“Doğayı” korumaktan soyumuzu desteklemeye. Sürdürülebilirlikte animistik bir kavşak.
“Animizm bu dünyada hayatta olmak, yaşamakla ilgilidir”.
Tim Ingold, in Graham Harvey, ed., The Handbook of Contemporary Animism, London & New York, Routledge, 2013, p. 224
Korona salgını yerkürenin bir müşterek [commoms] olduğunu, bu hayatı paylaştığımızı anlamamızı sağladı. Bu anlama hali mantığa dayalı bir kavramdan değil, duygusal bir ihtiyaçtan ortaya çıkıyor. Bireyler, temaslarını kısıtlayarak içinde bulundukları toplumu korumak adına zorluklara göğüs geriyorlar. Başkalarını korumak zorunda olduğumuzu anlamak, günler içinde ekonomik belirliliklerin önüne geçti. İnsanoğlu karşılıklılığı öncelik olarak benimsedi. Karşılıklılık ya da karşılıklı önemseme soyut bir kavram da değildir, iktisadi bir prensip de. Bu, paylaşımın olduğu bir ilişkinin, hayatı birlikte yaşadığımız kişileri, yaşam komünitesini sağlam tutma tecrübesidir. Bu yaşam komünitesi sadece insanoğlunu değil, aynı zamanda insan dışı varlıkları da sarmalar. Ancak bizi yaşama dahil eden metabolik sürecin başka varlıklarla paylaştığımız bu komüniteyi besleme eylemi olduğunu anlarsak insan ya da insan olmayan diğer varlıklara birer obje olarak davranmayı bırakabiliriz. Bu ciddi şekilde ele alınması gereken bir sorun. Dolayısıyla sürdürülebilirlik politikaları bir komünite içinde bereketli bir yaşam oluşturma tecrübesini içermeli, insan ve insan olmayan varlıkları kendi soyundan gibi görmeli ve karşısındakinin refahını önceleyebilmelidir. Günümüze kadar gelen binlerce yıl boyunca bu pozisyon “animizm”, bu toplumlar “animistik” olarak adlandırılmıştır. Bir yaşam komünitesi perspektifinden bakarsak bu animizm derslerinin tekrar değerlendirilmesi, varoluşun büyük toplumunda eylemlerimizin karşılıklılık kuralı ile yenilenmesi gerekir.
- Korona ve ortak mülkiyet
2020 küresel salgınını yaşadığımız şu Nisan günlerinde dünyanın pek çok yerindeki insanlar hareket etmeyi bıraktı. Yoğun küresel ekonomi neredeyse durdu (ki bunun sonuçları henüz kestirilemiyor).
Duran şeyler arasında Batılı yaşam tarzımın dünya ile etkileşim için kullandığı en bilinen faaliyetler var: Pahalı seyahatler, dünyadaki hava trafiğinin büyük kısmı, dur durak bilmeyen ticaret ve tüketim ve bir sürü kişisel uğraşı. Sanayi merkezlerinin üzerinde neredeyse hiç uçak uçmuyor, sokaklarda çok az araba var, ortalık sessiz, hava alışılmadık derecede temiz. Bu sayede şehir sakinleri aslında beraber yaşadıkları vahşi hayvanların sesini duymaya, yıllar sonra ilk defa böcekleri ve kuşları farketmeye başlıyor.
İnsanoğlundan, son birkaç onyıldır Batı’nın ya da dünyanın idaresinde odak haline gelmemiş bir şekilde, bir şey uğruna faaliyetlerini durdurması istendi, komünite uğruna. Sokağa çıkma yasağı ekonomiyi bireysel rekabet ile canlandırmak için değil, başkalarını korumak için uygulandı. Ve yasağı takip eden sessizlikte daha geniş bir komünite hissedilmeye başlandı: Gece vakti yıldızların sessizliği, vızıldayan balarıları, sığırcığın çağrısı…
Yine de bu, romantik bir an değil. Fakir ülkelerdeki milyonlar için evde kalma talimatı varoluşsal sefalet ve hatta açlık demek.
Pek çok fakir insan ve göçmen işçinin kalacak bir evi bile yok. Oturup kapalı bir mekanda başkalarıyla beklemeye zorlanan insanlar depresyondan ve “karahummadan” mustarip. Aile içi şiddet arttı.
