Doğu Akdeniz’de güvenlik ikileminden insan merkezli beka ikilemine: Çevresel güvenlik yaklaşımı

Doğu Akdeniz dosyamız Emre İşeri'nin meseleye çevre öncelikli bakmayı önerdiği yazısıyla sonlanıyor.

eco güvenlik podcast

21. yüzyılda insanın doğayı dönüştürmekte eriştiği boyutun ölçeği, yeni bir jeolojik çağ içerisinde olduğumuzu işaret etmekte, Antroposen (the Anthropocene). Bu çağ, başta iklim değişikliği olmak üzere çevresel değişimin neden olduğu baskılara karşı görece kapsamlı bir çevre güvenlik gündemini gerekli kılmakta.[1] Hakikaten de hem Birleşmiş Milletler’in (BM) sürdürülebilir kalkınma hedefleri hem de Paris iklim konferansında belirlenen ilkeler (COP21), iklim değişikliğine yönelik acil önlemlerin alınması gerekliliğini ortaya koymuştur. Bu bağlamda iklim değişikliği küresel gündemde daha çok yer bulmakla kalmamış, bazı ülke/birliklerde sürdürülebilir enerji dönüşümüne ilişkin politikalar için kaldıraç görevi görmektedir. 2050 itibariyle karbon-nötr olma hedefiyle Avrupa Birliği (AB) “yeşil anlaşma” (green deal) açıklamıştır.[2] Hâlbuki iklim değişikliğiyle mücadelede küresel olarak halen Paris’te belirlenen hedeflerin gerisindeyiz. Karbon emisyon salınımı oranları ancak Covid-19 süreciyle koşut olarak iktisadi küçülmeyle berber kayda değer bir azalış gösterebilmiştir.[3] Covid-19 sonrası dönemde iklim değişikliyle mücadelenin ne tür bir seyir izleyeceği, karar vericilerin “Yeşil Ekonomi” olma hedefiyle karbon emisyon salınımları ile ekonomik büyümeleri arasındaki pozitif bağıntıyı (correlation) tersine çevirmek için sürdürülebilirlik yolunda atacakları adımlarla doğrudan ilişkili olacaktır. [4]

Hiç şüphesiz, iklim değişikliğiyle mücadele etmek karbon yoğun ekonomilere sahip “kalkınmakta olan ülkeler” için hiç de kolay olmamakta, bu ülkeler ekonomik büyümeleriyle karbon emisyonu salınımları arasındaki bahsedilen bağı kıramamaktadır. Neyse ki sürdürülebilir enerji teknolojilerinin giderek ilerlemesine koşut olarak ilgili teknolojilerin fiyatları düşmekte, ülkelerin yenilenebilir enerji kaynak potansiyellerini etkin bir şekilde geliştirebilmeleri daha uygulanabilir (feasible) hale gelmektedir.[5]

İklim değişikliği ve küresel enerji sektörüne ilişkin bahsedilen gelişmelere ek olarak bazı bölgeler/ülkeler yenilenebilir enerji potansiyellerini gerçekleştirmek noktasında bir hayli geridedir. Bu bölgeler arasında iklim değişikliğinin etkilerine (özellikle susuzluk) dünya ortalamasından %20 daha hızlı ısınarak fazlasıyla maruz kalmakta olup[6] başta güneş ve rüzgar olmak üzere yüksek yenilenebilir enerji kaynak potansiyeline[7] sahip Doğu Akdeniz Bölgesi, özelde ise fosil enerjilere bağımlı Kıbrıs adası da sayılabilir. Hâlbuki Kıbrıs adanın iki tarafı, Türkiye ile Yunanistan, görünür sebep olarak denizin kilometrelerce dibinde yer alan doğal gaz rezervleri ve bunları giderek daralmakta olan Avrupa Birliği (AB) pazarına ihracatını sağlayacak olası boru hattı rotası (EastMed pipeline) için çatışmaktadır (Harita 1).

Harita 1 : The Eastern Mediterranean boru hattı (East Med) projesinin rotası

east med boru hattı

Peki Doğu Akdeniz’in kıyıdaş devletleri neden yenilenebilir enerji potansiyellerinden optimum düzeyde yararlanmak üzere iklim değişikliyle mücadeleyle uyumlu ortak projeler geliştirmek yerine, görünür sebep olarak denizin kilometrelerce derinindeki fosil kaynakları için çatışmaktadır? Bu çetrefilli soruya cevap verebilmek için Uluslararası İlişkiler (Uİ) yazınındaki “güvenlik” kavramına ilişkin tartışmaların sunduğu analitik araçlar yol gösterici olacaktır.

