FİKRİ HAKLAR: ÇÖZÜMSÜZ İKİLEM (Mİ?)

Bana bu konferansa katılmam teklif edildiği zaman biraz düşündüm, katılayım mı, katılmayayım mı diye. Sizlerden korktuğumdan dolayı değil ama, ben sadece MÜYAP Genel Sekreteri değilim. Aynı zamanda Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin kurucusu ve MHK üyesiyim. Hangi şapkamla konuşacağım konusunda bayağı tereddüde düştüm. Çok kısaca MÜYAP Genel Sekreteri olarak bir-iki şeyi söyleyeyim, ondan sonrası esas olarak benim fikirlerim olacaktır.

Yasayla Gelen Kakafoni

MÜYAP bir meslek birliği ve bağlantılı hak sahibi fonogram yapımcılarının haklarını koruyan bir kuruluş. Bu 5846 sayılı yasada, Türkiye’de bu yetkileri almış ya da bu görev üzerine verilmiş, çünkü bunun meslek birlikleri aracıyla yapılması gerekiyordu başlangıçta. Daha sonra, Anayasa Mahkemesi kanundaki “ancak meslek birlikleri eliyle takip edilebilir” ifadesindeki “ancak” lafını kaldırınca demokratik bir açılım yaptığını düşündü. Halbuki tam bir kakafoni yarattı. Çünkü izin almak isteyen hak sahipleri, bir müzik eserinin üzerinde üç kişinin emeği varsa, o üç kişiyi bulup izin almak zorunda. Bazı ürünlerde, mirasçılardan dolayı, bu elli kişiye kadar çıkabiliyor. Dolayısıyla, abuk sabuk bir tablo toplumun, sektörün önüne atılmış oldu. Böyle bir sıkıntı var.

Mülkiyet Kavramı

Ben konu başlığını “Çözümsüz İkilem mi?” diye koydum. Çünkü bu konu aslında müşterekler konusunun da, iktisadî hayatın da soyutlama düzeyinde ele alındığı bir şey. Suyun mülkiyeti konusunda çoğu insanın kafasında bir tartışma olmaz. Bu su… Ya da ben evde bir heykel yaptıysam, somut bir şeyse bu, bunun mülkiyeti konusu daha nettir. Bahçeme de koyduysam o heykeli, güzel olmuş, çirkin olmuş hiç önemli değil, onu beğenip koyduysam, insanlar benim diye düşünür. Ama bir müzik bestesi yaptığınız zaman ya da bir senaryo yazıp ortaya attığınızda, bir süre sonra mülkiyet kavramı muğlaklaşmaya başlar. Heykel için de, siz öldükten sonra bahçenizde kaldıysa, bu kimin diye o da muğlaklaşmaya başlar.

Mutlak Mülkiyet mi, Hak kullanımı mı?

Aslında, tam da bu noktada, fikrî mülkiyetin kapitalizmin kendisi açısından da çok tartışılan bir özelliğine gelmiş oluyoruz. Mutlak mülkiyetten mi, yoksa bir haktan mı bahsediyoruz? O ürün üzerindeki belli hakların kullanılması yetkisinden mi bahsediyoruz? Bu mesela, benim kafamdaki ikileme dair ilk soru. Bunun hemen arkasından bir şey daha söyleyebiliriz: Bu bir mülk müdür, yoksa toplumun bütün bir tarih içerisinde ortaklaşa oluşturduğu bir müşterek midir? Bunun arkasından bir şey daha ortaya atabiliriz, bunu bir yaratan var, yaratıcı bir emek var. Öbür tarafta da kullanıcısı var. Onlar arasındaki dengeyi nasıl kuracağız diye sorabiliriz. Bunun kontrol altına alınıyor olması sansür mü, yoksa özgür kullanım mı diye bir soruyu da ortaya atabiliriz.

Bir Sorun Nasıl Ele Alınır?

Bütün bu ikilemlere cevap vermek istediğimizde, aslında hepimizin çok rahatlıkla yapacağı bir kabulle başlamak gerektiğini düşünüyorum: Hiçbir sorunu kendi içinde oluştuğu koşullardan bağımsız ele alamayız ve hiçbir sorunu tahayyül ettiğimiz dünyadan bağımsız bir çözüme götüremeyiz. Yani, tekil olarak o sorunun çözümünü yapılabileceğini düşünmüyorum açıkçası. Baktığımız zaman, dünyada en kötü kullanılan hak kategorisi –ben hak kavramını tercih ediyorum burada– telif hakları. Yani, patent diyelim, telif hakları diyelim, dünyada tekelleşmenin önünü açan da bu, tekellerin teknolojik gelişmeyi engellemesini sağlayan da bu.

