Sancılı İlişki: KÖYLÜ, TOPRAK ve İKTİDAR

Teaser Image Caption
Kaynak: DİE 2005

Toprak, su, doğa mücadelesi tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de üretim araçlarına sahip çıkan köylünün emeğini ve iradesini yanına almadan başarılamaz. Toprak Atlasından bir makale;

Bu yüzyılın ikinci yarısında meydana gelen en dramatik ve uzun erimli ve bizi geçmişin dünyasından koparan toplumsal değişim köylülüğün ölümüdür. (…) 1930’larda köylülüğün sönümlenmeyi reddetmesi hâlâ Karl Marx’ın onların sönümleneceği kehanetine karşı geçerli bir argüman olarak kullanılıyordu. (...) Marx’ın sanayileşmenin köylülüğü tasfiye edeceği kehaneti sonunda başlıca sanayileşmiş ülkelerde gerçekleştiyse de, gerçekten olağanüstü olan gelişme, bu tür gelişmeden yoksun kalan, Birleşmiş Milletler’in ‘geri’ ya da ‘yoksul’ sözcükleri yerine daha hafif bir dizi terimle farklı göstermeye çalıştığı ülkelerde de çiftçilikle uğraşan nüfusun azalmasıdır (…) Avrupa ve Ortadoğu yöresinde sadece bir köylü kalesi kaldı: Türkiye. Burada köylülük zayıfladı, ancak 1980’lerin ortasında hala mutlak bir çoğunluk olarak kalmaya devam ediyordu.”

Marksist tarihçi Eric Hobswan’ın yukarıda alıntıladığımız ve Türkiye’yi, Avrupa - Orta Doğu bölgesinde istisna tutarak köylülüğün (gecikmelerle de olsa) tüm dünyada sönümlenmekte olduğu yolundaki görüşleri, Hobswan’a yakın bir ekolden gelen iktisatçı Samir Amin tarafından da daha yakın tarihler için geçerli olmak üzere paylaşılmaktadır. Amin, dünya kapitalizmindeki gelişmelerin 3 milyar çevre ülke köylüsünü tasfiye etmekte olduğunu not etmektedir. Buna göre yoksul ve hızla üreyen güney yarımkürede düşük verimlilikle tarım yapılmakta, bununla birlikte zengin ve nüfus artışı oldukça sınırlı olan kuzey yarımkürede güneye göre 200 kata yakın verimlilik söz konusu olabilmektedir. Buna eşlik eden diğer koşulların da etkisiyle kuzeyin tarım ürünleri ölçek ekonomisi yaratarak güneyli köylüyü tasfiye etmekte, güneyi işgal etmektedir.

Bu iki sav arasındaki örtük fakat önemli fark şudur: Birincisinde köylülüğün tasfiyesi gelişmenin doğal sonucu olarak sunulup olumlanmakta, ikincisinde ise verili kapitalist düzenin yıkıcı ve olumsuz sonucu olarak değerlendirilmektedir. Bu aksların Anadolu coğrafyasının dünü ve bugünündeki karşılıklarını aramanın önemi ortadadır. Üstelik bu çaba iktisadi ve siyasi düzlemde neden sonuç ilişkilerini de kapsama almak durumundadır.

Köylüyü ve iktidarı görmeden toprak çalışmak, siyasi ve yönetsel boyutlarından arındırarak konuyu yalnızca teknik bir bakışla değerlendirmek anlamını taşımaktadır. Zira Anadolu’da köylü, toprak ve iktidar (sermaye, yerel ve merkezi güç odakları) ilişkisi, yüzyıllar boyunca süren sancılı bir süreçte evrilmektedir.

Tarihsel bulgular, neolitik devrimin 10 bin yıl önce Anadolu’da başladığını göstermektedir. Başka bir deyişle insan, milyonlarca yıl avcı – toplayıcı yaşamı sürerken anlık ihtiyacını giderme kaygısı içinde olmuştur. Hayvanların ehlileştirilip beslenebileceğinin, tohumun keşfedilip bitkilerin yetiştirilebileceğinin öğrenilmesi, hayvan sürüleri ve olgunlaşan meyvenin peşinde süren yaşamı değiştirmiş ve böylelikle insan yerleşik yaşama geçmiştir.