Geleneksel güvenlikten yeni güvenlik gündemine

En yalın ifadesiyle güvenlik, tehditlerden korunmak manasına gelmektedir. Hâlbuki güvenlik son derece tartışmalı bir kavramdır ve tanımına ilişkin bir uzlaşı bulunmamaktadır. Kavrama ilişkin en temel tartışma kimin (gösterilen/referans nesnesi) ve neyin güvenli hale getirileceğinin yanı sıra tehditlerin neler olduğu ve bu tehditlerden hangi araçlarla korunmanın mümkün olacağı hususlarında yaşanmaktadır (Tablo 1). İlgili tartışmanın kabaca iki tarafı mevcuttur: 1) Geleneksel devlet merkezli çalışmalar 2) Yeni güvenlik çalışmaları.

Geleneksek devlet merkezli güvenlik yaklaşımında enerji/çevre

Geleneksel devlet merkezli yaklaşımının “kimin için güvenlik” sorusuna cevabı nettir: devlet. Bu yaklaşımı benimseyenlerin neden salt devletin güvenliğini ifade ettiğini anlamlandırmak kolaydır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşının yıkımı ve Soğuk Savaş’ın tehdidi altında kaleme aldıkları eserinde uluslararası ilişkilerin gerçekçi (realist) gelenekten gelen öncüleri (Edward H. Carr, Hans J. Morgenthau, Kennet Waltz) disiplinin temel araştırma alanının devletler arasındaki çatışmalara ilişkin olduğunu düşünmüşlerdir. Gözlemleyen bireylerden ve dilden bağımsız olarak güvenliğin nesnel bir şekilde algılanabileceği varsayımında hareketle,[8] gerçekçi gelenek kapsayıcı otoritenin (overarching authority) yokluğundaki uluslararası sistemin anarşik yapısının devletleri güvenliklerini (yani belli bir hükümranlık alanında egemenliklerini) temin etmek için diğer devletlerle askeri rekabete gireceğini varsayar. Bu durum ise devletleri “güvenlik ikilemine” (security dillema) yani herhangi bir devletin kendi güvenliğini artırmak için attığı askeri adımların diğer devletlerden gelen tepkilere neden olmakta ve bu durum da asıl devletin güvenliğinde bir artıştan ziyade bir azalmaya yol açmaktadır. Bir diğer husus ise çok fazla askeri güç artırımının bir devleti iktisadi olarak güçsüz bırakma ihtimalidir.

Gerçekçi geleneğin enerji meselelerine ilişkin yaklaşımı da devlet merkezlidir. Enerji güvenliğinin üç temel boyutu mevcuttur: 1) Arz (tüketici devletler) 2) Talep (üretici devletler) 3) Enerji teknolojileri (iletim hatları, rafineriler). Tüketici devletler için enerji kaynaklarını kontrol etmek başlıca politika önceliğidir. Dönemin Amerikan Başkanı Richard Nixon’ın 1974’te vurguladığı üzere: “Güvenlik ve ekonomik unsurlar birbirlerine bağlantılıdır ve enerji ikisinden de ayrılamaz.” Uluslararası enerji ilişkileri, coğrafi faktörlerle (doğal kaynak dağılımının yanında kıtaların okyanusların yeriyle) karmaşık bir hal almaktadır. Diğer bir ifadeyle, jeopolitik önemlidir. Bu önem, tükenebilen (finite) hayati kaynakların belli coğrafi alanlarda yoğunlaşmasının yanında bu kaynakların ulusal sınırların içinde yani egemen devletlerin alanında olmalarından ileri gelmektedir. Bu bakıdan “gerçekçi” gelenek, devletlerin enerji kaynaklarına erişimini sıfır toplamlı bir oyun olarak görmekte, bunun için stratejik ittifakların yanı sıra askeri güç kullanımı gerekli görmektedir.[9] Bu minvalde, “düşük mahiyetli siyasetin” (low-politics) konusuna giren küresel çevresel sorunlar gerçekçilerin radarına ancak devlet güvenliğini tehdit ettiklerinde (diğer devletlerle çatışma ihtimali gibi) girebilmektedir.[10] İklim değişikliğinin jeopolitiği tartışmalarında, eriyen Arktik’te NATO üyeleri (Amerika, Norveç, Danimarka) ile Rusya arasındaki rekabet bu bağlamda değerlendirilebilir.[11]

Sadece devlet güvenliğine ilişkin konuları “yüksek mahiyetli siyasetin” (high-politics) konusu olarak nitelendirmenin yanında, enerji/çevreye ilişkin gelişmeleri bu dar bakış açısıyla değerlendiren, ama aslen güvensizlikleri derinleştiren iç çelişkilerine rağmen bu yaklaşıma karşı duruşun gündemi belirmesi Soğuk Savaş sonrası döneme denk gelmiştir.

