Mekâna dair yaygın kavrayış tekil yerlerle, bu yerlerde gerçekleşen toplumsal olayları bir sahne-oyun ilişkisi biçiminde resmetme eğilimindedir. Şehir, meydan, sokak ya da ev gibi farklı ölçeklerdeki yerler siyasal çatışma, çalışma, boş zaman gibi toplumsal ilişkilerin üzerinde cereyan ettiği platformlar olarak anlaşılır. Bu türden bir kavrayış toplumsal olanla mekânsal olanı birbirlerine dışsal olarak konumlandırılmış kertelere sabitler. Böylece mekânın toplumsal ilişki ve olaylar üzerinde belirleyici bir etkisi olmadığı, toplumsalın mekânsalı tek yönlü olarak biçimlendirdiği sonucuna varılır.
Halbuki her toplumsal ilişki kendi mekânsallığını kurar ve eşzamanlı olarak mekân söz konusu toplumsal ilişkinin vasfını, karakterini belirler. Örneğin, hem iktidar hem de direniş belirli bir yerde ve belirli bir yerin nitelikleri uyarınca kurulur, deneyimlenir ve dönüşür. Kısacası, daha yaratıcı bir yaklaşım bizatihi mekânların toplumsal ilişkilerin kurucusu olduğunu teslim ederek yola çıkmak zorundadır.1 Siyasal süreçleri, temsilleri ve öznellikleri kavrayabilmek için bu süreçlerin meydana getirdiği mekânsallıkların gerisinde yatan tasavvurlara, stratejilere ve imgelemlere de odaklanmak gerekir.
Bu perspektif, çatışmasızlık sürecinin bir kez daha sona ermesiyle birlikte Suriçi, Cizre, Nusaybin gibi Kürt coğrafyasının önemli kentsel merkezlerinin doğrudan güvenlik operasyonlarının ve silahlı çatışmaların mahalleri haline gelmesinin gerisinde yatan mantığı anlamlandırabilmek için bize farklı bir imkân sunar. Böylelikle içinden geçtiğimiz yeni durumu basitçe askerî-siyasal çatışmanın kırdan kente sıçraması, yani bir yer değiştirme, saha kayması olarak yorumlama hatasına düşmemiş oluruz.
Bu yazıda bu türden bir sorgulamayı üç aydır sokağa çıkma yasağının kesintisiz sürdüğü Diyarbakır’ın tarihî kent merkezi Suriçi’ne ve devletin/AKP’nin mekân stratejisine odaklanarak yapmaya çalışıyorum. Merceği, rahatlıkla “kent savaşı” olarak adlandırılabilecek son durumun öncesine çeviriyorum. Zira asıl işaret etmek istediğim, Kürt şehirleri söz konusu olduğunda, 2000’li yıllarda siyasal iktidar tarafından tasavvur edilen ve bir ölçüde uygulamaya konan mekân politikasının içerdiği süreklilikler. Sürekliliklere odaklanmak bizleri, en kestirme biçimde “insansızlaştırma” olarak adlandırılabilecek mevcut stratejinin gerisindeki siyasal-mekânsal imgelemin köklerinin henüz fizikî çatışmanın başlamadığı günlere kadar uzandığı sonucuna götürecek.