Sokağa çıkma yasağı insanoğlunun sosyal doğasına ışık tuttu. Neoliberalizmin sürekli olarak üstünü örttüğü bir konuyu açığa çıkardı. Birey ancak başkalarıyla birlikte oluşturduğu müşterek hayat gelişirse hayatta kalabilir. Virüs insanlara kendi başlarına yapamadıkları bir şeyi yaptırmayı başardı: Otur, sessiz ol ve düzgün davran ki toplumdaki diğer insanlar da korunabilsin. Biz bunu yapmayı kendi kendimize seçmedik, orası kesin, ayrıca en kısa zamanda eskiye dönmeyi umuyoruz.
Dünyanın pek çok yerinde gerçek bir tehlike var. İnsanların kendi kişisel çıkarlarının peşinden koşmaktan vazgeçmesi (hatta çalışıp kendi geçimlerini sağlamayı bırakması) totaliter rejimler tarafından kullanılacak. Sokağa çıkma yasağı ile özgürlüklerin kısıtlanması Avrupa da dahil bazı ülkelerde kalıcı kurallara dönüşebilir. Ama bu insanoğlunun tamamen benmerkezci bir bakış açısıyla hareket etmediği konusundaki gözlemi değiştirmiyor. Aralarındaki bağın tecrübesiyle, her birinin müştereği temsil ettiği bilgisiyle hareket ediyorlar.
Virüs geçici olarak insan ekolojisini değiştirdi. Hareket eden herşeyi yutmak yerine yavaşladık, başkalarına alan açıyoruz (gerçek anlamda, sokakta yemek sırasında bile sosyal mesafe uyguluyoruz), oturup dinliyoruz. Dolayısıyla dünya nüfusunun büyük kısmı küresel Batı toplumunun en büyük sorununa (bazen farkında dahi olmadan) çözüm bulmaya uğraşıyor. Bu sorun daha zayıf, daha savunmasız olanla nasıl bağ kurulacağı ile ilgili. Ekolojik bir bakış açısıyla, insan bile olmayan diğer canlılarla, bitkiler, hayvanlar, akarsular ve ormanlar, kayalar ve dağlarla nasıl iletişim kurulur, bunun yolunu arıyoruz.
Kısa süre içinde neoliberal dünya toplumunun en önemli dayanağı alaşağı edildi. Varolan bir tehdit karşısında daha derin bir şey ortaya çıkıyor. Bu, yaşamı korumak için nasıl davranmak gerektiği konusunda bir antlaşma gibi. Sadece kendimizi korumakla kalmıyoruz, içine dahil olduğumuz yaşayan ilişkiler ağını da koruyoruz. Bu, çok kapsamlı, geniş sonuçları olacak bir hareket. Tamamen iktisadi bir bakış açısıyla cevabını bulamadığımız, karşımızdaki savunmasız canlıya nasıl davranmalıyız ikilemine bir cevap bu.
Fakat şu anda, Covid-19 sayesinde bu cevap pek de üzerine düşünmeden ortaya çıktı. Teknik bir plana ya da uzun tartışmalara gerek kalmadan gözümüzün önünde cereyan ediyor. Bize karşı çıkma ya da onaylama imkanı vermeyen savunmasız ve bulaşıcı bedenlerimizle cevap veriyoruz. Bu bedenler nefes alıyor, özgürleştiriyor ya da nefes verip görünmez virüs parçacıkları saçıyor etrafa.
Dolayısıyla sokağa çıkma yasağı siyasi değil daha ziyade ekolojik bir tepkidir. Ekoloji kavramsal alanı ele geçirdi. Biz, yaşayan bir komüniteye ayrılmaksızın bağlı olduğumuzu öğrendik. Ve içinde hareket ettiğimiz bu komünite bir insanlar topluluğundan daha büyük bir şey. Bütün yerküreyi içine alıyor.
- Ekolojik stres testi
İnsanlığın korona virüsüne verdiği tepkinin tamamen ekolojik bir faaliyet olduğu geniş bir kabul görmedi henüz. Sadece salgının kendisi ekolojik bir olay olmakla kalmıyor, kaynağı da ekolojik. Bu pandemi, ekolojik bir felaket olarak algılanmalı. Her insanın bu felaketin bireysel olarak tehdidinde kalması hastalığın sadece kamu sağlığı ile ilgili olduğunu düşünmeye teşvik etmemeli. Yani bu sadece insana özgü bir problem değil, hatta tam tersi.