Güvenliğin yeni genişletilmiş gündemi ve çevre

1970’li yıllarda geleneksel güvenlik yaklaşımının “düşük mahiyetli siyasetin” alanına giren çevre ve ekonomik kalkınma gibi konulara yönelik tehditlerin daha görünür olmasına koşut olarak bu yaklaşıma karşı sorgulamalar baş göstermeye başladı. İlgili dönemde modern anlamda çevresel hareketler ortaya çıkmış, 1971’de Green Peace kurulurken, 1972’de ise Birleşmiş Milletler (BM) Stockholm’deki ilk çevre konferansını gerçekleştirmiştir. Her ne kadar aralarında farklılıklar olsa dahi şu ortak noktada birleşmekteydiler: İnsanların sebep oldukları çevresel bozulmaya karşı sorumluluk almaları gerektiği. Aynı minvalde Richard Ullman (1983) “Redefining security” isimli çalışmasında güvenlik kavramının çevresel ve ekonomik meseleleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi gereğini vurgulamıştır. Bu paralelde, çevre güvenliği, Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu (WCED) tarafından 1987 tarihli “Ortak geleceğimiz” (Our common future) başlıklı raporunda etkin bir şekilde uluslararası siyasetin gündemine girmiştir. Rapor, sürdürülebilir kalkınmanın savunuculuğu ve 1992 tarihli Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’na (UNCED) yol açan gündemi şekillendirmede katalizör rolü oynarken, çevresel güvenliğin sağlanmasının sürdürülebilir kalkınma için gerekli koşul olduğunu vurgulamıştır.

 Bu yazı kapsamında çevresel gelişmeler ışığında değinilen yeni güvenlik gündemi, uluslararası ilişkiler disiplinindeki güvenlik kavramına ilişkin eleştirel çalışmalarla paralel gitmiştir. Soğuk Savaş sonrası ortamda giderek görünürlüğü artan “yeni güvenlik çalışmaları,” güvenliğin sadece askeri tehditlerle sınırlandırılamaması, güvenliğe ilişkin politikaların insanların mutluluk ve refahını da kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiğini öne sürmektedir. Başka bir ifadeyle, kimin güvenliğinin sağlanması gerektiği devletten, insan ve eko-sisteme doğru kaymaya başlamıştır. Güvenlik kavramına ilişkin bu “genişletilmiş” yaklaşım (Tablo 1)—başta Avrupa’daki hükümetler olmak üzere—giderek daha çok yerde kabul görmektedir.[12]

Tablo 1: Genişletilmiş Güvenlik Kavramları

genişletilmiş güvenlik kavramları

Yazar tarafından Brauch’dan (2008:11) uyarlanmıştır

            “Yeni güvenlik çalışmalarının” öncülerinden Kopenhag Okulu, güvenliği beş sektörde[13] incelemiştir: Askeri, siyasi, ekonomik, toplumsal ve çevresel. Okulun en bilinen önermesi şudur: Avrupa’nın birleş(tiril)mesi, bir güvenlik projesi olarak dönemin karar vericilerinin “güvenlik dışına çıkarma” (de-securitization) girişimleri neticesinde askeri yöntemlere ihtiyaç kalmadan barışın muhafaza edilebildiği bir “güvenlik topluluğu” inşasıdır.[14] Buradan hareketle, Kopenhag Okulu, güvenlikleştirmeyi (securitization) özneler arası (inter-subjectivity) sosyal bir süreç olarak tanımlarken, söz-edimler (speech-act) yoluyla güvenlik sorunu olarak inşa edilebilecek meseleleri önemlerine göre siyaset dışı (non-politicized), siyasi (politicized) ve “güvenlikleştirilmiş” (securitized) olarak sınıflandırılmaktadır. Güvenlikleştirme sürecinde güvenlikleştirici aktörler tarafından meseleler (enerji için ekonomi sektörü, iklim değişikliği için çevre gibi) varoluşsal tehditler olarak sunulmalarının yanında bu tehditler ancak “siyaset üstü” rutin olmayan acil kararlar (hukuk dışı gibi) ve araçlar (şiddet kullanımı gibi) yoluyla bertaraf edilebilir. Bahsedilen güvenlikleştirme sürecinde güvenlikleştirici aktörler, bir meseleyi özel alana taşıyıp güvenlik sorunu hali getirmekle kalmaz, bunun üstesinden gelebilecek kişiler olarak kendilerine imtiyazlı statü inşa ederler.[15] Bu bakımdan, güvenlikleştirme siyaseti iç politik yansımaları da olan çeşitli siyasi aktörler arasında söylemsel bir rekabet alanıdır.[16]