Suriçi’ni ihya etmek
Suriçi yaz aylarından bu yana ikili bir mücadelenin konusu. Birinci düzey, elbette ki fizikî müdahalelerin ve mücadelelerin düzeyi. Suriçi’nde Dağkapı-Mardinkapı aksının doğu yakasında yer alan ve çatışmalar öncesinde yaklaşık otuz bin kişinin ikamet ettiği altı mahallede (Cevatpaşa, Fatihpaşa, Dabanoğlu, Hasırlı, Cemal Yılmaz ve Savaş mahalleleri) Aralık’tan bu yana resmî olarak sokağa çıkma yasağı uygulanmakta; kalan dokuz mahalle ise fiilî olarak yasak kapsamında. Resmî kurumlarca kaleme alınan raporlardan, gazetelere yansıyan tanıklıklardan ya da fotoğraflardan, can kayıplarının yanı sıra, bu bölgede kasıtlı bir “insansızlaştırma”nın ve yapılı çevrenin topyekûn yıkımının yaşandığını izlemek zor değil.2
Diğer yandan, bu süreçte bir “yeniden inşa/ihya” söyleminin siyasal iktidar tarafından ısrarla dillendirildiğine tanık oluyoruz. İlk olarak, hükümete yakın Star gazetesi 2007 yılındaki Cumhuriyet mitinglerinde yükselen o meşum sloganı hatırlatan “TOKİ göreve” manşetiyle güvenlik operasyonlarının yürütüldüğü alanlarda yaşanan yıkımın Toplu Konut İdaresi marifetiyle telafi edileceğini duyurdu.3 Haber terör olaylarıyla çarpık kentleşme arasında doğrudan bir bağ olduğunu belirtiyor ve olayların kalıcı olarak önüne geçilmesi için Suriçi’nin bir kısmında 2009’dan beri düşe kalka da olsa süren kentsel dönüşüm projesinin genişletilerek tamama erdirilmesi çağrısı yapıyordu.
Ardından Şubat ayının hemen başında bu sefer Başbakan Davutoğlu’nun “Sur Toledo olacak” çıkışı geldi.4 Üç semavi dinin buluştuğu bir “medeniyetler beşiği” olması hasebiyle seçildiği anlaşılan Toledo referansıyla Diyarbakır için arzulanan yeniden inşanın “tarihsel” bir mahiyeti olacağı anlaşıldı. Nitekim birkaç gün sonra yine Davutoğlu, on maddelik “Terörle Mücadele Eylem Planı”nı açıklarken “tarihî dokuyu koruyan şehirleri ihya” edeceklerini, bu amaçla yeni bir yasal düzenleme hazırlığı içinde olduklarını ifade etti.5 Bu türden bir yasal düzenleme henüz yapılmış değil, ama Şubat sonunda kimi haber kanallarına yansıyan bir toplantıda Suriçi’ne dönük olası bir çalışmanın başlatıldığı iddiası ortaya atıldı.6 Haberde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Diyarbakır il müdürlüğü tarafından organize edilen ve bakanlığın merkez ve taşra yöneticilerinin, AFAD temsilcilerinin ve kimi yerel müteahhitlerin katıldığı bu toplantıda iki aşamalı bir yöntem üzerinde durulduğu belirtiliyordu. Buna göre, büyük çoğunluğu Suriçi’nde evlerini terk etmek zorunda kalanlara ayrılacak on bir bin konutluk bir toplu konut alanı TOKİ tarafından inşa edilecek, projenin tamamlanmasına kadar geçen sürede ise AFAD tarafından kurulacak bir afet kent alanı kullanılacaktı.
Bu girişimlerin ne ölçüde ve biçimde uygulama şansı bulacağını bugünden kestirmek zor. Zira birincisi, tüm bu süreç son yıllarda alışık olduğumuz üzere son derece merkezîleşmiş ve açık olmayan bir biçimde yürüyor. Ortada spesifik bir yasal düzenleme olmadığı gibi, kamuyla paylaşılmış proje de yok. İkincisi ve daha önemlisi, bu türden planlar, yerel düzeydeki farklı aktörlerin tepkilerinden, yani mevcut güç dengelerinin seyrinden azade değildir. Nitekim Kürt siyasal hareketinin silahlı kanadından temsilciler bu girişimleri “kültürel soykırım” olarak kabul edeceklerini ve buna uygun yanıt vereceklerini ifade ettiler.7
Neticede, elimizde spekülatif karakteri ağır basan bilgi kırıntılarından ve meşruiyet yaratma kaygısı taşıyan propagandif öğelerden başka bir şey yok. O nedenle fizikî şiddetin her türden meşruiyet kaygısını geçersiz kıldığı bir süreçte bu türden çıkışlardan (medeniyet ihyası ya da neoliberalizmin şok doktrini gibi) katî sonuçlar çıkarmak yerine, siyasal iktidarın söylemsel hamlelerini 2000’li yıllarda Suriçi’ndeki mekân üretim süreçlerinin filtresinden geçirmeye çalışalım.
