HAMİT BOZARSLAN’LA SURİYE, ORTADOĞU VE “BÜYÜK RESİM”: Devletlerin çöküşü, toplumların çözülüşü

Okuma süresi: 1 dakika
Teaser Image Caption
Birleşmiş Milletler Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura ve Suriye Arap Cumhuriyeti'nin Birleşmiş Milletler nezdindeki daimi temsilcisi Bashar Ja’afari, 29 Ocak 2016 tarihinde Cenevre’de düzenlenen Suriye Görüşmeleri esnasında.

Suriye’de yaşanan çok cepheli savaşı, yürütülen çok yönlü diplomasiyi, çok kısa aralıklarla değişen güç dengelerini, büyük güçlerin izlediği siyaseti ve bütün bunların arkaplanını Ortadoğu uzmanı Hamit Bozarslan’la konuştuk. 

8 Mart itibarıyla Suriye’deki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Cenevre görüşmeleri çözüm için bir zemin oluşturabilecek mi?

Hamit Bozarslan: O toplantılardan herhangi bir sonuç çıkacağını sanmıyorum. Orada olup bitenlerin stratejik ya da jeostratejik bir boyutu var, o kesin. Fakat sahada olup bitenler çok daha değişik. O yüzden sahaya daha fazla ağırlık veriyorum. Şunu bilemiyoruz: Rusya ve ABD arasında bir anlaşma zemini olabilecek mi? Amerikalıların Ortadoğu yorgunluğu Suriye’yi ya da Ortadoğu’yu kısmen de olsa terketmelerine yol açacak mı? Bütün bu soruları cevaplandıramıyorum. Ama, ABD’de veya Rusya’da da işlerin pek de sabit olduğunu düşünmüyorum. Şu kesin: Avrupa ve ABD’nin dünyayı düşünebilme kapasitesi sıfıra yakın. Özellikle Ortadoğu’yu düşünebilme imkânları hemen hemen yok. Çok büyük bir yorgunluk da var. Bu ülkelerin kalkıp 19. yüzyılın stratejik ya da jeostratejik kavramlarına veya kategorilerine dönebilmesi mümkün değil. Rusya’nın yaptığıysa tam da 19. yüzyılın kategorilerine dönüp, o yolla Soğuk Savaş’ın intikamını alma girişimi. Bunda başarılı olur mu, olamaz mı, bilemiyorum, fakat her halükârda Rus müdahalesi denklemi radikal bir şekilde değiştirdi. Benim görebildiğim bu.

Sözünü ettiğiniz 19. yüzyıl kategorileri neler, biraz açabilir misiniz?

Bu kategorilere göre dünya bir rekabet yeri. Bu rekabet güç olgusunu beraberinde getiriyor. Bu güç olgusunda Rusya’nın güneşin altında bir yere sahip olması gerekiyor. Açık denizler Avrupa’da bir güç olabilmesinin bir koşulu. Aynı şekilde, Avrupa dışında da bir güç olabilmesinin. Rusya’nın kategorileri bunlar. Marx’ın bu konuda çok ilginç yazıları var. Rus-Osmanlı savaşlarını, Kırım Savaşı’nı açıklayan kategoriler bunlar. Ve bunlara göre, Rusya’yı belirleyen olgu daha ziyade Almanya’ya karşı olmaktan geçiyor. Kırım Savaşı’nda değil, fakat onun ardından. Özellikle 1878 savaşından sonra çok net bir şekilde bir Rus-Alman tezatının Avrupa siyasetinin ciddi bir kısmını belirlediğini görüyoruz. 1848’de ve 1853’te durum bu değil, fakat 1878 sonrası böyle. Ama dediğim gibi, Rusya stratejik düşünebiliyor. Putin için en önemli olan Rus İmparatorluğu’nun bir şekilde bir kaynak olarak kullanılması. Hem tarihsel bir kaynak olarak değerlendirilmesi, hem de yeni bir ufuk olarak gösterilmesi söz konusu. Dış politika da buna bağlı olarak gelişiyor. İç politikada çarların muhafazakârlığına bir geri dönüş, çarlık sisteminin bazı yollardan rehabilete edilmesi, itibar kazanması, kiliseyle iktidar arasında ciddi bir ittifak oluşması gibi unsurlar görüyoruz. Buna bağlı olarak da dış arenada Ortadoğu ve Akdeniz’e yönelmek.

ABD için aynı kategorilerin söz konusu olmadığını söylemiştiniz...

Avrupa için de söz konusu değil. Avrupa’nın dünyayı 1870’lerin ittifaklarından yola çıkarak okuması artık hem mümkün değil, hem de Avrupa’nın sonu olur. Yeniden bir Almanya-Fransa mücadelesine girişilirse bu Avrupa’nın sonu olur. Kaldı ki, Almanya’nın da böyle bir güç tahayyülünde bulunabilmesi mümkün değil.

Etienne Balibar Avrupa projesinin bittiğini söylüyor ve Fransa’yı sorumlu tutuyor.