            “Özneler arası” siyasal bir süreç olarak güvenlikleştirmenin başarılı olabilmesi için var olduğunu iddia ettikleri varoluşsal tehditlerin ve bunların giderilmesine ilişkin siyasi kararlarının izleyiciler tarafından kabul edilmesi gerekmektedir. Kopenhag Okuluna göre sürecin başarılı olabilmesini kolaylaştıracak çeşitli koşullar (facilitating conditions) mevcuttur: Güvenlikleştirici aktörün kullandığı dil (iç) ve izleyicinin tehdit olarak inşa edilmekte olan meseleye tarihi bakışı (dış).[17]

Doğu Akdeniz’de enerjinin güvenlikleştirilmesi

            Her ne kadar 2000’lerin sonlarında Kıbrıs açıklarındaki doğal gaz keşiflerini kimi iyimser düşünürler adaya barış getirecek fırsat penceresi olarak görseler dahi adaya barış getirmek bir yana, bu keşifler var olan devletlerarası çatışmaları keskinleştirmektedir. Konuya (securitization)/güvenlik dışılaştırma (de-securitization) kuramı çerçevesinde yaklaştığımızda, bölgesel devlet aktörleri çakışan deniz yetki alanları içerisinde yer alan enerji kaynaklarını çatışma çözümü için siyasi bir araç olarak görmeyi tercih etmemektedir (Harita 2).

Harita 2: Çakışan deniz yetki alanları

çakışkan deniz yetki alanları

Bunun aksine, karar vericiler ilgili kaynakları güvenlikleştirmekten yana tercihlerini kullanmaktadır ve bunda kendi vatandaşlarının onaylarını aldıkları ölçüde başarılı olmaktadırlar. Türkiye açısından bakıldığında süreç şu şekilde işlemektedir. “Güvenlikleştirici aktörler olarak” Türkiye’nin karar vericileri söz-edimsel olarak süreci şu şekilde işletmiştir: Diğer devlet (Yunanistan, Fransa) / devlet-dışı aktörler (Kıbrıs Rum tarafı, ENI, Total) “tehdit kaynağı,” deniz yetki alanları içerisindeki enerji kaynakları/ihracat rotaları (EastMed boru hattı gibi) “tehdit altındaki değer,” “Kimin güvenliği?” sorusunun cevabı ise Türkiye devletidir. Yunanistan’ı ötekileştiren egemen tarihsel anlatılarla yoğrulmuş Türk kamuoyunun onayıyla Türkiye’nin güvenlikleştirmeci aktörleri— “Mavi Vatan Doktrini”[18] uyarınca—bölgeye yönelik güvenlik stratejisini belirlemiştir. Bu bağlamda, Türkiye, savaş gemileriyle kuvvet gösterisi, çatışmalı alanlarda sismik araştırma/arama faaliyetleri ve deniz seyrüsefer çağrıları (NAVTEX) gibi güç diplomasisi araçlarına başvurmaktadır.[19] Çatışmanın diğer tarafları (Kıbrıs Rum tarafı ve Yunanistan) ise Türkiye’nin deniz yetkisi olduğunu iddia ettiği alanlarda arama faaliyetleri gerçekleştirmekte, AB’de Türkiye’ye yönelik yaptırım yapılması yönünde diplomasi yürütmekte ve başta Fransa olmak üzere çeşitli devletlerle Türkiye karşıtı askeri işbirlikleri/tatbikatlar ve silah alımları yapmaktadır.