En Kritik Soru

İsterseniz, Edison dönemine gidelim, Tesla’yla Edison arasındaki olayda, elektriğin her hangi bir taşıyıcı olmadan aktarılmasına ilişkin deneyleri, sponsorun desteğini keserek durdurması, aslında bir patent-telif hakları-marka sisteminin ortaya çıkardığı ilk teknolojik gelişim engellemesidir.

Ama, başka bir gözle baktığımızda, o yaratıcı emeği harcayan insanların haklarını koruyan bir başka yanı var bunun. Dolayısıyla, bir çözüm üreteceğiniz zaman, ya kapitalist sistemin içerisinde oluşturacaksınız ya da başka bir dünya tasavvuru üzerinde oluşturacaksınız. Her ikisinde de yalnız aynı soruya cevap vermek zorundayız. Bu, “yaratıcıyla kullanıcı arasındaki dengenin nasıl sağlanacağı” sorusu.  

Şimdi armağan ekonomisi diyoruz, o armağan ekonomisinde şöyle bir armağan verdiğimizi düşünün: Çöldeyiz. Benim üstümde bir kırba, bir de kocaman ekmek var. İki-üç kişi geliyorlar, aç ve susuzlar. Ben onlara uzak mesafeden getirdiğim suyu, ekmeği verdiğimde, bana bir avuç kum verirlerse, bu armağan ekonomisinin parçası olur mu? Çünkü çölde mebzul miktarda bulunan ve bana hiç yaramayan bir şey verilmiş oluyor. Dolayısıyla, bu dengenin nasıl çözümleneceği sorusu en kritik olan sorudur diye düşünüyorum.

Derin Bir Felsefî Ayrışma

Eğer sorunu koşullarından bağımsız ele almayacaksak, kapitalizm içerisinde telif hukukunun çok derin bir felsefî ayrışmasının olduğunu düşünüyorum. Biraz önceki kötüye kullanıma gönderme yaparak devam edeceğim, telif hakkının ilk ortaya çıkışı aslında eseri üretenlerle ilgili. Benim genel sekreteri olduğum birlik gibi, sermaye gruplarının ya da yorumcuların, aynı başlık altında, bağlantılı hak sahibi olarak tanımlanması daha sonraki bir dönem.

İlk ortaya çıkışı, bestecilerin ve o dönemi düşünün, hem besteyi yapan, hem de icrayı yapan, yorumu gerçekleştiren insanların büyük bir bölümünün aynı şahıslardan oluştuğunu düşündüğünüz zaman, o dönemde onların ürünleriyle başka birilerinin para kazanması karşısında alınmış bir önlem olarak bir yanı var.

Evet, tarihsel olarak İngiltere’de matbaanın yasaklanmasına kadar götürmek mümkün copyright sözcüğünü ama, modern anlamdaki telif haklarına baktığımız zaman aslî olarak ortaya çıkışı burada şekilleniyor. Bu kritik dengeye bir cevap için şekilleniyor.

Bugün baktığımızda, özellikle internet ortamındaki gelişmeyle birlikte bu çok önem kazanmaya başlıyor. Kapitalizm koşulları içerisinde, yine şöyle bir soruya daha cevap vermemiz lâzım: Başka birisi tarafından üretilmiş olan bir şeyi Ahmet Asena’nın paylaşıma açması meşru mudur, değil midir? Kendi ürünümü paylaşıma açmam gayet doğal bir şey. Ben bir beste yaparım, ister paylaşırım, ister paylaşmam. Ama, başka birisi tarafından üretilmiş, yaratılmış olan bir besteyi paylaşıma açıyor olmam, doğru mudur, değil midir?