Sadece Fransa nedeniyle bittiğini söylemek mümkün değil tabii. Fakat Avrupa’nın sonu gerçek bir ihtimal. Göçmenler krizi 2013’ten beri ciddi şekilde öne çıkıyor, ama Avrupa bunun önemini kavrayamadı, bunun aynı zamanda bir Avrupa meselesi olduğunu kavrayamadı. Birçok kişi Jacques Delors’dan yola çıkarak AB’nin 2004 genişlemesinin çok büyük bir hata olduğunu düşünüyor. Doğu Avrupa’nın sisteme entegre edilebildiğini söyleyebilmek çok zor. Faktörler çok sayıda. Fakat Balibar şu konuda tamamen haklı: Avrupa ciddi bir kriz içinde ve bu krizi atlatıp atlatamayacağını bilemiyorum.

ABD’ye dönersek...

ABD’nin 19. yüzyılda bir Ortadoğu hatta bir dünya siyaseti yok. ABD’yi bir dünya gücü haline getiren Birinci Dünya Savaşı. Daha önceki siyaseti ekonomik temelli ya da Protestan misyonerlerin desteklenmesine dayalı bir siyasetti. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayarak, özellikle de İkinci Dünya Savaşı’yla beraber tamamen bir dünya gücü haline geliyor. Fakat ABD’de şu anda ciddi bir Ortadoğu yorgunluğu var. Ortadoğu’da kalma gibi bir niyetlerinin olduğunu düşünmüyorum. Ortadoğu’da, kendisini dünyanın merkezi olarak gören bir tür narsisizm var. O narsisizmi şu anda İngilizceye tercüme edebilmek mümkün değil. ABD’de hiç kimse aslında Ortadoğu’da ne olup bittiğini kavrayamıyor. Ortadoğu petrolüne bağımlılık şu anda sıfır noktasında. Hiç kimse çok ciddi iç patlama riskleri taşıyan Suudî Arabistan’ın geleceğinden emin değil. O yüzden ABD Ortadoğu’ya pek bulaşmak istemiyor. Belki İsrail gibi bazı mevzilerin korunması, genel stratejik dengelerin değişmemesi gibi amaçlar olabilir, fakat onun dışında ABD artık Ortadoğu için çarpışacak durumda değil. En azından şimdilik. Fakat az önce de dediğim gibi, tüm bunlar henüz sabitleşmiş gözükmüyor. Tabii ABD seçimlerinin getireceği belirsizlikler de var.

ABD bu yorgunluk ve çarpışmayı bırakma pozisyonunu, Rusya’nın Ortadoğu’daki nüfuz kazanımlarını kabullenmek pahasına sürdürebilir mi?

Evet. O nüfuzu kabul etmek pahasına. Aynı zamanda Rusya’nın, en azından ABD görüşünden yola çıktığınız takdirde, Ortadoğu’da tıkanıp kalması aynı zamanda Rusya’nın Avrupa’da pek müdahil olmaması anlamında gelecektir. Fakat bu ne kadar uzun vadeli bir okuma, bilemiyorum. Bana öyle geliyor ki, devletlerin rasyonalitesinde ciddi bir azalma var. Denge ve denetleme mekanizmalarının işlediğini pek söyleyemeyiz. Öngörülerin pek varolduğunu söyleyemeyiz. Bana dış siyaset hiçbir zaman bu kadar zayıf olmadı gibi geliyor. O yüzden okumalarda ciddi hatalar yapılabiliyor. Mesela, Suriye muhalefeti 2011 sonunda bugün olup bitecekleri yazıyordu. O metinlere dönersek bunu açık bir şekilde söylüyorlardı: “Bizi desteklemezseniz, yarın bu savaşın Sünnîleşmesi, ya da mezhebîleşmesi mümkün, mezhebîlikten cihadçılığa geçmesi mümkün, cihadî savaştan çok ciddi bir fragmantasyona geçilmesi mümkün, göç olgusu ortaya çıkacak...” Tüm bunlar 2011’den beri biliniyordu. Suriye muhalefeti bunu açıkça dile getiriyordu. 2012’nin başında Suriye’de yalnızca 300 cihadçı vardı. 2012 başında IŞİD henüz yok, El-Nusra’nın militan sayısı 2012’de 300’ü aşmıyordu. Fakat 2011 sonundan itibaren Suriye krizinin bedelinin ne kadar pahalı olacağına dair elimizde yeterince bilgi vardı. En azından öngörülü davranmak için yeterince bilgi mevcuttu. Fakat bunların hiçbiri kullanılmadı. Ne ABD, ne AB, ne Türkiye tarafından. 2008 ekonomik krizine baktığımızda da aynı olguyu görüyoruz. 2008 krizinin belirtileri yoğun bir şekilde 2006’dan itibaren mevcuttu. Buna rağmen hiçbir şey yapılmadı. Birçok ekonomist çok kısa zamanda büyük bir ekonomik kriz daha bekliyor. Buna rağmen yine hiçbir şey yapılmıyor. Demokrasilerde bildiğimiz atalet dönemleri vardır. Bugün böyle bir atalet dönemi yaşanıyor.

Ortaya çıkan bu tablonun sebepleri ne? Bu noktaya gelinmesi nasıl izah edilebilir?