Hegemonya mücadelesi
2011 Şubat ayında dönemin Diyarbakır Valisi Mustafa Toprak ve AKP Diyarbakır milletvekillerinden oluşan bir heyet Ankara’da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bir ziyarette bulundu. Basına yansıyan haberlerden anladığımız kadarıyla ziyaretin amacı, Suriçi’nde süregiden kentsel dönüşüm projesinin ve aslen bir rekreasyon alanı projesi olan Dicle Vadisi Projesi’nin hızlandırılması yönünde bakanlıkça adımlar atılmasını talep etmekti. O dönem büyükşehir ve ilçe belediyesini elinde tutan BDP kadrolarının süreci kasten ağırdan aldığını belirten heyet, bu mekânsal müdahalelerle o sıra gündemde olan (ve Oslo görüşmelerinin sızdırılmasıyla sona erecek olan) çatışmasızlık sürecinin kaderinin ne denli birbirine bağlı olduğunu vurguluyordu. Milletvekili Cuma İçten o günlerde şöyle diyordu:
“Çözüm süreci bittiğinde çok ciddi anlamda Diyarbakır’ın insan akınına uğrayacağını biliyoruz. İnsanların geldiğinde de yaşanabilir bir şehri görmelerini istiyoruz. Özellikle tarihî eserlerimizin çevre düzenlemelerini de bitirip bu şehri iç ve dış turizme açma noktasında sabırsızlık içerisindeyiz.”8
Bu sözler 2009 Ekim ayında Diyarbakır Valiliği, TOKİ, Büyükşehir ve Sur ilçe belediyesi arasında imzalanan iki ayrı protokolle startı verilen kentsel dönüşüm projelerinin gerisindeki temel motivasyonu açıklar nitelikte. Nitekim İçkale ve çevresiyle Alipaşa ve Lalabey mahallelerinin büyük bir kısmını içine alan ve peşi sıra Suriçi’nin bütününde bir dönüşümü tetiklemesi hedeflenen projelerin temel gayesi, bu alanlardaki gecekondu yerleşimlerini yıkmak, hak sahiplerini Çölgüzeli bölgesinde inşa edilen toplu konut alanına transfer ederek nüfusu azaltmak ve tarihî yapıların görünürlüğünü arttırmaktı. Daha teknik bir ifadeyle, Suriçi’nin kültürel ve tarihî peyzajının yeniden tanımlanması yoluyla turizm odaklı bir ekonomik büyüme sağlamak, hedeflenen başlıca gayeydi.
Bu hedef 2000’lerde AKP’nin Kürt nüfus üzerinde hegemonya tesis etmeye dönük stratejisiyle aynı dönemde ulusal ölçekte benimsenen ve bilhassa kalkınma ajansları etrafında kurumsal-idarî mimarisi oluşturulan “sosyal kalkınma” paradigmasının özgün bir birleşiminin ifadesidir. Söz konusu paradigma, bölgesel kalkınmanın yolunun tekil yerelliklerin sahip olduğu düşünülen değerlerin ve varlıkların öne çıkarılmasından geçtiğini varsayar.9 Bunun Diyarbakır için anlamıysa şehrin cumhuriyet tarihi boyunca katmerlenen az gelişmişlik sorununun çözümünün turizmde olduğu çıkarsaması olmuştur.