Yerleşik yaşam ve tarımsal faaliyet, anlık ihtiyaçtan fazlasının üretilip depolanmasını mümkün hale getirmiştir. Bu, artık değerin ve biriktirmenin öğrenilmesi anlamına gelmektedir. İşte bu süreç işbölümü, uzmanlaşma, sermaye birikimi ve eşitsizliklerin giderek artacağı ve şimdilik 10 bin yılı geçilmiş olan yeni bir yolun başlangıcı demektir.

Selçuklu, Pers, Bizans ve Osmanlı toprak yönetiminin birbirinin kopyası olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Dönemin imparatorluklarının beslenmek için gıda arzını garanti altına alma, az masrafla etkin vergi toplama, barış zamanı masrafsız ordu tutma ve küçük köylülüğü denetleme amaçlarının tümü, İslam sisteminde ikta, Bizans’ta pronia, Osmanlı’da tımar adı verilen toprak yönetim sistemleriyle karşılanmıştır.

Birinci kuşak sanayileşmenin, özellikle İngiltere’de küçük köylülüğü hızla öldürdüğü, buna karşılık yine özellikle Fransa’da, devlet güdümlü ikinci kuşak sanayileşmenin koşulları nedeniyle gelişen işçi sınıfının yanında, küçük köylülüğün de varlığını uzun yıllar boyunca muhafaza ettiği bilinmektedir. Fransa’nın muhafazakar Bonopartist rejimlerinin, işçi sınıfı muhalefetine karşı geniş köylü kitlesinin desteğini, pek de kendisini yormadan ve çok uzun yıllar boyunca alabildiği de not edilmelidir.

Buna karşılık Asya tipi üretim tarzının özellikleri nedeniyle sermaye biriktiremeyen ve teknoloji geliştiremeyen Osmanlı ülkesinin sanayileşemediği, bu bağlamda çözülmeyen küçük köylü yapısının yüzyıllar boyunca, bazı dönemlerde ortaya çıkan isyanlara karşın asıl olarak sistemle uyumlu bir süreklilik ilişkisi içinde Cumhuriyet’e devredildiği ve küçük köylülüğün varlığını 21. yüzyıla da taşıdığı söylenebilir.

16. yy Anadolu’sunun nüfusu 9 milyona yakındır. 19. yy sonuna kadar çeşitli değişimler olsa da 10 milyonun altında kalacak olan nüfusun % 90’ı kırsalda yaşamaktadır. Payitaht olan İstanbul’un nüfusu ise çeşitli kaynaklarda 300 bin ila 500 bin arasında gösterilmektedir.

Dönem içinde 1 milyona yakın hane çiftliği bulunmakta olup her çiftlik bir çift öküz tarafından işlenebilecek olan 50 ila 75 dekar toprağa sahiptir. Görülüyor ki; dönemin 5 ila 7,5 milyon hektar düzeyindeki işlenen arazi varlığı 500 yıl sonra Türkiye’nin işleyebildiği tarım alanının kabaca dörtte biri kadardır.

Kural olarak toprak devlete aittir. Kullanım hakkı has, zeamet ve tımar düzenleri içinde devredilir. İlk ikisinin gelirleri padişaha ve bürokratik elite, tımar yönetimi ve gelirleri ise sipahilere bırakılır.

Sayıca ezici çoğunluğa sahip olan tımar sistemi, sistemin tümüne adını vermiştir. Sipahiyi atayan merkezi yönetimdir. Sipahinin kontrolü altında tımara bağlanan köylü ise reayadır. (3 Reaya için yapılan raiyyet oğlu raiyyet tanımlaması, köylünün sınıf özelliğine atıf yapmaktadır.) Tımarlarda barış zamanı tarımsal üretim yapılır, vergi toplanır ve seferler için ordu beslenir. Diğer taraftan, sipahi aracılığıyla küçük köylülük kontrol altında tutulur.

Sipahinin merkezi yönetime karşı güç toplamasının engellenmesi için de etkin bir denetim sistemi mevcuttur. Merkezi yönetim görevlendirdiği memurlar aracılığıyla tımarları denetler, ayrıca Fatih Kanunnamesi örneğinde olduğu gibi, “Süvari çiftliğinden ziyade yer tutmaya, raiyet yerini raiyete vere” talimatlarıyla sipahinin ekonomik gelişiminin sınırlarını çizer.