SARS-CoV2’nin insanlara geçmiş bir hayvan virüsü olduğuna dair pek şüphe yok. Bu tarz geçişler insanlar çoğunlukla nadir ve vahşi hayvanlarla aşırı temas ettiğinde, onları avlayıp vahşi hayvan eti olarak sattığında gerçekleşir. Ortaya çıkan bu virüslerin başka bir yatağı da çiftlik tarımıdır. Korona virüsü salgını, nadir türlerden hayvanların kitlesel olarak tüketilmesi ve habitatlarının yok edilmesinin, insanın gayri-insanı olana el uzatmasının sonucudur.
Korona virüsü salgını 21. Yüzyılın ilk küresel ekolojik felaketidir. İnsanları tehdit ediyor, doğru, ama aslında insanlar tarafından ekolojik yıkım sonucunda ortaya çıkarılmıştır. Sonuç olarak pandemi insan ekolojimizde ani bir değişikliğe sebep oldu. Birbirimizle etkileşme şeklimiz değişti ama aynı zamanda insan dışı canlı dünyası ile ilişkimiz de değişti. Sonuçta değişim diğerlerine (insan ya da değil) alan tanımaktan geçiyor.
Ekolojik yıkım, diğer varlıklara ve türlere alan açmanın tam tersidir. Ana motivasyonu habitat değişimi ve endüstriyel tarımdır. Ekolojik yıkım, karşılıklılığın zıttıdır. Dolayısıyla korona salgınının bu noktasında insan toplumunun öncelik haline getirmeye zorlandığı şeyin de tam tersidir. Şu andaki önceliğimiz geri çekilip diğerleri ile ilgilenmek, onları önemsemektir.
Korona virüsü salgını küresel toplumumuzun diğerlerine (insan ya da değil) karşılık vermeyip alan açmamasının bir sonucu olarak görülebilir. Her şeyi nesneleştiren, küreselci düşünme şekli sebebiyle gelişen bir semptom bu. Bu düşünceye göre alan tanımak gerekli değildir çünkü diğerleri sadece birer şeydir ve şeyler piyasa güçleri tarafından en verimli şekilde düzenlenebilir.
Korona salgını bu görüşün yanlış olduğunun kanıtı oldu. Karşılıklılık prensibinin ekolojik kalitenin anahtarı olduğunu gösterdi. Bu prensip, yani kendi yaşam alanımızı korumak için başkasına da yaşam alanı açmak, önemli bir ekolojik katkı olarak talep edildi bizden.
Pandemi bize karşılıklılığın hayatımızda belirleyici olduğunu gösterdi. Bizler ancak ekolojik karşılıklılık durumunda varolabiliriz. Ekosferin bir parçasıyız. Onunla beslenip onun virüsleriyle yok oluruz. İnsanlar, insan olmayanlardan ayrı duramaz, ekolojik değiş-tokuşun tarafı ve parçasıdır. Virüs buna rağmen unuttuğumuz basit bir gerçeği bize hatırlattı. Müşterek bir hayatın parçası olduğumuzu ve yaşayan herşey gibi birer ölümlü olduğumuzu, sonunda yaşama doğurganlık sağlayan bir doğum-ölüm döngüsünün içinde yer aldığımızı bize gösterdi.
- Batı’nın Bilişsel İmparatorluğunun mikropla yapıçözümü
Kişinin kendi varoluşunu düzenlemenin ve bir toplum inşa etmenin anahtarı olarak başkalarına yaşam hakkı tanıması, asla piyasa düşüncesinin endişelerinden biri olmadı. Tam tersine, bu bir ayakbağı olarak görüldü. Burada gerçeklik, Thomas Hobbes’un Leviathan kitabında anlattığı gibi “doğa durumu” yani bir kıyasıya rekabet üzerine kurulmuştur. Bu düşünce sisteminde, yaşayan dünya ile karşılıklı bir ilişki kurmak naif bir rüyadan başka bir şey değildir.
