Yatırımcılar açısından insan hakları sorunları özellikle itibar anlamında gerçek bir operasyonel risk haline geldi. Çünkü etik davranış kuralları giderek yönetime entegre edilirken, aktif hissedarlar da Avrupa şirketlerini sıkı bir denetim altında tutuyor.
Türkiye söz konusu olduğunda, Avrupalı yatırımcılar ve diplomatlar aynı zorlukla karşı karşıya kalıyor: Bu ülkenin jeopolitik ve ekonomik açıdan vazgeçilemezliği ile artan öngörülemezliği arasında giderek genişleyen uçurum nasıl yönetilir? Başka bir deyişle, Türkiye’ye duyulan ilginin kaybolması söz konusu değil, ancak öngörülebilir alan daralıyor ve yolumuza el yordamıyla devam etmek gerekiyor. Bir ülkenin sahip olduğu önem ile dönüşümünü kestirme yeteneğimiz arasındaki bu fevkalade uyuşmazlığın operasyonel sonuçları giderek artıyor. Bu durum finansal ya da jeopolitik açıdan uzun vadeli stratejiler geliştirmeyi ve bunları hayata geçirmeyi zorlaştırıyor. Öte yandan, öngörülemezliğin volatilite anlamına geldiği, özellikle finans ve döviz kuru alanında da kısa vadeli riskler yaratıyor.
Dolayısıyla yatırımcılar ve diplomatlar aynı analitik ve operasyonel zorluklarla karşı karşıya kalıyor. Bu da aslında, ekonomik, finansal ve jeopolitik düzlemde birbirini yankılayan, birbirini besleyen ve küresel riskler evrenini aşamalı olarak değiştiren iki iç ve dış faktörden kaynaklanıyor.
İçeride, rejimin özellikle son on yıldır giderek artan bir otoriterliğe ve merkezileşmeye doğru evrilmesi, Türkiye’nin kurumları ve toplumunun yanı sıra dış politikayı da fazlasıyla etkiliyor; kurumların erozyonu iç ve dış politikanın birbirine uyumluhale gelmesine yol açıyor. Dışarıda ise jeopolitiğin etkisi daha güçlü. Türkiye’nin Ortadoğu veya Kafkasya’daki bölgesel çatışmalara giderek daha doğrudan müdahil olması veya Rusya, Mısır, İran, İsrail ve Körfez ülkeleriyle olduğu kadar NATO ve AB ile karmaşık ilişkileri bunun iyi birer örneği. Dış ve iç güvenlik meseleleri arasındaki bağın da yoğunlaşmış olması da cabası.
Bu bir “Eksen ülke” davranışı mı?
Bu değişikliklerin ortaya çıkma biçimi yatırımcılar ve diplomatların risk evreni bakımından nötr değer taşımıyor. Gerçekten de Türkiye’nin dönüşüm mekaniği, mali veya siyasi şoklar kadar üretim yapılarının yanı sıra kurumların kimi zaman daha az görünür olan tedrici değişiminin bir karışımı. Bu iki dinamik en nihayetinde ülkeyi değiştirecek şekilde birleşiyor. Ancak tekrarlanan şoklar bir “büyüteç etkisi” yaratıyor ve analistlerin Türkiye’nin taşıdığı riskleri sürekli ya gözlerinde büyütmelerine ya da hafife almalarına yol açıyor. Yıkıcı bir olay yaşanırken endişe zirve yapıyor, ancak sonrasında hızla, hatta bazen çok hızlı bir şekilde kayboluyor. Finansal piyasaların neden kısa vadeye (şok) fazla odaklandığı ve bazen de uzun vadeye (kurumların dönüşümü ve ilgili riskler) neden yeterince odaklanmadığı muhtemelen bu etkiyle açıklanabilir.