Siyasetin içinin boşaltılması, elitlerin içinde bulunduğu durum, millî çıkarların, ya da millî çıkar olarak değerlendirilen unsurların Avrupa perspektiflerinin önüne konması, belli bir kadercilik: “ekonomi ve dış politika alanlarında bir şey yapamayız”, gibi görüşler. Faktörler çok sayıda ve çok yoğun. Büyük ihtimalle dünya tarihinde ilk kez demokrasiler “artık kadercilikten başka bir çaremiz yok” gibi bir söylem üretebiliyor. Göçmenlik meselesinde de böyle, ekonomi meselesinde de. Belki bunun tek istisnası güvenlik alanı. Ekonomide ve dış siyasette başarılı olamayınca güvenliğe ağırlık vermek ve güvenlik yoluyla toplumu yatıştırabilmek... Gerçekten de demokrasilerde ciddi bir kriz söz konusu. O kriz Rusya’da yaşanmıyor. Ya da Rusya’da da var, ama Rusya çok aktif bir şekilde ve kendi toplumunu da entegre ederek çok saldırgan bir dış politika yürütebiliyor. Mesela Fransa gibi bir ülkeyi ele aldığımızda, güvenlik hiç bu kadar duyarlı bir konu olmamıştı. Ama güvenlik konusunda en ufak bir tartışma yok. Oldukça küçük olan Fransa ordusunun bir kısmı şu anda savaş alanlarında, fakat dış siyaset ve savaş konularında en ufak bir tartışma görmüyoruz. Burada hem elitlerin konumu, hem de toplumların yorgunluğu söz konusu. Toplumların alternatif üretememesi, sağ ve sol arasında bir fark görememesi gibi sorunları, siyasetin teknokratik bir şekilde tanımlanması olgusu var. Rusya bu yorgunluğu aynı şekilde yaşamıyor.

1990’ların başında, sosyalist blokun çöküşüyle birlikte “tarihin sonu”nun geldiği, serbest piyasa ekonomisinin ebedî bir liberal demokrasiyi yaratacağı fikri hakimdi. 1990’lar öyle geçti, 2000’lere öyle girildi. 2005’te, Almanya başbakanı Schröder, veda konuşmalarından birinde şöyle demişti: “Serbest piyasa ekonomisi demokrasiyi ciddi olarak tehdit ediyor.” Schröder’in ardından Merkel dönemi başladı. Güvenlik politikalarının dönüşünün neoliberalizmin sonuçlarından biri olduğunu söylemek doğru olmaz mı? Ve mesela, 13 Kasım saldırısı veya daha öncekiler güvenlik devleti siyasetine güzel bir kılıf, sağlam bir gerekçe sağlamış oldu ve aslında neoliberal dinamiklerle başlayan güvenlikçi siyaset Ortadoğu kriziyle beraber bir meşruiyet kazandı denebilir mi? Buna paralel olarak, AB’ye katılan Doğu Avrupa ülkelerinde otoriter rejimlerin ortaya çıktığını, otoriterliğin açıkça övüldüğünü de görüyoruz. Mesela Macaristan lideri Orban, “Tayyip Erdoğan’ı örnek aldığını” söyledi.

90’lı yıllarda beni en çok ilgilendiren konulardan biri şuydu: Türkiye, İsrail ve Rusya’nın her üçünde de demokratik sistemin şeklî kurumları korunuyordu, fakat buna rağmen aynı zamanda devletin özerkliği akıl almaz biçimde genişletilebiliyordu. Hatta Türkiye’de bir bakan kendi devletini devlet terörü uygulamakla suçlayabiliyordu, bunda bir sorun yoktu. Fakat aynı zamanda devletin özerkliği de asla o kadar geniş olmamıştı. 90’lı yıllarda Türkiye, Rusya ve İsrail’de uygulanan modeller daha sonra dünyanın birçok yerinde uygulanmaya başladı. Sanırım kriz yalnızca ekonomik değil yani. Ekonomik boyut tabii ki çok önemli. Kaldı ki Schröder’in kendisi de piyasa ekonomisinin hakim olması için elinden geleni yapmıştı. Alman sosyal demokrasisinde en ciddi kopuş Schröder döneminde gerçekleşti. Alman sosyal devletini bayağı zayıflattı Schröder. Bu ekonomik boyuta şunları da eklemek gerekiyor: Ortadoğu’da Vestfalyan devletin çöküşü. Bu çöküşü yalnızca Ortadoğu’da değil, Afrika’nın önemli bir kısmında da görüyoruz. 20. yüzyılda yaratılan devletlerin çok büyük bir kısmı ciddi bir dezentegrasyon sürecinde. Ve devletin çökmesi toplumun çökmesini de beraberinde getiriyor. Genellikle sol düşüncede devlet pek sevilmediği için, devletin çöküşünün toplumu özgürleştireceği düşünülür, fakat bunun tam tersi oldu. Devletlerin çökmesi, toplumun fragmantasyonuna sebep oluyor. Bu fragmantasyon pek dikkatimizi çekmiyor, ama toplumların varolup olmayacağı da belli değil. Avrupa’daysa ciddi bir dezentegrasyon süreci var. Bu süreç yalnızca yabancıları ya da yabancı kökenden gelenleri içermiyor. Fransa’da İslâm’a geçmiş birçok kişi şu anda Suriye’de savaşıyor. Bu dezentegrasyon krizi hem ekonomik, hem de siyasi olarak toplumun çok büyük bir kısmını içeriyor. Siyasi olarak dünyaya bir anlam verememe, başka bir dünya tahayyül edememe durumu söz konusu. Tüm bu faktörlerin bir araya gelmesiyle batı demokrasilerin yaşadığı ciddi krizi görüyoruz. Güvenlik sistemine geçiş dünya tarihinde daima böyle gerçekleşti. Bu krizleri aşamamaya bir cevap olarak ortaya çıkıyor. Çünkü bu şekilde devletlerin meşruiyetini sağlayabiliyorsunuz, devlete itaatın oluşmasını sağlayabiliyorsunuz.