Hobbes’u takip eden hakim sosyo-ekonomik düşünce geleneğine göre devletin iktidarına teslim olan insanlar bir “toplum sözleşmesi” ile bireysel olarak istikrarlı bir geçim kaynağını garanti etmiş olurlar. Dolayısıyla bu istikrar “doğal olarak” insanın diğerlerine yaşam hakkı tanıma becerisi sayesinde elde edilmiyor. Toplum sözleşmesi daha ziyade iktidardaki küçük bir grubun aslında kişisel kar peşinde koşan bireylerin katıksız rekabetle yaptıkları değiş-tokuşu denetleyip izin vermesi anlamına gelmektedir.
Bu resimde iki temel alan vardır. Ölmüş şeylerden (doğa) oluşan bir dünya ve insan toplumu. Toplum, doğa ile mücadele ederek kişisel faydaların peşinden koşar ve bu sayede insan hayatını maddi gerçeklikten koparır. Resim, batı düşüncesini hala derinden etkileyen o klasik “ikil ayrıma” dayanır. Kültür ve doğanın birbirinden ayrılması ve insan olmayanların “şeyler” olarak tekrar tanımlanması.
Portekizli sosyolog Boaventura de Sousa Santos bu durumu “Batı’nın Bilişsel İmparatorluğu” olarak adlandırmıştır. Fransız sosyolog Bruno Latour, bu imparatorluğun pratiklerini “canavarlar” yaratmak olarak betimlemiştir. Biz canlılar dünyasını (ki karşılıklılık prensibiyle yaşamı yaratır) iki ölçüsüz ve düşman alana, doğa ve topluma ayırdığımızda canavarlar ortaya çıkar. İddiaya rağmen aslında bu iki alan asla birbirinden gerçek anlamda ayrılmaz. İşin garip yanı, korona pandemisi insanın doğal olandan ayrılmasının mümkün olmadığını göstermiştir. Salgın sırasında maddi süreçler (virüsün yayılması, bedenlerin enfekte olması) kültürü ve toplumu değiştiriyor. Konuyla ilgili alınan toplumsal önlemler de buna destek oluyor. Doğa, yani vahşi hayvanlardan gelen bir virüs, toplumun nasıl davranacağını dikte ediyor ve toplum da virüse hareket alanı sağlamış oluyor.
Korona virüsü toplumun “dışarıdaki şeylere” istediği gibi davranabileceğine dair modernist iddiayı çökertiyor. Hatta sürdürülebilir eylemlerle, daha verimli bir toplumla, doğa ve toplum arasında daha geniş koruma alanları ve tampon bölgeler oluşturmakla insanlığın yarattığı sorunlarla başa çıkabileceğimiz fikrini de yıkıyor. Sürdürülebilir eylemler de gerçekliğin gayri-insan kısımlarını (insan olmayan varlıklar ve dünya sisteminin çoğalan unsurlarını) aktörler değil şeyler olarak görüyor. Paylaştığımız bu dünyanın nesnelerden değil, ötekilerden oluştuğunu ve onlara doğru miktarda karşılıklılıkla davranmamız gerektiğini yeni öğreniyoruz.
Batı’nın Bilişsel İmparatorluğu “nesneler” (insan dışı varlıklar ve sıklıkla, hala bazı insanları içerir) ve toplumun birbiriyle toplumsal bir sözleşme imzalamayı başarmış üyeleri arasındaki görünmez sınır çizgisine göre oluşturulmuş. Bu düşüncenin bilişsel hegemonyası insan olmayan ötekilerin (“doğa”) yokolmasını ve insan olan ötekilerin de “kolonilerde” soylarının tüketilmesini sağladı.
Bu bilişsel imparatorluk kendiliğinden sömürgecidir [colonialist] çünkü toplumla sözleşme imzalamayan herşeyi ve herkesi objelerden yapılma ölü doğanın bir parçası olarak görür. Sömürgeciliğin temel sebebi bu ayrımdır ve bu ayrım toplum dışı ötekilere (toplumsal normlara uyamayan insanlar, öteki toplumlar, öteki varlıklar, dünya sisteminin öteki unsurları) sömürgeci, yani şiddet içeren davranışlara sebep olur.