Artık kasıtlı olarak bir “şok stratejisi”nin uygulandığı hipotezi masada. Türkiye’nin jeopolitik “eksen devlet” statüsü bunu mantıklı bir zemine oturtuyor. Gerçekten de bu özel statü, hem finansta hem de siyasette uluslararası toplumun kabul ettiği ve edebileceği şeylerin çıtasını yükseltti. Durumu muhtemelen Türkiye devletinin yaratmış olması da ayrı bir önem taşıyor. Bu davranış biçimi başka durumlarda da görülmüştü, ancak farkı yaratan söz konusu şok stratejisinin jeopolitikten ekonomiye ve finansa kadar kapsamlı bir şekilde uygulanıyor olması. Örneğin, finans piyasalarının Merkez Bankası’nın kritik döviz rezervi seviyesinden endişe duyduğu bir dönemde Merkez Bankası başkanını değiştirmek çok cüretkâr biri davranıştı... Diğer birçok ülke için piyasalarda dönüşü olmayan bir güven kaybına ve finansal krize yol açabilirdi.
Ve elbette, riskler stratejileri etkiler
Sözü edilen siyasi ve jeopolitik gelişmeler Avrupalı yatırımcılar için operasyonel risk kategorilerine dönüşüyor.
En belirgin risk iş ortamıyla ilgili; bunlar Dünya Bankası’nın KKZ yönetişim göstergelerinde işaret edilen şeffaflığın kaybolması ve düzenlemelerde artan bir keyfilik. Özellikle algılanan yolsuzluk göstergesi Türkiye’de durumun kötüye gittiğini gösteriyor. Pek çok ulusal risk ve ülke riski derecelendirmesine dahil edildikleri için bu göstergelerin etkisi çok büyük ve dolaysız. Haliyle Türkiye’nin siyasi risk primini, yani kamu borcunun yeniden finanse edilmesinin maliyetini de etkiliyorlar. Ülke riski COVID krizi nedeniyle artmış olmasına rağmen, uluslararası standartlarla hayli sınırlandırılmış olması Türkiye açısından bir şans.
İkinci büyük risk kategorisi tamamen siyasi. Her ne kadar iş dünyası ve siyaset arasındaki bariz bağlantı olsa da, yatırımcılar bu konuya iş ortamından farklı bakıyorlar. Ancak görünürlüklerini ve uzun vadeli taahhütlerini mekanik olarak sınırlayan çok sayıda siyasi darboğaz da algılıyorlar. Bunların ilki, zayıflayan bir merkezi güçle (bölgesel seçimler, AKP içindeki anlaşmazlıklar, AKP’nin “ak parti” imajını sarsan yolsuzluk vakaları) aynı gücün cumhurbaşkanının kişiliği etrafında yoğunlaşmasına (anayasa değişikliği, 2016 sonrası tasfiyeler, nüfusun yaklaşık üçte birinin kalıcı meşruiyeti) işaret eden sinyaller arasındaki boşlukta yatıyor. Nihayetinde, dengeli bir merkezi senaryo üretmek için bu birbiriyle çelişen sinyalleri uzlaştırmak zor. Ayrıca yatırımcıların İslam ve milliyetçilik arasındaki deneysel siyasi sentezi operasyonel sonuçlar açısından okuması da çok zor.
İş bununla kalmıyor, mevcut siyasi gelişmelerden kaynaklanan iki risk daha mevcut. İlk olarak, kurumsal çerçevedeki güvenlik ve istihbarat mantığının her alana yayılmış olması, etkin bir bilgi kontrolü politikasını destekliyor. Bu alanda görünürde yeni bir şey olmasa da, COVID krizi uzun zaman önce dikkat çekilen bir eğilime hız kazandırmış oldu. İkinci risk insan hakları meselesi. İnsan hakları sorunları, kanaatleri ne olursa olsun, yatırımcılar açısından özellikle itibar anlamında gerçek bir operasyonel risk haline geldi. Çünkü etik davranış kuralları giderek yönetime entegre edilirken, aktif hissedarlar da Avrupa şirketlerini sıkı bir denetim altında tutuyor. Dahası, Amerikalılar ve hatta Avrupalılar yaptırımların temel bir siyasi araç olarak kullanılacağı bir “demokratlar kulübü” kurmak gibi, demokrasi kavramı etrafında yeni jeopolitik farklılaşma çizgileri oluşturmaya devam ederlerse, insan hakları meseleleri yatırım tercihleri üzerinde daha da büyük bir etkiye sahip olacak. Bankalar risk kontrol sistemlerine daha fazla demokrasi göstergesi entegre etmeye başlarsa, bu kesinlikle yatırımcıların stratejilerini değiştirecek ve Türkiye cezalandırılacaktır.