Sözünü ettiğiniz dezentegrasyon sürecine Fransa özelinde baktığımızda, hem siyasi, hem ekonomik ve genel olarak sosyal bir çıkmazın içinde olunduğunu görüyoruz. Bu durumun nasıl çözüme ulaştırılabileceğine dair herhangi bir öneri, olumlu öngörü yok gibi. Özellikle de 13 Kasım saldırılarının yarattığı travmanın ardından bu sorunun masaya yatırılamıyor olması çok endişe verici değil mi?

Tabii çok endişe verici. Fransa’da olup biten aslında İngiltere’de, İsveç’te de oluyor. O yüzden Fransa’nın özelliği, öznelliği yok diyebiliriz. Sorunlardan biri Fransa’nın, İngiltere’nin ya da Almanya’nın kendilerini millî çerçevelerinin dışında düşünebilmelerinin mümkün olmaması. Mesela Fransa’daki ekonomik sorunların Fransa tarafından ya da Fransa çerçevesi içinde çözülemeyeceğini herkes biliyor, fakat aynı zamanda Fransa dışında bir tahayyül gelişemiyor. Fransa’da bir sendikal hareketin artık mümkün olamayacağını herkes biliyor, ama Avrupaî bir sendikal hareket düşünülemiyor. Syriza gibi bir hareket ortaya çıkıyor, fakat Yunanistan çerçevesinde kalmak zorunda kaldığı için ister istemez başarısızlığa uğruyor. Kısacası, sorunlardan biri şu: Avrupa kendisini koruyabilecek mi? Yeniden oluşturabilecek mi? Ve Avrupa siyasi bir anlam kazanabilecek mi? İkinci sorun, sağ ve sol arasında en ufak bir farkın kalmamış olması. Açıkça görebiliyoruz ki, demokratik bir toplumun ikili bir ayağı olması gerekiyor. Bu ayaklardan biri konsensüs, çünkü konsensüs olmadan toplumun kimliğini ve dış sınırlarını belirleyebilmesi mümkün değil. İkincisi de dissensüs. Uzlaşmazlık olmadan da toplumun kendisini yenileyebilmesi, yeni toplumsal alternatifler oluşturabilmesi, belli bir dinamizm kazanabilmesi mümkün değil. Konsensüs olmayınca toplumun dağılma ihtimali oldukça yoğun, ama dissensüs olmayınca da toplumun otoriter veya totaliter bir nitelik kazanması kaçınılmaz olabiliyor. “Dissensüs”ten kastettiğimiz ihtilâf, bölünme, kopuş, anlaşmazlık. Fakat meşrulaştırılan bir anlaşmazlık, bir kopuş. Yani müzakere imkânlarını sağlayan bir kopuş. Demokratik bir toplum sadece birleşik değil, aynı zamanda bölünen bir toplumdur. Demokrasi bölünme de yaratır, birleşme değil. ama belli noktalarda bölünmelerin en azından nasıl müzakere edileceği, ya da nasıl meşrulaştırılacağı konusunda bir birleşme olması gerekir.

“Türk Devletinin Kürtlere Karşı Açtığı Savaşı Durdurun” protestosu. Londra, 6 Mart 2016.
Konsensüsü yaratan da zaten o kopuşların kabul edilip aralarındaki buluşma noktalarının ortaya çıkarılması değil mi?

Evet. Toplumu o kopuşlar üzerinden okuyabilmek, meşrulaştırabilmek, o kopuşları toplumu yenileştirici kaynaklara dönüştürmek.

Balibar’ın kulağını bir kez daha çınlatalım. O daha çok ihtilâf ayağına ağırlık veriyor. Demokrasinin ancak ihtilâfla, çatışmayla mümkün olabileceğini söylüyor. Konsensüsün ihtilâfların sonucu olarak ortaya çıktığını söylüyor. Fakat sizin anlattıklarınızdan ortaya çıkan bir muhalefet krizinin mevcudiyeti. Toplumsal muhalefet zayıf, etkisiz. Belki de bu, demin sizin de söylediğiniz gibi, yeni bir ufuk önerememesinden kaynaklanıyor. O bakamadığı ufuk ulusal sınırlar içindeki çözüm arayışlarının ötesine geçememek mi?