Görüldüğü gibi merkezi yönetimin denetiminde olan sistem sipahilerin Avrupa feodalizmine özgü yerel güç odaklarına dönüşümünü engellemiş, onları Merkezi Hükümet’in taşra temsilcileri konumunda tutmuştur. Sipahiler aracılığıyla da küçük köylü yapısı kontrol altına alınmıştır.

Sistemin istisnası, coğrafi zorluklar ve sosyo-kültürel yapılar nedeniyle merkezi hükümetin nüfuz edemediği bazı bölgelerle sınırlıdır.

17 ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da, çağına göre modern piyadelerin ve savaş makinelerinin devreye girmesiyle yeni savaş koşullarına uyum gösteremeyen sipahiler devre dışı kalmış, bu durum Osmanlı tımar ve ordu sisteminin bozulmasına neden olmuştur. Bu bağlamda vergi sistemi de değişmiş; sipahinin yükümlülüklerine sahip olmayan mültezimlerin iltizam sistemi altında vergi topladığı yeni bir dönem başlamıştır.

Mültezimlerin kendi kârları için daha fazla vergi toplama baskılarına eklenen eşkıyalık, reaya için tahammül edilmez boyutlara ulaştığında Büyük Kaçgun başlamıştır. Verimli fakat kolay ulaşılabilen ovalardan daha az verimli ve ulaşılması güç bölgelere doğru başlayan kaçış, işbölümünü bozmuş ve tarımda işlenen alan miktarını azaltmıştır. Terk edilen alanlarda araziyi ıslah edenler tarafından büyük çiftlikler kurulmaya, emek kıtlığı söz konusu olduğundan reaya ücretle çalıştırılmaya başlanmıştır.

19. yüzyıl Osmanlı’sının hukuki düzenlemeleri, sanayileşen Avrupa’nın hammadde talebini Anadolu’dan karşılaması ve mamul maddenin iç pazara sokulmasını önemli ölçüde hızlandırmıştır. 1858 Arazi Kanunnamesi ile de arazi hukuku liberalleştirilmiş ve toprak alım-satımı kolaylaştırılmıştır. 1881 Muharrem Kararnamesi' ‘nden sonra kurulan Duyun-u Umumiye, Osmanlı borçlarının tahsil edilebilmesi için tarımsal üretimi artırma amacına odaklanmıştır. Buna eşlik eden demiryolu politikası, önemli üretim ve tüketim merkezlerini birbirine bağlanmıştır. Tütün Rejisi’nin Kolcu Kuvvetleri ile ürününü ucuz fiyatla satmak istemeyen köylüler arasındaki çatışmalarda onbinlerce Anadolu köylüsü yaşamını yitirmiştir.

20. yüzyıldan önce Anadolu’da toprak bol, emek ve sermaye kıttır. 1907 yılı itibariyle ekili toprakların oranı Anadolu’da % 7, Rumeli’de % 8 civarındadır. 19. yy boyunca göç yoluyla Kırım, Kafkasya, Balkanlar ve Rumeli’den 1,5 milyon nüfus Anadolu’ya gelmiştir. Yeni gelenlerin işlenen alan ve tarımsal üretime katkı sağladıklarından şüphe yoktur. Ancak bu durum dahi, emek faktörünün kıt olduğu gerçeğini değiştirmemiştir. Gelecek yüzyıl içinde ortaya çıkacak savaşlar, mübadele süreçleri, ulusal ve uluslararası alanda siyasi ve iktisadi düzen değişiklikleri emek ve sermaye faktörlerini bollaştırıcı etki yapacaktır.

1913 Tarım Sayımı, geçmişten devralınan ve günümüze taşınacak olan adaletsiz toprak mülkiyeti verilerini taşımaktadır. O tarihte çiftçilikle uğraşan 1 milyon haneden derebeyi ve toprak ağası niteliğinde olan 50 bini, tüm tarım topraklarının % 65’ine sahiptir. Geriye kalan % 35, 870 bin aile tarafından paylaşılmaktadır. 80 bin ailenin ise hiç toprağı bulunmamaktadır.

20. yüzyılın ilk çeyreğindeki savaşlar ve nüfus mübadeleleri toprak – insan dengesini göreli de olsa değiştirmiştir. Tarım yapısı ise düalisttir. Bir tarafta geçimlik tarımla uğraşan milyonlarca köylü, diğer tarafta iç ve hatta dış pazara üretim yapan ve genellikle Batı Anadolu’da bulunan modern çiftlikler...