Nitekim 2008’de, Diyarbakır’ın Dokuzuncu Kalkınma Planı ve GAP Eylem Planı uyarınca bölgesel “cazibe merkezi” ilan edilmesinin ardından, turizm odaklı bir büyüme stratejisinin uygulanmasına yönelik daha sistematik adımların Karacadağ Kalkınma Ajansı’nın koordinatörlüğünde uygulamaya konduğunu görürüz. Özellikle Ulu Camii ya da surlar gibi anıtsal yapıların restorasyonuna yönelik hayli masraflı ve kapsamlı girişimler bu strateji bağlamında gündeme gelmiştir.
Her ne kadar yukarıdaki haberde BDP’nin ayak sürdüğünden şikâyet edilse de aslında turizm odaklı büyüme perspektifinin dönemin belediye yöneticileri ve kadroları tarafından da paylaşıldığını söylemek mümkün. Kesintilerle de olsa silahların susmasına yönelik iyimser bir havanın ağır bastığı bu yıllarda devlet kurumlarının, yerel sermayenin ve şehrin yerel idaresini yürüten Kürt hareketinin kimi kesimlerinin bu perspektif etrafında tedrici bir uzlaşmaya vardığı iddia edilebilir.
Bu uzlaşmanın temelinde Diyarbakır’ın zaman içinde bölgesel bir cazibe merkezi olacağı, yani vaktiyle savaş koşulları nedeniyle şehri terk etmiş olan Diyarbakır sermayesinin geri döneceği ve de fiziki mekânsal altyapının gelişimiyle birlikte şehrin nitelikli işgücünü kendisine çekeceği beklentisi yer alıyordu. Böylece şehrin zaten sınırlı olan ekonomik yapısının belkemiğini oluşturan inşaat sermayesi yatırım imkânlarını arttıracak, hizmet sektöründe açılacak yeni iş olanaklarıyla şehrin ağırlıkla niteliksiz ve geçici işlerle karakterize olan istihdam yapısı hiç olmazsa bir miktar rahatlatılacak ve AKP devletin hizmetkâr yüzünü göstererek kendine meşruiyet alanları açacaktı.
2015’te siyasî gerginliğin tekrar açığa çıkmasına kadarki süreçte bu öngörü kısmî de olsa mekânsal sonuçlarını üretmeye başlamıştı. Suriçi’nin kuzey girişinde yoğunlaşan ticarî faaliyetler güneye doğru uzanmaya başlamış, otel ya da kafe gibi yeni yatırımların sayısı artmış, kamusal ve büyük ölçekli yapı yenilemelerinin yanına tekil parseller ölçeğinde mülk devirleri ve yenilemeler eklenmişti. Sonuçta, söz konusu proje alanlarında yıkımlar ancak kısmî olarak tamamlanmış ve yeni yapıların inşasına başlanmamış olsa da, yani aslında bu projeler başarısız olsa da Suriçi’nin kalanında turizmle alakalı faaliyetlerde mütevazı bir canlanma sağlanmıştı.
Ancak bu tedrici ve kırılgan uzlaşma durumu, idarî-kurumsal ve ideolojik-sembolik düzeylerde devletle Kürt siyasî hareketi arasında süregiden mücadelelerden de muaf değildi. Birincisi, siyasal egemenliğin nasıl paylaşılacağı üzerinden yürüyen uzun erimli çetin mücadele, şehrin ve elbette ki Suriçi’nin mekânsal biçimlenişini belirleyecek her ölçekteki müdahalenin de kıyasıya bir çekişmenin konusu olmasına neden oluyordu. İki karşıt hegemonya stratejisinin aynı anda kendini var etmeye çalıştığı bir konjonktürde şehrin idaresi ikili bir yapı arz ediyordu. Bu da gecekondu dönüşüm projeleri, restorasyon uygulamaları ya da Dicle Vadisi Projesi gibi mekânsal müdahalelerin, esneklikleri ve katılıkları aynı anda içeren girift bir mücadele alanı haline gelmesine yol açıyordu.