Avrupa’da gördüğümüz sorunlardan biri, demin dediğim gibi, ulusal sınırların aşılamaması. Bunu hem ekonomide, hem dış politikada görüyoruz. İkinci olgu da Yunanistan’ı, hatta kısmen Türkiye’yi de içeriyor: Avrupa demokrasileri şu anda orta sınıf demokrasileri. Orta sınıflar değişik talepleri dile getirseler bile korkak bir durumda. Çünkü bazıları statülerini kaybetmekten korkuyor, orta sınıflaşmanın verdiği dinamikler bireyselleşme yaratıyor. Toplumdan çekilip bireye dönme olgusu son derece yoğun olarak yaşanıyor. Bu orta sınıflaşmayla beraber ortaya çıkan bir diğer olguysa işsizleşme. Marx’ın Hindistan köylüleri üzerine yazdığı yazılardaki gibi, artık sömürülmeye bile değmeyen milyonlar var. İşsizlik sömürülmeye bile değmeyen milyonlarca insanlık bir kitle yaratıyor. Bunun dinamik bir kitle oluşturabilmesi mümkün değil. İşçi sınıfı dinamik bir kitleydi, çünkü somut zeminlerde buluşabiliyordu. Bir fabrikada, atölyede buluşabiliyordu. İşsizlik altı ay içinde işsizi sosyalizasyon çevrelerinden tümüyle kopartan bir süreç. Sanıyorum ki, Avrupa toplumlarının yaşadığı krizin temelinde bu sınıfsal olgu da var. Bir yandan orta sınıflaşma, diğer yandan orta sınıflaşmanın tek alternatifi olarak ortaya çıkan işsizlik.

Varoufakis’in bir Avrupa partisi (Democracy in Europe Movement / DiEM 25) kurma girişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Varoufakis’e katılmamak mümkün değil. Bir Avrupa partisi olmadan kalkıp Fransa veya Yunanistan’da dengeleri değiştirebilmek, taşları yerinden oynatabilmek mümkün değil. Yunanistan örneği gerçekten de çok önemli. Gerçi Syriza’nın başarısı belki tamamen yozlaşmış elitlerin iktidarına son verip yeni bir iktidar oluşmasına imkân sağlayabildi. Atina son derece dinamik bir şehir, Selanik de öyle. Fakat aynı zaman da şunu da görüyoruz: salt Yunanistan çerçevesinden yola çıkarak ekonomik bir siyaset oluşturabilmek imkânsız. Avrupa ekonomisine entegre olduğu için, para kaynakları olmadığı için, ekonomik krizin on milyonluk bir ülke tarafından aşılabilmesi mümkün değil. Halbuki beş yüz milyon kişilik bir sahada çok daha değişik ekonomik alternatifler düşünmek mümkün. Ama Varoufakis nereye varabilecek, sorun orada. Çünkü orta sınıflar merkez sağ ve merkez sol dışında alternatiflere pek ağırlık vermiyor. İşsizlerde görülense daha ziyade popülizme kaymaları. Varoufakis’in bakışı hem doğru, hem zorunlu. Avrupa’da artık millî bir siyaset, millî bir sendika, millî bir tahayyül bana mümkün gözükmüyor. Varolan AB’ye alternatif olarak başka bir AB’nin mümkün olabileceğini gösteren bir girişim Varoufakis’inki. Ancak, başka bir AB şimdilik mümkün değil. Dediğim gibi, orta sınıflar olgusu, işsizlik meselesi, ekonomik krizin bir sistem haline gelmesi, ekonomik krizin aynı zamanda itaat üretici ya da hareketsizleştirici bir faktör olarak kullanılması, güvenlik meselesi var. Yarın mesela 13 Kasım Paris saldırıları gibi dört-beş saldırı daha olursa, Avrupa’nın tümünde bir güvenlik rejimi meşruiyet görür. Engeller son derece fazla. Fakat aynı zamanda bazen kaybedilecek savaşlara da girişmek gerekiyor. İslamî jargonda şehadet savaşları vardır. Kaybedilen bir savaşın kaybedilmiş olmasına rağmen savunulması. 1920 ve 30’lara baktığımız zaman son derece cılız İngiliz ve Fransız demokrasilerinde demokrasinin geleceğine inanan kimse yok. Herkes geleceğin totaliter bir gelecek olacağından emin. Almanya Fransa’ya göre, Rusya İngiltere’ye göre çok daha başarılı ve kalan cılız muhalefet biraz şehadet muhalefeti yapıyor. “Biz kaybettik, ama demokrasi için yine de mücadele etmek lâzım” diyen bir muhalefet. Raymond Aron bile 1930’larda demokrasinin geleceğinden emin değil. Ama, kaybedilecek bir savaş söz konusu olsa dahi, o mücadeleden kaçınmamak gerektiğini düşünüyor. Belki bizim de bu şekilde düşünebilmemiz gerekiyor. Bir yığın savaş kaybedildi ya da kaybedilme tehlikesi ciddi olarak mevcuttu. Demokrasinin ebedî olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz. Yarın otoriter rejimlerin dünyaya hakim olmayacağından emin olamayız. Türkiye gibi bir ülkede toplumun bütünüyle çökmeyeceğinden emin olamayız. Fakat bununla birlikte, bazı savaşlara girişmek gerekli.

Ortadoğu’ya dönelim... ABD’nin Ortadoğu politikasına ilişkin Mike Whitney’in Globalresearch’te 24 Şubat’ta yayınlanan, sendika.org’da çevrilen makalesinde önemli saptamalar var: ABD’nin Rusya’yı kazanamayacağı bir savaşın, bir bataklığın içine çekmeye çalıştığını ve bu amaçla Türkiye’nin sinir uçlarıyla oynayarak Rusya’nın başını çektiği koalisyona karşı sınır çatışmalarına kışkırttığını söylüyor. Ve ABD’nin bir taşla iki kuş vurmak istediğini, böyle bir askerî girişiminin Erdoğan rejimini zayıflatmasını ve tasfiyesine yol açmasını hedeflediğini ileri sürüyor.

