Sahiller fiilen özelleşmeye devam ettikçe, buralara erişim daha da sınıfsal bir nitelik kazanıyor. Düşük gelirliler, yerel halk ve diğer dezavantajlı gruplar kıyılara erişemiyorlar.

Türkiye’de baskın turizm modu, halen deniz turizmi, ancak nadir de olsa dokunulmamış bazı kıyı alanları ve istisnai örnekler var. Ancak çoğunlukla hassas ekosistemlerde yer alan bu alanlar da tehdit altında: Aşırı turistik aktivite, iklim değişikliği ve turizmi daha da büyütme yönündeki bitmek bilmeyen hırs, tehdidin nedenleri.
Bu örneklerden biri, Roma ve Bizans kalıntılarına ev sahipliği yapan Phaselis. Nesli tehlike altındaki caretta carettaların üreme alanı ve tarihi M.Ö. yedinci yüzyıla uzanıyor. Haliyle hem doğal hem de arkeolojik sit alanı. Ama bu koruma statüsüne rağmen, turizm amaçlı inşaat projelerinin baskısı altında.
Phaselis, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) süreçlerinin mevcut sorunlarını ve kamusal alanlara erişim meselesini görünür kılmak açısından önemli bir örnek. Dahası Phaselis, yerel direnişin bu alanların korunmasındaki belirleyici rolünü de gözler önüne seriyor.
2023 başında, inşaat makineleri Phaselis’in koruma altındaki bölgelerine girdi. Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan alınan bir ihale kapsamında bir inşaat şirketi kafeterya, otopark, karşılama merkezi, cankurtaran, duşlar ve tuvaletlerden oluşan tesislerin inşası için hazırlanıyordu. Alacasu ve Bostanlık olmak üzere iki plaja yayılan proje kapsamında bol beton kullanılacaktı. Ancak yerel halk karşı çıktı, inşaat çalışmalarını izlemeye aldı ve plana karşı dava açtı.[1]
Yerel halk Nisan 2023’te çevre aktivistleri ve Peyzaj Mimarları Odası gibi meslek kuruluşlarının katılımıyla bir toplantı yaptı. Amaç durumu değerlendirmek ve izlenecek yolu belirlemekti. 10 maddelik bir eylem planı yayımlandı.[2] İnşaat çalışmaları mahkeme nihai kararını verene kadar durduruldu. Neden sonra, kamuoyunun tepkisi ve mahkeme kararına rağmen inşaat faaliyetleri yeniden başlatıldı. Antalya İdare Mahkemesi süregiden hukuki mücadele sonrası oybirliğiyle yürütmenin durdurulmasına karar verdi: “İnşaat çalışmalarının niteliği itibarıyla [...] uygulanması hâlinde telafisi güç veya imkânsız zararlar doğurabileceği kanaatine varılmıştır.”[3]
Proje ihalesi kapsamında herhangi bir Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) yapılmamış olması sert tepkilere neden oldu. Phaselis’in tahribine karşı yürütülen mücadelenin önemli aktörlerinden avukat Tuncay Koç durumu şöyle değerlendiriyor: “ÇED faaliyetleri sadece mevzuat düzeyinde var.” Koç'a göre ÇED fiilen görmezden geliniyor yahut yasal boşluklar kullanılarak tamamen bertaraf ediliyor.
Phaselis örneği, yalnızca ÇED uygulamalarındaki eksiklikleri değil, aynı zamanda yerel protestolar ve inisiyatifler aracılığıyla gündeme taşınan başka bir sorunu da görünür kılıyor: Kamusal alanlara erişim hakkı ve özelleştirme girişimlerine karşı direniş. Plajların hukuken kamu malı olması, teoride tartışmasız herkesin erişimine açık olması demek. Ancak uygulamada durum öyle değil. Otellere ait özel plajların sayısı ile bunların ücretlerindeki artış, kıyılarda fiili bir özelleştirme trendine işaret ediyor.
Bu tanımı kullanan avukat Tuncay Koç. Koç bu trendin kültürel alanları ve doğayı tamamen ticari meta olarak gören neoliberal bakış açısının sonucu olduğu görüşünde. Dahası gidişat, ekonomik kalkınmayı teşvik ve kamu gelirlerini maksimize etmek amacıyla devlet eliyle de destekleniyor. Doğa salt ekonomik bir kaynak olarak görüldüğü ve böyle muamele gördüğü sürece, doğayı maddi kazanç üretmeden kullanan ya da ondan faydalananlar için erişim giderek daha zor oluyor.[4]
Tuncay Koç’a göre, özelleştirme politikaları doğal varlıkların — örneğin su kaynaklarının — çok daha hızlı tükenmesine de neden oluyor. En çok etkilenenler ise, kuşaklar boyu buralarda yaşayan yerel halk. Sahillere, yani mesire alanlarına ve memleketleriyle bağlarına erişim haklarından mahrum bırakılıyor, dahası doğa talanının etkilerini doğrudan yaşamaya devam ediyorlar.
Yapılaşmaya karşı artan protestolar, yalnızca çevresel ya da arkeolojik kaygılarla sınırlı değil; aynı zamanda toplumsal bir meseleye işaret ediyor. Türkiye kıyılarında süregelen fiili özelleştirme süreci, bu alanların erişilebilirliğini giderek daha fazla sınıfsal bir meseleye dönüştürüyor; düşük gelirli yerel halk ve diğer dezavantajlı gruplar dışlanıyor.
Phaselis’te yaşananlara dönecek olursak, süreç sonunda inşaat çalışmalarının kesin olarak durdurulması olumlu. Ancak tahribat çoktan gerçekleşti; ölçüsü ise ancak önümüzdeki yıllarda anlaşılabilecek. Bu kazanım yerel halkın, aktivistlerin, inisiyatiflerin ve meslek örgütlerinin yürüttüğü kararlı mücadele sayesinde mümkün olabildi. Bundan sonraki süreçte, başta Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak üzere karar verici tüm aktörlerin şu gerçeği göz önünde bulundurması gerekiyor: Turistik potansiyelin kısa vadeli çıkarlar uğruna yok edilmesi, uzun vadede sürdürülebilir bir yol değil. Ne Türkiye turizminin gelişimi ve ülkenin cazibesi açısından, ne de doğanın korunması ve iklim krizine karşı dayanıklılık açısından.
En nihayetinde, mevcut turizm geliştirme yaklaşımı, bu bölgelerde yaşayan yerel toplulukların ihtiyaçlarını ve seslerini büyük ölçüde görmezden geliyor. Bu gidişatı tersine çevirmenin ilk adımı, yerel halkın taleplerine gerçekten kulak vermek ve bu geri bildirimleri uygulamaya geçirmek.
Ayrıca, ÇED ve diğer çevre politikalarının yalnız kağıt üzerinde kalmaması, uygulamada da hayata geçmesi lazım.