Kürt hareketinin 1999 sonrası süreçte elinde bulundurduğu belediyeleri, Nicole Watts’ın ifadesiyle,10 “alternatif yönetimsel mevcudiyet”in inşasında bir kaldıraç olarak kullanmasına karşılık, valilik de şehrin idaresinde adeta paralel bir belediye işlevi üstleniyordu. Yeri geldiğinde TOKİ gibi kısa vadeli kâr arayışını her projesinde başat koşul olarak gözeten bir kurum bile Suriçi’ndeki operasyonlarının ancak orta ve uzun vadede sonuç alacak bir “prestij projesi” olacağı tespitiyle gecikmelere ve maliyet artışlarına göz yumarken, yeri geldiğinde merkezî kamu idaresi yereldeki malî ve idarî kapasitesini arttırarak belediyeyi devre dışı bırakmayı hedefliyordu.
Bu girift mücadele süreci, Dicle Vadisi Projesi örneğinde aslen belediye tarafından geliştirilmiş bir projenin önce devlet kurumları tarafından fiilen engellenmesine, ardından da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından sahiplenilerek belediyenin bu sefer tümüyle süreç dışında bırakılmasına neden olmuştu.
Şehrin kültürel ve tarihî kimliğinin hangi öğeler üzerinden yeniden inşa edileceğine dair ideolojik mücadelenin en görünür olduğu uygulamalarsa belediye kanadıyla devlet kurumları arasında bir tür yarış niteliği kazanan restorasyon projeleri olmuştu. Surların ya da Ulu Camii, Surp Giragor Ermeni Kilisesi ya da Cemilpaşazade ailesinin konağı gibi Suriçi’ndeki anıtsal yapıların seçimi, bu yapıların mimarî niteliklerinin yanı sıra, üzerlerine kazınmış olan geçmişin şimdiki zamanda kazandığı anlamları da yansıtıyordu.
Kürt hareketi, Zeynep Gambetti’nin ifadesiyle, “Kürt kimliğinin başkenti” olarak hayal ettiği Diyarbakır’ı bir kültürel-siyasî merkez olarak yeniden inşa ederken, 1970’lerden bu yana geliştirilen politik söylemde bir sömürge olarak kodlanan Kürdistan’ın sömürgesizleştirilmesinin maddî ve sembolik adımlarını atıyordu.11 Şehir surlarının UNESCO kültürel mirası listesine alınmasına yönelik kampanya sürecinde olduğu gibi, bir yandan “yerel gurur”un12 yeniden canlandırılması arzusu geliştirilen söylemi belirliyor, bir yandan da Kürt hareketinin güncel siyasî söylemine uygun olarak şehrin kadim çok-kültürlü yapısına atıfta bulunuluyordu.
Bu kuvvetli karşıt-hegemonik söylemin karşısında ise AKP, reaktif biçimde, İslam kardeşliği vurgusunu öne çıkarıyor, Kürt toplumunun siyasal düzeyde rızasını kazanmak adına, artık bir geçerliliği kalmamış Kemalist paradigmanın geride bıraktığı boşluğu ümmet vurgusuyla doldurmaya çalışıyordu. Sonuç olarak, bugün çatışmalar sırasında yeniden yerle bir olan bir dizi anıtsal yapı, her bir taşında tarihin yeniden yazılacağı maddî kültürel varlıklar oldukları için ayağa kaldırılıyordu.