ABD’nin Rusya’yı Avrupa’dan uzaklaştırmak istediği kesin. Fakat ABD’nin bir dış stratejiye sahip olduğundan kesinlikle şüpheliyim. Özellikle Obama dönemi bunu çok açık şekilde gösterdi. ABD’nin dış siyaseti yok. Afrika’ya yönelik, Asya’ya yönelik bir dış siyaseti var. Ama Ortadoğu’ya yönelik bir dış siyaseti olduğundan emin değilim. ABD açısından İran meselesini çözmek son derece önemliydi. Orada epeyce ilerleme kaydedildi. Onun dışında ABD Suriye’deki krizin hiçbir aşamasını okuyamadı. Hatta IŞİD olgusunu da okuyamadı. Tek bir örnekle yetinmek gerekirse, 4 Ocak 2014’te Felluce şehri düştü. Bu şehrin düşüşü hem ABD’de, hem Avrupa’da küçücük bir gazete haberi dışında yankı yaratmadı. Musul 10 Haziran’da düştü. Halbuki 5 Ocak’ta bir şeyler yapılabilseydi büyük bir ihtimalle IŞİD’in gelişmesi engellenebilirdi. Yani, en büyük güçler de dahil olmak üzere, dünya güçleri tamamen kör olabiliyor.

Söz konusu makalede, ABD’nin IŞİD’in varlığını pek umursamadığı, hatta biraz da işine geldiği söyleniyor. Tabii en azından Batı’ya karşı dişleri sökülmüş bir haliyle.

Şurası çok açık: eğer IŞİD bir intihar stratejisi içinde olmasaydı, Avrupa’da da bir yığın kişi bir IŞİD devleti olmasından pek de rahatsız olmazdı. Rahatsız olunan konu IŞİD’in belli bir bölgenin dışında saldırılarda bulunması ve IŞİD olsun, El-Kaide olsun, radikal bir İslâmcı örgütün hem Amerika’da, hem Avrupa’da şiddet üretmesi. Bu onları yakından ilgilendiriyor. Onun dışında tabii ki IŞİD’i kabul edebilirlerdi. Suudî Arabistan gibi bir IŞİD devleti olması onları pek rahatsız etmezdi. Fakat yeniden Rusya’ya dönersek, şu anda ABD’yi ilgilendiren Rusya’nın Avrupa’da mümkün olduğunca az aktif olması. ABD şunu çok iyi biliyor: uzun bir dönemde Ortadoğu’ya yatırım yapan Rusya’nın ekonomik olarak bunu kaldırıp kaldıramayacağı bilinmiyor. Soğuk Savaş’ın bitmesinin tek nedeni değildi belki ama, nedenlerinden biri silahlanma olgusuydu, Afganistan olgusuydu. Rusya bu oyuna gelecek mi gelmeyecek mi, ondan da pek emin değilim. Hiç kimse 2014’te Rusya’nın kalkıp Suriye’ye bu kadar yoğun bir askerî yatırım yapabileceğini tahmin edemiyordu. En azından bunu yapabilecek askerî imkanlara sahip olduğu pek düşünülmüyordu. 2016’da bu gerçekleşti. Suriye Rusya için kesinlikle yeni bir Afganistan değil. Rus askerleri doğrudan savaşa katılmıyor. Ya da katılınca hava bombardımanlarıyla katılıyor. IŞİD’in elinde şu anda ABD’nin Afgan direnişçilerine destek olmak için verdiği silahlar yok. Uçak düşürmelerini mümkün kılacak silahlar yok. ABD’nin kalkıp Suriye için Rusya’yla savaşa gireceğine ihtimal vermiyorum. Nükleer güçlerle karşı karşıyayız. Raymond Aron bunu çok açıkça ifade ediyordu: “Barış mümkün değil, ama savaş da ihtimal dışı”. Nükleer güçlerin savaşa tutuşmaları bana kesinlikle imkânsız gözüküyor. ABD Kırım’ın ilhakını kabul etmek zorunda kaldı. Herkes kabul etmek zorunda kaldı zaten. 2013 Eylül’ü çok manidar geliyor bana. 2013 Eylül’ünde Esad’ın kimyasal silah kullanması, ABD’nin müdahale etme tehdidinde bulunması ve son dakikada Lavrov ve Kerry arasında varılan anlaşma. Bu anlaşma aslında her şeyi gösteriyordu. O anlaşmadan sonra Putin’in kullandığı dil, o metinler çok ilginç. Tamamen erilliğe dayanan metinler. “Avrupa’da ve ABD’de onur yok. Bunlarda erillik, erkeklik kalmamış, dişileşmişler” söylemi. Çarlık Rusya’sına dönüş aynı zamanda biraz da bu. O anlaşmadan sonra Rusya’nın çok kesin bir şekilde şu noktaya vardığını görüyoruz: ABD’de bu korkaklar hiçbir şey yapamaz! Kırım’ın ilhakı bundan hemen sonra oluyor. Rusya’nın Suriye müdahalesi de giderek artan bir şekilde sürüyor. ABD’de ya da dünya çapında güç dengelerini görüyoruz, ama iç Amerika’daki dengeleri pek görmüyoruz. Şu anda izolasyonizm eğilimi yoğun bir şekilde güçleniyor.