Korona salgını bize bu düşüncenin yanlış olduğunu kaba kuvvetle gösteriyor. Batının bilişsel düzeninin sömürgeciliği sadece yıkıcı değil, aynı zamanda kendi kendini yok eden bir düzen. Bu anlamda, Covid-19’un ortaya çıkışı Antoposen faaliyetin en önemli paradigmasıdır. Bunun sebebi, içinde yaşadığımız Antroposen çağının insani ve gayri-insani gerçekliklerin bir karışımı olarak tanımlanmasıdır. Bu karışımı arktik buzulların içinde, 3 metre derinlikteki radyoaktif izlerde görebiliriz. Ya da bir virüs (virüs!) teknoloji medeniyetini durma noktasına getirdiğinde farkedebiliriz. Öyle ki salgının vurduğu şehirler orta çağa ve o dönemin karantina rejimlerine dönmüş gibi görünür. Ormanları yokederek ve soyu tükenmekte olan hayvanların eti için avlayıp satarak bunu aslında biz yapmışızdır.
Pek çok insanın tahmin ettiğinin aksine Antroposen, Batı’nın mantıksal düzeninin bütün “doğayı” kontrol edecek şekilde genişlemesi değildir. Antrposen’in ortaya çıkışı daha ziyade Batı’nın bilişsel hükmünün sonunu işaret eder. Antoposen toplumların “doğadan” üstün olmadıklarını, hatta daha önemlisi, “doğanın” içinde (yaşamın bir parçası) olmanın belli kuralları olduğunu anladığı çağdır. Eğer toplumlar bu kurallara uymazsa yaşama olan bu ortaklığımıza anında son verilir. RNA temelli aktör olan Korona virüsü de Antroposen paradigmasının eyleyenidir [agent].
Artan doğal felaketler birbirine bağlı bir bütünün parçası olduğumuzu anlatıyor (Avusturalya’daki dev yangınları, bozulan muson düzeninin, dünyanın farklı yerlerindeki siklonları ve kuraklıkları düşünün). Ama bunların hiçbiri bizleri Covid-19 kadar tehdit etmiyor. Bu sayede virüs bize bir komünite ahlakı öneriyor. Pandemi bize doğru şekilde davranmanın yolunu gösteriyor. Bu doğru şekil, yani diğerlerine yaşam alanı açmak, meşhur Kisuaheli kelimesi “Ubuntu” ile özetlenebilir. Kelimenin anlamı “sen varsın, dolayısıyla ben de varım” şeklinde çevrilebilir. Bahsettiğimiz karşılıklılık düşüncesi, müşterek ve yaratıcı bir yaşamın parçası olduğumuz düşüncesi işte budur. Bir müşterek olarak yaşamdan sorumluyuz, sadece kendi yaşamımızdan değil, ötekilerin yaşamından da; genel olarak yaşamın doğurganlığından sorumluyuz.
Ubuntu’nun altında yatan felsefen animizmdir. Animizm, dünyanın bakiyesinin dilsiz objelerden değil de kişilerden [person] oluştuğu fikridir. Kişilerin çıkarları ve ihtiyaçları vardır. Onlar eyleyendir. Animizm yaklaşımı bu kişilerle karşılıklılık ilişkisi kurmamız gerektiğine inanır. Kendi yaşam alanımızı hak etmek için, ve daha önemlisi, bu alanın sürekli olarak yaşam üretmesi için onlarla paylaşmalıyız. Pandemide dünya çalkalanırken bir yerimizde oturuyoruz. Ve gözlerimizin önünde, bizim hareketsiz halimiz üzerinden ortaya çıkan şey, bu dünyanın canlılığını içinde bulunan insan ya da insan olmayan diğerleriyle paylaşma ihtiyacıdır.