1923’te Osmanlı’dan siyaseten kopan, ancak iktisaden aynı politikaları sürdüren Cumhuriyet yönetimi, büyük toprak sahiplerini destekleyen politikalarla hızlı bir tarımsal büyüme temposu amaçlamıştır. Ancak 1929’la başlayan ekonomik kriz süreci, tarım ürünü ihraç edip kentsel tüketim ürünleri ithal eden üretim ve ticaret düzenini sürdürülemez kılmıştır. Bu bağlamda 1930’lar sanayileşme çabalarına sahne olmuştur. 2. Dünya Savaşı ise pazara üretim yapabilen büyük çiftçi ile ticaretle uğraşan kent burjuvazisinin hızla zenginleşmesine zemin yaratmıştır. Bu birlikteliğin savaş sonrası siyaseti için de biçimlendirici bir etkisi olacaktır.

Savaş içinde Köy Enstitüleri’ni açarak kırsala yönelik politika değişikliğinin ilk sinyalini veren yönetim, savaş sonrasında terhis olacak 1,5 milyon köylünün toprak sahibi olması için Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nu taslağını Meclis’e sevk etmiştir. Taslak yalnızca hazine arazilerini değil, 5.000 dönümden fazla toprağa sahip büyük çiftlik arazilerinin de topraksız ve yeterli toprağı bulunmayan çiftçilere dağıtımını öngörmektedir. Üstelik özel durumlarda bu sınır 2.000 dönüme kadar düşürülebilecektir. Taslağın bu hükmü kadar şiddetli itirazlara konu olan bir diğer hükmü ise Çiftçi Ocakları’nın kurulmasına ilişkindir. Köy Enstitüleri gibi toprak reformu çabaları da çok geçmeden “memlekete komünizmi getirmekle” suçlanmıştır.

Cumhuriyet Halk Fırkası içinde politika yapan büyük toprak sahipleri, yürüttükleri güçlü muhalefetle, önce tasarının kapsamını daraltmış, ardından da kanunun etkin uygulanmasını engellemişlerdir. Kooperatiflerle desteklenmeyen küçük köylü, edindiği toprağı da daha sonra tekrar kaybetmiştir. Bütün bu başarısız uygulama sürecine karşın, sözü edilen düzenlemenin oluşturulma iradesinin varlığının, Demokrat Parti’nin doğuşunu hızlandırdığı söylenebilir.

İzleyen dönemde, 1970’li yıllar bir kez daha toprak reformu tartışmalarının hız ve etkinlik kazanmasına tanıklık etmiştir. Bu kez Cumhuriyet Halk Partisi ve Adalet Partisi arasında oluşan tansiyon, öncülünden çok da farklı olmayan, cılız ve başarısız sonuçlar üretmiştir.

21. yüzyılın ilk çeyreğinde, Türkiye’de, tarım toprağı mülkiyetindeki adaletsizliklerin sürdüğü not edilmelidir. Artık tarım sayımlarının bile on yıllık periyotlarda yapılamadığı dönemin sorunlu verilerine rağmen şu söylenebilir ki, 50 dekardan az toprağa sahip işletmeler sayıca toplam işletmelerin % 65’ini oluşturmakta, toplam işlenen alanın ise % 22’sini kontrol etmektedirler. Aynı oranlar 500 dekardan daha fazla toprağa sahip işletmeler için sırasıyla % 1 ve % 17’dir.

Bütün bunlardan öte, Türkiye’de 2013’ün Aralık ayında çıkarılan Büyükşehir Yasası, nüfusun % 75’in yaşadığı 30 ili Büyükşehir ilan etmiş, il sınırları ile belediye sınırlarını çakıştırmış ve bu illerdeki tüm köyleri mahalle niteliğine dönüştürmüştür. Dolayısıyla, Türkiye’nin 34 bin civarındaki köy tüzel kişiliğinin yarısı bir gecede ortadan kalkmış, köylü nüfus da aynı gece mahalleli ve kentli olmuştur. Bu durumun istatistiklere yansıması, Türkiye’nin kentleşme oranının % 92 olması ile kendisini göstermiştir. Başka bir deyişle, Türkiye hukuk düzeninin ‘kırsal’ olarak tanımladığı yerleşim yerlerinde yaşayan nüfus % 8’e düşmüştür. Yasa öncesi bu oranın % 25’ler düzeyinde olduğu unutulmamalıdır. Halen tarım sektörünün toplam istihdama katkısı, kırsal nüfus oranının kabaca üç katıdır. Tarımın GSMH’ya katkısı ise % 7-8’ler düzeyindedir.