Çifte vaat: hizmet ve otorite
Bu sürece siyasal iktidarın mekânsal stratejilerine odaklanarak baktığımızda hayata geçirilmek istenen hegemonya yaklaşımının iç içe geçmiş iki vaat üzerine bina edildiğini görürüz. Birinci boyutta, AKP’nin, ‘90’ların baskıcı, Kürtleri dehşetle korkutan devlet algısının karşısına devletin “hizmetkâr” yüzüyle çıkmak arzusu yer alır. Ceren Özselçuk’un AKP’nin popülist söyleminin “ayrıcalıklı bir boş gösteren”i olarak yorumladığı hizmet idealini analiz ederken önerdiği gibi, hem liberal faydacı unsurlar hem de İslam’a atıfta bulunan medeniyet söylemi bu vaat ışığında aynı anda harekete geçirilir.13
Diyarbakır ve Kürt coğrafyası bağlamındaysa bu vaat belirli bir siyasal varsayımı ve beklentiyi yansıtır. Buna göre, modernleşen bir kentte yaşayan, orta sınıf hayatın tatlarını tecrübe eden Kürtler, iradelerine şiddet yoluyla el koymuş olan Kürt siyasal hareketinden kopacaklar ve siyasal temsiliyetlerini, geçmiş inkâr ve kıyım politikalarından koparak Kürt nüfusun varlığını kabul eden AKP’de bulacaklardır.
Şüphesiz, gündelik arzu, beklenti ve değerlerle rezonansa geçtiği ölçüde başarıya ulaşacak olan hegemonya inşası süreçleri hiçbir momentinde zor araçlarını mutlak biçimde dışarıda bırakmaz. Nitekim hizmet vaadi üzerinden rıza üretmeyi hedefleyen AKP de özellikle Kürt yoksullarının aşağıdan yukarıya politik mobilizasyon imkânlarının önünü kapatmayı gözettiğinden bahsi geçen dönemde otoriter niteliğinden sıyrılmamıştır. Suriçi’nin yanı sıra, Bağlar ya da Benusen gibi zorunlu göç döneminde oluşmuş, son derece yoğun bir nüfusun sınırlı maddî imkânlarla yaşamlarını sürdürdüğü ve bekleneceği üzere Kürt hareketinin taban örgütlenmesinin en militan alanlarını teşkil eden mahallelerin sürekli tekrar eden bir risk ve güvenlik söylemi bağlamında anılması da bu olgunun bir ifadesidir. Kimi zaman hırsızlık ve uyuşturucu kullanımının yaygınlığı gibi asayişçi öğelerle, kimi zaman da yapı stokunun niteliksizliği ve deprem riski gibi uzmanlara has dilin öğeleriyle söylemsel olarak çerçevelenen bu mahallerde esas hedeflenen, kent yoksullarının maddî varlıklarının dağıtılması ve nihayetinde bir arada hareket etme kapasitelerinin sınırlandırılmasıdır.
2000’ler boyunca bu iki vaat, yer yer çatışsalar da eşzamanlı olarak harekete geçirilebilmiş, üstelik Kürt hareketinin geliştirdiği karşıt-hegemonya stratejisiyle örtüştüğü ölçüde rıza üretimini mümkün kılabilmişti. Hareketin Diyarbakır’ı bir kültürel-siyasal merkez olarak yeniden inşa etme gayesi, sömürgesizleştirme ufkuyla aynı anda modernleşme arzusunu da içerdiğinden, idarî ya da sembolik düzeylerdeki çatışmaya rağmen Suriçi’nin mekânsal ve toplumsal anlamda dönüşümünün önü açılmıştı.
Ancak, AKP açısından bu “rekabetçi biraradalık” durumunun sürdürülebilmesi eşzamanlı olarak iki koşula bağlıydı. Birincisi, Kürt toplumunun yoksul kesimlerinin –yalnızca siyasal eylem alanıyla sınırlı olmayan– canlılığının, maddî ve sembolik kapasitesinin denetim altına alınabilmesi gerekiyordu. İkincisi, kent mekânındaki farklılaşma ve ayrışma çizgilerinin belirginleşmesiyle birlikte siyasal tercihler düzeyinde de bir ayrışmanın gerçekleşmesiydi.