- Varlıklar ailesi
Yerli halkların evrenbilimi olan Animizm insan ve insan dışı kişiler arasındaki karşılıklılığı düşünmenin ve eyleme geçirmenin en radikal şeklidir. Bu radikalliği tam anlamıyla kavrayabilmek için animizmin ne olduğunu baştan keşfetmemiz gerekiyor. Bu düşünce uzun yıllar boyunca Batı’nın bilişsel imparatorluğunu içinde yanlış temsil edilmesinden mustaripti. Naif “yerli” insanların Hobbes tarzı bir doğa durumunda yaşayıp ağaçların, nehirlerin ve dağların ruhlarını övüp durduğu fikri yanlış bir mittir. Bu yanlış temsil, Batılı bilişsel beyin yapısının adına “ilkel halklar” dediği insanlarla ilgili düşüncesinin yansımasından ibarettir. Mesela bu insanlar ritüel olarak bir ağaç-varlığa teşekkürlerini sunarlar. Bu bakışın sebebi animizmin getirdiği radikal karşılıklılık fikrini anlamamaktır.
Sömürgeci bilgisini üstün olarak algıladığımızda ekoloji bilgisini ve alternatif dünya görüşlerinin neden oluştuğunu öğrenmeyi bıraktık. Bu bilginin temel prensibi, batılı anlamda bilmek değil, dünyayı paylaşmaktır. Animizm bütün varlıkların sürekli olarak yaşam üreten bir dünyayı birlikte yarattığına inanır ve bu evrensel doğurganlığı sürdürmek için sorumluluk alır. Evrenin şeylerden değil eyleyenlerden oluştuğunu anlar. Bunların insanlara benzediğini ve aynen bizler gibi yaşamın peşinden koşup, ihtiyaçlarını ifade ettiğini görür. Birbirleriyle etkileşim içinde olmaları gerektiğini bilir.
“Animistler dünyanın kişilerle dolu olduğunu, bunların sadece bir kısmının insan olduğunu ve yaşamın ötekilerle ilişki içinde yaşandığını kabul eden insanlardır” demiş din adamı ve antropolog Graham Harvey. Onun bu gözlemi, günümüzün yerli, animistik evrenbiliminin en iyi ve güncel tanımıdır.
Bir ilişkiler evreninde karşılıklılık gelişmek için gereklidir ve yer yandan talep edilir. İlişkiler dünyasında bizler birbirine karşı pozisyon almış atomik bireyler değiliz, müşterek olarak uyumlu tek bir yaşam sürecini yaratıyoruz. Dolayısıyla müşterek olan bireysel olan kadar önemli. Bu müştereklik sadece insanlardan oluşmuyor, gerçekliğin her varoluşunu, her gücünü içeriyor.
Ekolojik olarak yaşam üretmek için gereken tavrın sosyal tanımı doğru/isabetlidir [accurate]. Daha formel bir bakış açısıyla ekosistem, karşılıklılığın vücut bulmuş halidir. Bu, sayısız şekilde birbirine bağlı bir varlıklar yığınıdır. Ekolojik yaşam her zaman ötekilerle ilişki kurularak yaşanagelmiştir. Ekosistem, bütün katılımcıları tarafından paylaşılan ve ortaya çıkarılan bir müşterektir. Bencil eyleyenlerden oluşan bir birlik değildir. Uzun yıllar Darwinci doğa ekonomistleri rekabeti fazlasıyla öne çıkardılar (doğa durumu) ve rekabetin içinde var olan bir sürü bağımlılığa gerekli önemi vermediler (Daha derin bir tartışma için Bkz. Weber 2013&2019).
Dolayısıyla çökmekte olan Batı’nın Bilişsel İmparatorluğunun yerine geçecek olan şey zaten elimizde. Bu karşılıklılık kuralının, ekosistemlerde farkında olmadan işler halde olduğunu görebiliriz. Ayrıca uzun süredir bu ekosistemlerle karşılıklı olarak yaşamayı başarmış toplumların da kültürel olarak içine işlediğini görmek mümkün.
Bu görüşü keşfetmek için batı dünyasının “batı rasyonalizminin” aslında dünyanın işleyiş şekli olduğu (ve onun dışındakilerin hep orta seviye ya da ileri batıl inançlar olduğu) yönündeki içkin varsayımında kurtulması gerekir. Bilimsel antropoloji bu alçakgönüllü pozisyonu almaya başladı. “Yerli halklar ormanlar hakkında ne düşünür?” demek yerine, Eduardo Kohn ile birlikte “Ormanlar Nasıl düşünür?” diye sormaya başladı.