21. yüzyılın ilk on yılı tamamlanırken dünya kapitalist sistemi, 1929 buhranından bu yana en büyük olduğu söylenilen yeni bir kriz sürecinin içine girmiştir. 2008 krizi, “görünmez el” in tüm dünyada ve hatta kapitalizmin metropollerinde bile sorgulanmasına yol açmıştır. Aynı zaman diliminde tüm dünyada besine erişim maliyetini kısa sürede birkaç katına çıkaran tarım ve gıda krizi, bir taraftan yoksul halkı sokağa dökerken diğer taraftan kimi ülkelerin, ellerindeki stokları “piyasa kurallarına hiç de uygun olmayan bir şekilde” dışsatım yasakları ile koruma yoluna gittikleri görülmüştür.

Bu koşullarda, Uluslararası Para Fonu ile birlikte çevre ülkelerde uygulatılan Ortodoks mali politikalar ve yapısal uyum programlarıyla ile tarım sektörüne kaynak tahsisini kısıtlayan ve çoğu kez tarım sektöründe yıkımın sorumlusu olmakla suçlanan Dünya Bankası, 30 yıl sonra 2008 yılı Dünya Kalkınma Raporu’nun başlığını “Kalkınma İçin Tarım” koymuştur.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü, 2014 yılı temasını Aile Çiftçiliği olarak belirlemiştir. ‘Dünyayı Besle, Yeryüzünü Önemse’ sloganı ile FAO, küçük çiftçiliği yeniden anımsamış görünmektedir. FAO’nun bu seçimi, dünyanın artan gıda krizinde ve yükselen açlıkta, küçük köylülüğün tasfiyesinin önemli payının bulunduğuna ilişkin görüşlerin sıklaştığı bir döneme denk gelmiştir. Dolayısıyla tercihin pragmatizme dayandığı açıktır. Üstelik FAO, aile çiftçiliğinde hangi ölçeği tercih ettiğini söylemekten ısrarla kaçınmaktadır.

Türkiye 1980’lerde “bilgisayar mı üretmek önemli, buğday mı” tartışmalarına “her ikisini de” diye yanıt verememiştir. 2000’lerde ise “tarım köylünün işi değildir” söylemine güçlü bir itiraz gelmemiştir. Bugün işlenen alanları son on yıl içinde 28 milyon dönüm azalmış, mera varlığı 50 yıl evvelin yarısına gerilemiş, kırsal alanı boşalan, kırsal nüfusu yaşlanan, tarım ve gıda ithalatına yılda 18 milyar dolar para ödeyen, ekonomisi kent rantına teslim olmuş, büyüme politikaları için doğası heba edilen bir Türkiye gerçeği vardır.

Görünen o ki, bu topraklarda yüzyıllar boyunca denetim altında tutularak varlığını sürdürmüş olan ve “büyük yıkımlara/felaketlere” kayıtsız kalmakla suçlanan küçük köylü, Türkiye’nin tarih sahnesinden sessizce çekilmektedir.

Bilinmelidir ki; toprak, su, doğa mücadelesi tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de üretim araçlarına sahip çıkan köylü emeğini ve iradesini yanına almadan başarılamaz. 

---------------------------------

Kaynak bilgileri:

s.66: Hobswan, Eric, Kısa 20. Yüzyıl 1914 – 1991 Aşırılıklar Çağı, Sarmal Yayınevi, İstanbul, s. 353 – 356. XXI. s.66: Yüzyılın Meydan Okumaları Karşısında Köylü ve İşçi Mücadeleleri, Özgür Üniversite Kitaplığı 70, Ankara, Mayıs 2008 içinde, Amin, Samir, “Sözkonusu Köylü Toplumlarının Geleceği”, s.13. s.65 Sencer, Muzaffer, Türkiye’de Köylülüğün Maddi Temelleri, Ant Yayınları, İstanbul, 1971, s.87-101. s.67 The World Bank, World Development Report 2008: Agriculture for Development, Washington D.C., 2007. s.67 Köylülükten Sonra Tarım, Epos Yayınları, Ankara, Kasım 2014 içinde, Günaydın, Gökhan, “Köylülüğün Dönüşümü”, s.457-534