Obama gelirken de öyleydi, değil mi?

Evet ve Obama aslında belli bir noktada izolasyonist bir çizgi izleyebildi. Ama şu anda onun çok ötesinde. Seçimler üzerine bir tahmin yapabilmek mümkün değil... Donald Trump ve Putin arasında çok büyük bir yakınlık var. İşbirliğine varan bir yakınlık. Trump’un İslam üzerine konuşmalarını birçok kişi İslâmofobi olarak algıladı, ama aslında değil, ya da İslâmofobi boyutu da var. Kabaca şöyle diyor: “Bizim kalkıp bunlarla ilgilenmemiz için hiçbir neden yok. Bırakalım kendi kendilerini katletsinler. Amerika’da, batıda bir tesiri olmasın. Onun dışında ne halleri varsa görsünler”. Bunu aslında birçok kişi söylüyor. Sadece İslamofoblar değil. İslâm aleminin binlerce intihar saldırısını düzenlemesini açıklayabilmek kolay değil. Fransa’da bunu Sykes-Picot’yla açıklamak mümkün değil, Cezayir savaşıyla açıklamak mümkün değil, az gelişmişlikle de açıklamak mümkün değil. Yani bir yığın kişi bu konumda. Yarın mesela Trump gibi biri iktidara gelirse Rusya’ya bakış en azından ilk başta olumlu olarak değişebilir.

Trump’ın iktidara gelmesi zayıf bir ihtimal olarak gözüküyor...

Fakat aynı şey Ted Cruz için de geçerli. Çok daha bilinçli bir İslâmofobiye sahip olmakla birlikte Cruz da öyle. Cruz Trump’in çok daha medeni, ama çok daha radikal bir versiyonu.

Konuşmanın başında Suriye muhalefetinin öngörülerinden bahsettiniz. AKP hükümetinin 2002-2003’te dışişleri bakanlığını yapan Yaşar Yakış, 23 Nisan 2012’de, Neşe Düzel’e verdiği söyleşide özetle şöyle diyor: 1- Bu ihtilaf Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’nin güneyinde bir Kürt bölgesi yaratacak. 2- Şam-Lazkiye bölgesinde Bir “Cebel Alevi” cumhuriyeti – 2012’de “butik devlet” lafı henüz yok– kurulacak. 3- Suriye genelinde Vahabîlik ön plana çıkacak. Yaşar Yakış, Türkiye’nin Arap dünyasındaki imajının sanıldığı kadar parlak olmadığını anlattığı bu söyleşinin finalinde, “Esad bir yıl içinde gider diye kimseyle bahse girmem” diyor. Düşmesi konusunda asla iddiaya girmem” diyor. Oysa 2012’de, Esad’ın gidişi an meselesi olarak görülüyordu.

O öngörüler gerçekleşmekte. Suriye’nin üçe bölünmesi mümkün. Fakat orada da krizin ne kadar derin olduğunu ve nasıl yazdan yaza nitelik değiştirdiğini görüyoruz. Kriz ilk başta Suriye içi krizdi. Şu anda varılan noktada, öncelikle bir fragmantasyon krizi. İkincisi, bir Arap iç savaşının parçası olmuş durumda. 2011’de bir Arap iç savaşından bahsetmek mümkün değildi, şu andaysa Arap ülkelerinin çok önemli bir kısmını içeren bir savaşla karşı karşıyayız. Nasıl ki 1914 için Avrupa iç savaşından bahsediliyorsa, buna benzer bir iç savaş görüyoruz. Üçüncüsü, İran, Türkiye ve Suudî Arabistan’ın en büyük sorumluğunu taşıdıkları bir mezhep savaşından söz etmek gerekiyor. Ortadoğu’nun sınırlarının mezhebî temelle yeniden tanımlanması. Ve dördüncüsü, Rusya’nın girişiyle savaşın uluslararası bir boyut kazanması. Söz konusu olan aynı zamanda bir çetrefilleşme süreci. Bu çetrefilleşme nereye kadar devam edecek? Ardından bir basitleşme gelecek mi? Bunları pek göremiyorum şu anda. Ama 2011 Mayıs’ında 300 kişi öldürülmüştü Suriye’de ve bizler korku ve dehşet içindeydik, nasıl olur da 300 kişi öldürülebilir diye. Şu anda ölü sayısı büyük bir ihtimalle 300 bin. Uluslararası bir kuruluş 470 bin rakamını söylüyor.

Ve yalnızca Türkiye’de de yaklaşık üç milyon mülteci...

Lübnan’da bir milyondan fazla... Yani eğer Suriye savaşı Fransa’da olmuş olsaydı, bu 900 bin ölü, 32-33 milyon iç ya da dış göçmen ve Lille, Marsilya, Lyon gibi şehirlerin düşmüş olacağı anlamına gelirdi.