Animistik tavır yani evrenin üretkenliğini katılımcıları arasında pay etme girişimi, batının bilişsel modelinin en temel prensipleriyle tezat içindedir (Bkz. Tablo). Animizm, somut nesnelerin ruhlar tarafından ele geçirilmesi değildir. Animizm, karşılıklılığa imkan veren bir kültürü ve doğurgan bir müştereğin parçası olma tecrübesiyle içiçe geçecek bir evrenbilimi inşa etmektir.
Batı Kültürünün Temel İnanışları |
Yerli Düşüncesinin Temel İnanışları |
1. ben, sen olmadığın için varım. |
1. Senin sayende varım. |
2. Varlığımızın temelinde bencillik vardır. |
2. Varlığı mümkün kılan karşılıklılıktır. |
3. Gerçeklik nihayetinde ölü maddeden oluşur. |
3. Herşey canlıdır. |
4. Bireysel ölümümüzden kaçınmalıyız. |
4. Dünyayı doğurgan tutmamız gerek. |
Bu prensipler farklı alanlarda ortaya çıkar ve bu alanların tamamı Antroposen dönemde önemli çatışma alanlarıdır. Anlaşıldığı kadarıyla, Antoposen döneminin pek çok çatışması evreni paylaşarak iyi ilişkileri korumak konusundaki zorluklardan ortaya çıkıyor.
- Soy için Ortaklaşmak
“İyi ilişkiler nasıl korunur?” şeklindeki temel soruya animizm üzerinden bir cevap vermek gerekirse yaşayan evrendeki üyeliğimizi daha büyük bir varlıklar komünitesinin parçası olarak görebileceğimiz söylenebilir. Davranış şeklimiz iyi ilişkileri mümkün kılma potansiyeline sahip, ötekileri ve kendimizi geliştirecek ilişkiler. Bu ilişkiler cisimleşmiş halde olduklarından, animistik bakış açımızla, daha da radikal bir şey söyleyebiliriz: Bu evrende insan dışı olanlar da dahil bitin kişiler bizim soyumuzdandır. Ve aynı soydan olduğumuzdan bize yardım ederler, iyi karşılanacağımız konusunda bize güvence verirler, ama aynı zamanda onlara kendilerinin de gelişebileceği bir şekilde davranmamızı beklerler.
Diğer insan ya da insan dışı kişilerle karşılıklılık iki şekilde gelişir. Maddi imkanların dağıtımını, biyosferin üretkenliğinin paylaşılması olarak görmemiz gerekiyor. Ve bu paylaşımı duygusal bir katılım olarak tecrübe etmemizi sağlıyor. Böylece canlılığımızla tekrar bağ kurup başarılı bir ilişkinin birincil önsezisi olarak ondan keyif almamızı mümkün kılıyor.
Bu yeni bakış açısına “canlılaştırma” [enlivenment] adını verdim, bundan “Antroposen’in şiirini” yazabilir, evrensel üretkenliği sürdürerek karşılıklı doğurgan ilişkiler kurma ve koruma sanatını yaratabiliriz. Ve bizler de bu üretkenliğin hem kaynağı hem de alıcısı olmasın keyfini sürebiliriz.
Gerçeklik, varlıkların oluşturduğu bir toplumsa bireysel davranış ancak bu müşterek dünya inşasına katılabildiği derecede üretken olabilir. Dolayısıyla maddi imkanların dağıtımı bizim “müşterekler ekonomisi” dediğimiz şeyin arkasından gelir. Değiş-tokuş ve dağıtım, kıtlığa verilen bir tepki değildir, herkesin katılımını sağlar. Bir müşterek bir kaynak değil, bir ilişkiler bütünüdür. Bütün katılımcıları besleyen, herkes tarafından desteklenen ve nihayetinde evrenin üretkenliğini besleyen müşterek bir ortak yaratım sürecidir.
Müşterekler konusunda çalışan düşünür ve aktivist David Bollier’e göre müşterekler “organik bütünsellik ve ilişkisellikle tanımlanan alanlardır. Temel niteliği ayrım olan (insanların ‘doğadan’, bireylerin birbirinden, zihnin bedenden ayrımı) modern dünya ile net bir zıtlık içindedir”. İşte tam da bu müşterekler pandemi zamanında tomurcuk vermeye başlamıştır.