Jeopolitiğin üretim yapıları üzerindeki etkisi
Son olarak, bu siyasi ve jeopolitik değişiklikler tüm ekonomik ortamı giderek dönüştürüyor. Bonn International Center for Conversion’ın hazırladığı Küresel Militarizasyon Endeksinde, Türkiye 2016-2019 yılları arasında bölgede militarizasyonun hızla ivme kazandığı ülkeler arasında 12. sıraya yükseldi. Bu, Türkiye savunma sanayisinin sürekli büyümesi yoluyla doğrudan veya fonların yeniden tahsisi yoluyla dolaylı olarak birçok sektörü etkileyen, çok önemli ve uzun vadeli bir eğilim. Örnek vermek gerekirse, 2003’te Türkiye ordusunun teçhizatının yüzde 25’i yerli üretim iken şu anda yüzde 60’ı yerli olarak üretiliyor. Karabağ’daki savaş, Türkiye’de imal edilmiş insansız hava araçlarının etkinliğini göstererek Polonya ve Ukrayna’yı sözleşmeleri onaylamaya ikna etti.
Ekonomik politikalar, özellikle güçlü bir cumhurbaşkanın tercih ettiği büyüme yöntemiyle jeopolitik ve politik değişikliklerden de etkilenir. Olumlu taraftan bakıldığında bu, 2011’de Malezya’yı, 2013’te Şili’yi ve 2015’te Rusya’yı aşan kişi başına düşen GSYİH artışını kısmen açıklıyor. Olumsuz olan ise, bu büyüme tercihinin ekonomiyi çarpıtmış olması ve son on yıldır ekonomiyi birbiri ardına sarsan kredi ve aşırı ısınma döngülerinin büyüklüğünü pekiştirmesi. Aynı zamanda, döviz kuru sürekli biçimde öyle zayıfladı ki, artık gerçek bir jeopolitik “risk primi” içeriyor.
Merkez Bankası’nın döviz rezervlerini tüketen tam olarak liranın tekrar eden döngülerle korumaya alınması. Öyle ki, ülkenin kısa vadeli finansman ihtiyaçlarını döviz rezervleriyle karşılaştıran Türkiye likidite göstergeleri bu yıl uluslararası derecelendirme kuruluşlarının alarm eşiğini ve dış borç çevirme riskine ilişkin endişeleri artırdı.
Elbette bu durum döngüsel bir perspektiften analiz edilebilir, ancak büyüme konusundaki siyasi tercihlerin uzun vadeli sonucunun para politikası tercihlerinde yapısal çarpıklıklar yaratması olarak bakmak da mümkün. Liranın değer kaybetme döngüleri para birimine olan güveni de aşındırdı. Türkler bile kendi para birimlerine güvenmiyor, banka mevduatlarını giderek daha fazla dolara çeviriyorlar ve Bitcoin’e ve diğer kripto para birimlerine akın ediyorlar.
Avrupalı yatırımcıların risk algısı ne durumda?
Bu algı iki yönlü, ancak stratejik açıdan yönetilmesi zor bir uyumsuzluğu barındırıyor. Bir yandan, belirli varlıklarda güven kaybı yaşanmasını açıklayan ve yatırımların vadesini kısaltan bu siyasi alan genişlemesiyle bağlantılı risklere ilişkin net bir görüş mevcut. Kronik kur riski ilkesi piyasa beklentilerine entegre edilmiş durumda ve yabancı yatırımcılar yurtiçi devlet tahvilleri piyasasından çekildi.
Öte yandan yatırımcılar, özel sektörün güçlü direncine ve reel ekonominin dinamizmine de dikkatle yaklaşıyor. Özel sektör, özellikle ihracat alanında, dinamizmine halel getirmeden siyasi şokların yanı sıra liradaki değer kayıplarına da dayandı. Sonuç olarak, Türkiye’nin büyük şirketleri, kısa vadeli döviz borçlarının uluslararası piyasalarda yeniden finanse edilmesinden de anlaşılacağı üzere, uluslararası alanda oluşan, ülkeye yönelik güven kaybından şimdilik etkilenmiyor gibi görünüyor. Ancak bir mali kriz yaşanacaksa, muhtemelen böyle başlayacak: büyük bir özel aktöre beklenmedik bir güven kaybıyla.