Münir Nurettin Selçuk – Timur Selçuk Örneği

İkinci bir nokta var; peki bu alenileştikten sonra, yani kamuya mal olduktan sonra, onu yaratanın hak kavramı mutlak mülkiyetten nasıl ayrışacak? Örneği şöyle vereyim: Timur Selçuk diye bir şarkıcımız ve bestecimiz var, Türkiye’deki meşhur isimlerden biridir. Babası, Münir Nurettin, kendisinden daha meşhurdur. Timur Selçuk, babasının bestelerinin kötü okunduğunu söyleyerek kimseye izin vermiyor. Kardeşine de izin vermiyor. Kardeşi Selim Selçuk, bir caz sanatçısıdır. Caz olarak yorumlamak istiyor babasının eserlerini. Timur Selçuk “hayır” diyor, “besteyi bozamazsın, bu yorumu yapamazsın.”

Şimdi bu düzeyde bir mutlak mülkiyeti mi konuşuyoruz, yoksa Selim’in bunu yapmasının önünü mü açacağız? Çünkü bu noktada hakikaten ikinci sorun ortaya çıkıyor. Münir Nurettin o besteleri yaparken aslında bütün bir Klasik Türk Musikîsi tarihinin ürettikleri üzerinden gelip, onların son döneminde ortaya çıkan, hepimizin keyifle dinlediği, en azından benim keyifle dinlediğim bir dizi beste üretmiş ve maalesef bizden sonraki jenerasyon bunları dinleyemiyor. Ancak taş plaklardan dinlemek zorunda kalacak bir süre sonra ya da bulabilirse eski kasetlerden ya da internetten indirmeye çalışacak.

İnternet Özgürlüğü Meselesinin Kritik Sorusu

İnternetten indirdiği andan itibarense, şöyle bir tabloyla karşılaşıyorsunuz: Korsan mı, değil mi? Bunu alıp yorumlamaya kalktığınız anda, izinsiz yorumladığınız için, yine “korsan mı, değil mi”yle karşılaşıyorsunuz. Dolayısıyla, burada kritik bir soru var, kapitalizmin kendi içinde dahi.

Şimdi burada, internet özgürlüğü meselesinin kritik sorusuna geleceğim. “Eğer bu özgürlüğün sonucunda kapitalizmin kuralları içerisinde birileri çok büyük kârlar elde ediyorlarsa, o zaman bu kârları elde edenlerin, bu sistemin nasıl gelişeceği doğrultusunda kendi politikaları nedir, buna bakmamız lâzım” diye düşünüyorum. Karmaşık olduğunun farkında olarak kurdum cümleyi. Bununla şunu demek istiyorum: İnternet servis sağlayıcıları var ve bunların aslî gelir kaynağı odur. Yani abone olduğunuz anda verdiğiniz para değildir, kullanırken ödediğiniz paradır.

Dolayısıyla, sizin onu kullanmanız iki tane email atmanızla olmaz. Sizin onu kullanmanız ve Türk Telekom’un, TTNET’in ya da mobil operatörlerin para kazanabilmesi ya da Google’ın, Youtube’un para kazanabilmesi, mümkün olduğu kadar fazla içeriğin geziyor olabilmesidir. Dolayısıyla, onlar bunu finanse etmeden, ama bunun getirisini bizlerden alarak kâr etmeyi hedefliyorlar.

Bedeli Kim Ödeyecek?

Yani, aslında kârı, geliri bir yerden alıyorsunuz, başka bir kesime veriyorsunuz. O ürünü ortaya çıkarmış olanların elde etmesi gereken paradan çok daha fazlasını, o ürünü kullananlardan başka bir yolda tahsil eden internet servis sağlayıcıları ve diğer kesimler elde etmeye başlıyor. O zaman burada ödenmesi gereken bir bedel var.

Bu bedeli kimin ödeyeceği, tahayyül ettiğimiz dünyayla bağlantılı olarak şekillenmesi gereken soru. Burada bir şeyi de ayrıştırmak istiyorum. Bunun tamamen serbest olması, internet özgürlüğüyle eşanlamlı değil. Çünkü internet özgürlüğünden, hiçbir önlem almamadan yana olan bütün hükümetlerin, kamu güvenliği tabir edilen konuda hiç tereddüdü yok. Türkiye Cumhuriyeti dört sene kadar önce 80 milyon dolar civarında para harcadı ve Türk Telekom devreye Deep Package Inspection’ı soktu. Her şeyi okuyorlar, filtreliyorlar, bakıyorlar, geriye dönüyorlar, içine giriyorlar, ne varmış içinde bakıyorlar. Teknolojik olarak her şeyi yapabiliyorlar.