Pandemi süresince gözlemciler, kendi kendine gelişen çok sayıda ortaklaşma sürecine tanık oldu (yaşlıların alışverişini yapmak için gönüllü olan komşuluk ağlarından üretimini yüz maskesine dönüştürüp ücretsiz olarak mahallede dağıtan terzilere kadar). Bollier’in gözlemine göre, bu davranışlar anlık fedakarlık patlamaları değil. Daha ziyade komüniteye verilen önemi gösteriyor ve bu insan davranışında kendi kendine gelişen bir güdü.
Batı algısına göre bu biraz şaşırtıcı bir durum. Felaket koşullarında batı geleneğinde eğitim almış insanlar Hobbes’un tabiriyle doğa durumunda vahşi bir egoizmin hüküm süreceğini öğrenmiştir. Ama durum, bunun tam tersi. Rebecca Solnit’in felaket zamanlarında karşılıklı güven üzerine yazdığı klasik eserinde belirttiği gibi, zor zamanlarda yükselen karşılıklılık, buna dahil olan insanların derin ve anlamlı bir şekilde iyi hissetmesini sağlar.
Batılı bir göz için bu çok şaşırtıcı olabilir. Animist bakış açısı ile ise bu olması gerekendir. Aynı durum insanların insan olmayan soydaşlarına baktıkları haller için de geçerlidir (bahçedeki bitkiler, evdeki hayvanlar ya da tehlike altındaki türler). Batılı terimlerle bu hisleri tarif etmek güç. Animistik bakış açısıyla bunlar bizim nasıl davranmamız gerektiğini gösteriyor. Evrenin doğurganlığını beslemek oldukça derin animistik bir tecrübedir çünkü bu ötekileri kabullenerek kabullenilmek anlamına gelir. Animistik olması ise teknik bir tavır değil, bir hissetme tecrübesi olmasındandır. Bu iki boyut (bütün varlıklara karşılıklı davranarak dünyayı bir müşterek olarak görmek ve bu paylaşma ilişkisinin kendisinin ve ötekilerin canlılığı olarak tecrübe etmek, yani evrenin gerçek karakteri) birbirinden ayrılamaz. Ancak süregelen yaşama katılımımızı sağlayan metabolik sürecin bu yaşama dahil olan herkes için duygusal bir tecrübe olduğunda, nesneleri verimli bir şekilde dağıtmaktan vazgeçip soyumuzla gerçekten değiş-tokuş yapmaya başlayabiliriz. Ancak o zaman bir aileye ait olabiliriz.
Doğa ile ilişkisi sorulan bir Aborjin şöyle cevap veriyor: “Ben, bu kayayım”. Aidiyet, ait olmaktan ortaya çıkar. Bu sayede insanoğlunun güzellik tecrübesi bir ailenin parçası olarak sevilmek, kişinin o aileyi ya da bunun belli bir üyesini sevmesi ve o aileyi korumak, ona aldıklarını geri vermek şeklinde açıklanabilir.
Animistik sürdürülebilirlik, eylemseldir. Gerçek öteki ile, ağaç kişi ile, jaguar kişi ile, nehir kişi ile her zaman diyalog içinde olmayı gerektirir. Sürdürülebilir eylemler bir ilişki kuralı olmadan ve karşılıklılığın temel ritüellerini uygulamadan gerçekleştirilemez. Bir yeri kurtarmadan önce bizi incelikle kabul etmesini ve temasa geçmemize izin vermesini istemeliyiz. Ayrıca minnettarlığımızı sözlerimiz ve eylemlerimizle göstermeliyiz.
Animizm yani türler arası karşılıklılığın uygulanması ve kültürü, “doğal nesneleri” nasıl daha iyi idare edeceğimizi öğretemez. Bize evrenin bütün üyelerine can vererek o evreni sürdürebileceğimizi gösterir. Bunun için geleneksel sürdürülebilir pratikleri gözden geçirmemiz gerekir. Kendisi de bir Kızılderili olan Amerikalı botanikçi ve yazar Robin Wall Kimmerer “Onurlu Hasat” isimli kitabında gereken prensipleri ustaca anlatmış: “Seni sürdürenleri sen de sürdür ki dünya sonsuza dek yaşasın”.
Bu metin İngilizce'den Türkçe'ye Çağrı Ekiz tarafından çevrilmiştir.