Türkiye’nin Suriye politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de ciddi bir şekilde rasyonalitenin imhasına şahit oluyoruz. Bu durum Türkiye’yi tamamen öngörülemez bir ülke haline getiriyor. Bu Avrupa’yı, Amerika’yı korkutan, Rusya’yı büyük bir ihtimalle sevindiren bir olgu. Çünkü bu denli öngörülemez bir ülkeyle savaş mantığını devam ettirebilmek çok daha kolay olur. O yüzden Türkiye’nin stratejisi tamamen bir cinnet stratejisi. Kobanî meselesine dair birçok kişi yazmıştı: Kobanî Türkler ve Kürtler arasındaki barışın bir koşulunu oluşturabilir diye. Yeni bir ittifak kurulmasının fırsatını oluşturabilir. Kobanî, ondan sonra Cizre ve diğer şehirler Kürt hareketinin çok büyük bir kısmının İran’a yaklaşması sonucunu doğurdu. Mesela yarın İran, Rusya, Ermenistan ve PKK ittifakını ihtimal dışı görmüyorum. Halbuki bu bir kader değildi. Rus uçağının düşürülmesi Türkiye’nin –o berbat kelimeyle– stratejik çıkarları açısından bile büyük bir felaket oldu. Türkiye o iç rasyonaliteyi yeniden üretebilecek mi, pek bilemiyorum.

Kobanî için düzenlenen gösteri. Münih, 18 Ekim 2014.
Rojava’da Irak’taki Kürdistan Federe Devleti konusundakine benzer bir “rasyonalite” aslında mümkündü. Irak’ta yapılan pekala Suriye’deki Kürtlerle yapılabilirdi. “Komşularla sıfır sorun” politikasından buraya nasıl gelindi?

Şöyle bir olgu var: Davutoğlu 2009’da Dışişleri’ne geliyor. 2010’da “komşularla sıfır sorun” siyaseti izleniyor. Erdoğan Kasım 2010’da Kaddafi İnsan Hakları Ödülü’nü alıyor. Ondan sonra olup bitenler Türkiye için ilk başta bir şok. Fakat 2012’ye gelindiğinde, Türkiye bir imparatorluk olmasa bile, AKP’ye benzer partiler arasında ve kendisinin yöneteceği bir koalisyonun oluşabileceğini düşünüyor. Libya’da Müslüman Kardeşler, Tunus’ta Nahda, Mısır’da Müslüman Kardeşler, Suriye’de Müslüman Kardeşler... Strateji bu şekilde genişleyince ve sınır PYD tarafından kontrol edilince, Türkiye’nin bu son penceresi de kapanıyor. Ve o pencerenin kapanmasını Türkiye’nin yeniden tanımlaması mümkün değil... Aslında Davutoğlu’nu okuduğumuz zaman, özellikle Stratejik Derinlik’te onun görüşünün “sıfır sorun” falan olmadığını görüyoruz. Davutoğlu şunu söylüyor: 19. ve 20. yüzyıl modernlik yüzyıllarıydı, Allaha şükür modernlik bitti, artık globalizasyondayız ve globalizasyon genel İslamcı çerçevenin dışında çıkarak da neredeyse sosyal darwinist bir savaşı gerektiriyor. Bu savaşı kazanabilmek için de güçlü olmak gerekiyor. Ama güç sadece fizikî güç değil. Onun dışında Davutoğlu’nun gayet açık bir şekilde derin stratejiden anladığı, Türkiye yönetiminde bir Ortadoğu. Türklüğün İslâm’dan yola çıkarak yeniden tanımlanması ve İslâm’ın Türklükten yola çıkarak, Türk liderliğinden yola çıkarak yeniden tanımlanması, Türk muhafazakârlığında da, Millî Görüş’te de, Gülencilikte de, Davutoğlu’nun düşünce evreninde de varolan bir olgu.

Fakat 2010 şartları buna imkân vermiyordu. Çünkü binlerce İslâmcı mahpusu katleden Kaddafi’ye yakınlaşma olgusu mevcuttu o zaman. 2011 buna imkân tanıdı. 2011’de, Arap ihtilallerinden hemen sonra, İstanbul’da bir toplantı düzenlenmişti. Arap aleminden çok sayıda İslâmî entelektüel katılmıştı. Onların söylediği tek bir olgu var: “Biz ne bir Osmanlı vilayetiyiz, ne de bir Avrupa müstemlekesiyiz.” Sanıyorum o noktada AKP okumayı doğru yapamadı. AKP model olarak algılanıyordu. “AKP’nin başardığını biz niye başaramayalım” fikri ortaya çıktı. Fakat kimse Türkiye hakim güç olsun görüşüne kapılmadı.

Şöyle bağlayalım: Bu bir sokak röportajı olsaydı, bir TV kanalı olarak sizi yolda durdurup “Suriye’de ne olacak?” diye sorsaydık, otuz saniye süreniz olsaydı, ne cevap verirsiniz?

Otuz saniyede şunu söyleyebilirim: Suriye’de ne olacağını bilmiyorum. Şu çok açık: Suriye’de son beş yılda her yaz ihtilâf kılıf değiştiriyor. Savaşın boyutu o kadar şiddetli ki, kısa bir dönemde varolan tüm dinamikler eriyip gidiyor, çok daha şiddetli dinamiklere geçmek zorunda kalıyor. O yüzden buna “malédiction estivale” [yaz laneti] diyorum. Suriye’de bir yaz laneti var. Her yıl, her yaz Suriye ihtilâfı yeniden tanımlanıyor. Bu koşullarda 2017’yi görebilmek çok zor benim açımdan. Eğer Rusya ve ABD arasında bir anlaşma olursa belki bir istikrara varılabilir, fakat ondan bile şüpheliyim.