil bir iklim finansmanı payı

Ancak uzmanlar, ABD ve diğer zengin sanayileşmiş ülkelerin, küresel ısınmayı 1,5 santigrat derece ile sınırlama şansına hâlâ sahip olabilmek için, içinde bulunduğumuz on yılda bu taahhütlerin birkaçını her yıl kamu hibe kaynakları arasına katmak zorunda kalacaklarını tahmin ediyorlar. Paris Anlaşması’nın hedeflerine ulaşmak için gereken bu mutlak asgari miktar, gelişmiş ülkelerin iklim krizi ile baş etmek için sunacaklarını beyan ettikleri, örneğin, deniz seviyesinde yavaş yavaş görülmeye başlanan yükselme tehlikesinin yanı sıra halihazırda mevcut aşırı iklim koşullarından kaynaklanan kaçınılmaz kayıp ve hasarın tazmini için gelişmekte olan ülkelere yapacağı ödemeleri de içeren adil mali katkı miktarlarından çok daha azdır. ABD STK’ları, iklim finansmanına yapılacak katkı konusunda Amerika Birleşik Devletleri bakımından adil bir hesaplama yaptı. Bu hesaba göre, Amerika Birleşik Devletleri’nin içinde bulunduğumuz on yılda en az 800 milyar dolar katkı sunması gerekiyor ve bu miktar, daha sonra gelişmekte olan ülkelere azaltma, uyum, kayıp ve hasar ödemelerinde kullanılacak iklim yatırımları için eşit olarak paylaştırılacak. ABD iklim aktivistlerine göre bu miktar, mevcut ABD hükümetinin yurtdışındaki fosil yakıt altyapı projeleri sağladığı desteği ve askerî harcamalar için ayırdığı yıllık yaklaşık 200 milyar doların bir kısmı buraya aktarılmasıyla ödenebilir.

Aslında, Biden’ın yeni uluslararası iklim finansmanı planı, iki taraflı olarak hem Development Finance Corporation (DFC), the Millennium Challenge Corporation (MCC) veya Exim Export Credit Bank gibi ABD kalkınma finansmanı ajansları aracılığıyla hem de uluslararası düzeyde, çok taraflı kalkınma bankalarının yönetim kurullarında bir siyasi baskı ve sabit oylama modelleri karışımını uygulayarak yeni fosil yakıt projelerine verilen desteği büyük ölçüde sona erdirme çağrısında bulunuyor, ABD Hazine Bakanlığını bu tür kılavuzlar üzerinde çalışmakla görevlendirildi. ABD ayrıca Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) içindeki ihracat kredisi kurumları aracılığıyla karbonsuzlaştırma için verilecek kamu desteği açısından kriterler oluşturmak ve uygulamak istiyor. Bu tür ABD politik baskısının potansiyel etkisi, Güney Kore’nin yurtdışında kömürle çalışan elektrik santrallerinin inşası için verdiği tüm kamu finansmanını kesme sözü vererek olumlu şaşkınlık yarattığı zirvede ortaya çıktı. Bu şüphesiz, Japonya’nın Haziran ayındaki G7 zirvesinde benzer bir taahhütle bulunması beklentilerini artırıyor.