Paradoksal olansa, Kürt hareketinin Diyarbakır’ı muhayyel ve fiziki anlamda yeniden inşa etme çabasının bütünüyle tersi bir sonuç üretmesi oldu. Yoksullar, zorunlu göçü tecrübe etmiş aile büyüklerinden farklı olarak kent mekânına yalnızca tutunmakla kalmayıp mekânın kendisini kültürel ve siyasal düzeydeki mücadelelerin başat sahasına dönüştürdüler. Modern hayatın nimetlerini tattığı için Kürt hareketinin yörüngesinden çıkacağı varsayılan orta sınıflarsa kentli yoksullarla birlikte Diyarbakır’ın Kürt kimliğinin başkenti olarak inşası özlemini daha gür sesle sahiplenir oldular.
Sonuç itibariyle, yaz aylarından bu yana açığa çıkan devlet şiddetini, hizmet ve otorite vaatlerinin içerdiği temel hedefin kristalleşmesi, kent mekânındaki sınıfsal ayrışmanın siyasal bir ayrışmaya dönüşmesi hedefine açık ve denetimsiz zor marifetiyle ulaşma çabası olarak yorumlamak mümkün. Başka bir deyişle, bugün Suriçi’nin yıkılması, bir önceki konjonktürde inşa yoluyla sağlanması hayal edilen ayrışmanın başka araçlarla sağlanması anlamına geliyor.
1 David Harvey, “Contested Cities: Social Process and Spatial Form,” Transforming Cities: Contested Governance and New Spatial Divisions, ed. Nick Jewson ve Susanne MacGregor(Londra: Routledge, 1997), s. 23.
2 Ocak ayında hazırlanan bir rapor çatışma alanlarındaki hasarın ilk dökümünü verir: Güneydoğu Anadolu Bölgesi Belediyeler Birliği, Bölgesel Hasar Tespit Raporu: Ağustos 2015-Ocak 2016, (Diyarbakır, Ocak 2016).
3 “TOKİ Göreve,” Star, 22 Aralık 2015.
4 Nihal Bengisu Karaca, “Başbakan Davutoğlu operasyon sonrasını anlattı,” Habertürk, 1 Şubat 2016.
5 “Başbakan Davutoğlu ‘Terörle Mücadele Eylem Planı’nı açıkladı,” Hürriyet, 5 Şubat 2016.
6 “Sur’da yıkım sürerken TOKİ görevde!” DİHA, 23 Şubat 2016, http://dicle-news.pw/tr/news/content/view/501557.
7 Hüseyin Ali, “Şehirlerimize dokunma!” Özgür Gündem, 26 Şubat 2016.
8 “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda Diyarbakır Sorunları Masaya Yatırıldı,” Konut Haberleri, 18 Şubat 2011, http://konuthaberleri.com/haber_yazdir_.php?detayID=31484.
9 Nilay Özok-Gündoğan, “‘Social Development’ as a Governmental Strategy in the Southeastern Anatolia Project,” New Perspectives on Turkey, no. 32 (2005); Ayşe Seda Yüksel, “Rescaled Localities and Redefined Class Relations: Neoliberal Experience in South-east Turkey,” Journal of Balkan and Near Eastern Studies 13, no. 4 (2011).
10 Nicole F. Watts, Activists in Office: Kurdish Politics and Protest in Turkey (Seattle: University of Washington Press, 2010), s. 142.
11 Zeynep Gambetti, “Decolonizing Diyarbakır: Culture, Identity and the Struggle to Appropriate Urban Space,” Comparing Cities: The Middle East and South Asia, ed. A. Kamran ve M. Rieker (Karachi: Oxford University Press, 2009), s. 99.
12 A.g.e., s. 109.
13 Ceren Özselçuk, “‘İktidar Boşluk Kabul Etmez’: AKP’nin Hizmet İdeali ve Popülizm Üzerine,” Türkiye’de Yeni İktidar Yeni Direniş içinde, ed. Yahya M. Madra (İstanbul: Metis, 2015), s. 81 ve 83.