Müşterekleri Finanse Etmek

Müşterek değerimizi koruyup geliştirecek isek, bunu bir biçimde finanse ediyor olmamız lâzım. Hiç kimseyi hem mühendislik, banka yöneticiliği, işletmecilik, çiftçilik yap, hem de beste yap, yanına da şarkı söyle diye zorlayamayacağımıza göre, böyle bir hayat da özellikle yaratıcı konularda çok mümkün olamadığına göre, onları finanse ediyor olmamız lâzım. Şirketler dışarıda kalabilir. Bakın, MÜYAP genel sekreteri olarak da çok rahat söylüyorum, çünkü bu teknolojik gidişatın sonucunda, mevcut şirket yapılarının bugünkü haliyle, kapitalizm içerisinde dahi kalamayacağını düşündüğüm için bunu söylüyorum. Kalamazlar. Başka türlü bir prodüktörlük veya başka türlü yapılar ortaya çıkabilir, ama bugünkü yapılarıyla gidemeyecekler. Onun için onları bırakalım.

Ama fikrin neşet ettiği insanlar kategorisinin hayatta varlıklarını ve üretimlerini sürdürebilmelerini sağlamak, müştereklerin kaçınılmaz bir parçası haline gelir. O zaman birkaç tane yol var, kapitalizm içerisinde çözeceksek. Diyeceğiz ki, ya bütün bundan gelir elde eden internet servis sağlayıcıları ya da hizmet sağlayıcıları kimlerse, bunu finanse etmek zorundadırlar, bu parayı onlar vermek zorundadırlar –kullanıcılara ayrı ayrı bedeller yansıtmadan. Bir yolu budur. Yani, bağlanan abonesi başına, atıyorum, bir lira öder ayda. Böyle bir biçimi gerçekleştirmek zorundadır ya da kamunun kendisi, bizatihi kamu bu alanı finanse eder, üretimi sağlayacak imkânlar yaratır. Bu, tercih etmek açısından daha zor olan bir şeydir. Yani, kime para verecek?

Anti-kapitalist Perspektif Olmadan Olmaz

Kamu eliyle yapıldığı zaman başka sıkıntılar ortaya çıkacaktır. Ama kullanımın üzerinden bir finansmanın sağlanabileceğini düşünüyorum. Nasıl bir toplumda yapacağımız sorusuna gelirse olay, bunu da biraz önceki önerdiğim çözümlerin aslında palyatif olduğunu düşünerek söylüyorum, çünkü kanaatim odur ki, ne internet anlamında özgürlük, ne de fikrî haklar anlamında yaratıcılığın gerçekten teşvik edilebilmesi kapitalizmin koşulları içinde mümkün değildir. Bir süre sonra, bunun üzerindeki gelirleri birileri tekel olarak kendine doğru çekme dürtüsü içerisinde olacaktır, ekonominin doğal işleyişi içinde. Onun için anti-kapitalist perspektif olmadan bunu yapabilmek mümkün değildir.

Küba Örneği

Son bir örnek vererek bitireyim. Küba’ya gideniniz varsa biliyordur, masaya  her oturduğunuzda üç beş kişi ellerinde aletleriyle gelir, müzik çalar size. Çoğunun da yanında cd’si vardır. Ben gittiğimde, bir üniversite profesörünün, tıp profesörünün 60 dolar civarında maaş aldığını duymuştum. Ama cd’yi 10 dolara satıyorlardı. Meslekî merakla herkesten cd aldım. Baktım bir kısmı CDR, bir kısmı ise enjeksiyondan çıkmış cd. Yani piyasada satılan müzik cd’si. Merak ettim, gezgin bir sanatçının elinde enjeksiyon cd. Sordum, “nasıl yapıyorsun bunları” diye. Dedi ki: “Burada stüdyolar var. Her müzisyenin girmek hakkıdır. Girer, bestesini yapar, kaydı alır. Sonra bir kurul var, o kurul bunları dinler. Eğer belli bir kalitenin üzerindeyse, fabrikaya gönderir, enjeksiyon cd olarak alırsın. O sınavı geçemezsen sana mastırı verirler, evine gidersin, CDR olarak basarsın, öyle satarsın.” Bu bambaşka bir şey. O zaman burada konuşacağımız telif hakları, fikrî mülkiyet, fikrî haklar kategorileriyle, bugün kapitalizm içinde konuşacağımızın arasında bir fark oluşturmak gerektiğini düşünüyorum.