ABD’nin Yeşil İklim Fonu’na olan borcunu ödememesi

Beyaz Saray ayrıca, Yeşil İklim Fonunu (GCF) önümüzdeki yıllar için ABD uluslararası iklim finansmanı stratejisinin önemli bir parçası olarak tanımlıyor, özellikle de uyum finansmanındaki ve özel sektör sermayesini iklim yatırımları için harekete geçirmek için yenilikçi finansman yaklaşımlarından yararlanmadaki rolü bakımından. Birçok gelişmekte olan ülke GCF’yi Paris Anlaşması ile öngörülmüş en önemli çok taraflı uygulama mekanizması olarak görüyor. Bu nedenle, Küresel Güney’den birçok iklim müzakerecisine göre, GCF’ye sağlanan fon desteğinin ölçeği, aynı zamanda, sanayileşmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliği çabalarını finanse etmek için mali yükümlülüklerini yerine getirme konusunda ne kadar ciddi olduklarını gösteriyor. Obama yönetimi, 2014 yılında GCF’nin başlangıç sermayesini 3 milyar dolarlık bir mali taahhütle desteklemiş, ancak daha sonra yalnızca 1 milyar dolar ödemişti. Trump yönetiminde ise, GCF’ye hiçbir ek ABD parası akmadı, diğer çok taraflı iklim fonlarına da ancak asgari düzeyde katkı sağlandı. Biden göreve başladığında, ABD’nin yalnızca GCF borcunu ödemekle kalmayıp daha da önemlisi Avrupa ülkeleriyle eşitleneceği ve taahhüt yenileme zamanı (2019’daki bu sürece ABD katılmadı) geldiğinde ilk taahhüdünü ikiye katlayacağı gibi yüksek beklentilere sahip olunmasının bir nedeni de buydu. Ancak Beyaz Saray, ABDli grupların GCF için talep ettiği 8 milyar dolar yerine, 2022 mali yılı için yalnızca 1,2 milyar dolarlık bir bütçe önerdi, oysa ABD İklim Değişikliği Özel Temsilcisi Kerry, yakın tarihli bir toplantıda bunun peşinat olduğunu ima etmişti. ABD’nin GCF’ye hızlıca bir taahhütte bulunması kritik önem taşıyor, bunun nedeni, kısmen, ikinci yenileme dönemi için yapılacak müzakerelerin gelecek yılın sonlarında başlayacak olmasıdır. Bütçe teklifinde, diğer çok taraflı iklim fonları için 485 milyon dolar ve Dışişleri Bakanlığı ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nın (USAID) iki taraflı iklim finansmanı projeleri için 691 milyon dolar talep ediliyor. Bu, ABD’nin dışlanmış bir devlet olarak geçirdiği dört yılın ardından uluslararası iklim finansmanında utanmazca söz sahibi olmasına yetse bile, uluslararası iklim sürecinde liderlik iddiasında bulunmasını haklı çıkarmaya kesinlikle yetmez.

G7 Zirvesi’nden Beklentiler

İklim Zirvesi’nden sonra, tüm gözler ─ve dahası umutlar─ şimdi, aynı zamanda COP başkanlığını da elinde bulunduran İngiltere’nin ev sahipliğinde düzenlenen haziran ayındaki G7 zirvesine dönmüş durumda. Kasım ayında Glasgow’da toplanacak olan COP 26’nın başarılı olması ve uluslararası iklim sürecindeki küresel ivmenin hızlanması için, Covid-19 pandemisinden yeşil, iklim uyumlu bir ekonomik iyileşmeyi desteklemeye kadar ve finansal akışların dekarbonizasyonunu hızlandırmada geri dönüşü olmayan bir atılım sağlamak da dahil olmak üzere önemli finansal konularda ciddi ilerlemeler kaydedilmesi gerekiyor. Daha da önemlisi, gelişmekte olan ülkeler, önde gelen sanayileşmiş ülkelerden, iklim-eşitlikçi bir borç ertelemesi (örneğin, iklim-için-borç-takası yoluyla) ve iklim kırılganlığını ülke geliri yerine ayrıcalıklı finansmana (özellikle Gelişmekte Olan Küçük Ada Devletleri için) bağlama konusunda yeni çabalar, uyum finansmanı için verilecek yeni taahhütlerde artış ve son olarak, iklimle ilgili kayıp ve hasarın ödenmesi konusundaki tartışmalarda ilerleme beklemektedir.

Tüm bu konularda, Biden yönetimindeki Birleşik Devletler önemli bir ilerlemeye katkıda bulunabilir ve böylece uluslararası iklim sürecinde liderlik rolü üstlenmeye hazır olduğunu gösterebilir.