 

Sonuç yerine: Doğu Akdeniz’de çevre güvenlik ve iklim değişikliği

Gelmiş olduğumuz aşamada taraflar devlet merkezli güvenlik yaklaşımının öngördüğü üzere enerji güvenliklerini tesis etmek için “güvenlik ikilemi” içerisindedir. Bu durumun devamı halinde tarafların güvenliklerini sağlamak şöyle dursun, askeri, ekonomik çevresel güvensizliklerini arttıracağı söylenebilir. Askeri gücün karşılıklı olarak arttırılması ve askeri işbirlikleri, tarafların güvensizliklerini daha da tırmandıracaktır. Zaten Covid-19’un tetiklediği sebeplerle ekonomik durgunluk içerisinde olan Yunanistan ve Türkiye’nin ilave askeri harcamalarla ekonomik güvensizlikleri daha da artacaktır. Bunun yanı sıra süre giden gerginlik, özellikle Kıbrıs’taki zengin yenilenebilir enerji kaynak potansiyelinin ortak projelerle optimum şekilde geliştirilmesine sekte vuracaktır.

 Tarafların çevresel güvensizlikleri ise iki yolla artacaktır: Kaynak geliştirmenin ve iletim hattı yapımının deniz ekosistemini bozacak olmasının yanı sıra iklim değişikliğiyle mücadelenin rafa kalkacak olması. Bunların ötesinde şurası nettir: Güvenlikleştirilmiş doğal gaz rezervlerinin fizibıl bir şekilde üretilip, yapımı 6 milyar avro maliyetli 1900 km’lik East Med boru hattıyla karbon-nötr ekonomiye geçme hedefindeki AB’nin daralan enerji pazarına ihraç planı birçok bilinmez barındırmaktadır.[20]

 

            İklim değişikliğinden en fazla etkilenecek bölgelerden biri olan Doğu Akdeniz, başta susuzluk olmak üzeri çeşitli yaşamsal risklerle karşı karşıyadır. Bölgesel devletlerin karar vericilerinin bölgede yaşayan insanların ortak kaderlerine yönelik başlıca güvenlik riskinin sürdürülebilirlik olduğunun, yani “beka ikilemi”[21] içerisinde olduklarının farkına varıp, buna ilişkin sorumluluk almaları gerekmektedir. Bunun için karar vericilerin dar güvenlik yaklaşımlarının ötesine geçip, genişletilmiş güvenlik yaklaşımı ışığında iklim değişikliğini güvenlikleştirerek acil gündemle sürdürülebilir Doğa Akdeniz inşası yolunda ortak yenilenebilir enerji projeleri geliştirmeleri gerekmektedir. Hiç şüphesiz, bölgeye ilişkin önerilen paradigma değişikliği, büyük güçlerin de desteğiyle daha sağlam bir zemine oturacaktır. Böylece, Biden Başkanlığındaki ABD’yle koordineli olarak AB’nin bölgede asıl “pozitif gündemi” yaratacak olan sürdürülebilirlik temalı projelere (“EMME-CARE”[22] ve “Ekoşehir Mağusa/Farmagusta”[23] gibi) desteğini arttırması, yazımızda hedeflenen bölgesel sürdürülebilirlik yolundaki dönüşümün başlangıcı olacaktır.

 

[1] Dalby, Simon. “Environmental Security and Climate Change.” Oxford Research Encyclopedia of International Studies. 2020:1. (https://www.researchgate.net/profile/Simon_Dalby/publication/342639107_Environmental_Security_and_Climate_Change/links/5efe00b992851c52d610c92b/Environmental-Security-and-Climate-Change.pdf

[3] “Stop CO2 emissions bouncing back after Covid plunge, says IEA”, Guardian, 13.10.2020; https://www.theguardian.com/business/2020/oct/13/co2-emissions-covid-iea

[5] “Solar is now ‘cheapest electricity in history,’ confirms IEA”, Carbon Brief, 13.10.2020; https://www.carbonbrief.org/solar-is-now-cheapest-electricity-in-history-confirms-iea

[6] Pietrapertosa, Filomena, Valeriy Khokhlov, Monica Salvia, and Carmelina Cosmi. “Climate change adaptation policies and plans: A survey in 11 South East European countries.” Renewable and Sustainable Energy Reviews 81 (2018): 3041-3050; “Risks associated to climate and environmental changes in the Mediterranean region”, MEDCC, 2019; https://www.medecc.org/medecc-booklet-isk-associated-to-climate-and-environmental-changes-in-the-mediterranean-region/

[7] Tsangas, Michail, Antonis A. Zorpas, Mejdi Jeguirim, and Lionel Limousy. “Cyprus energy resources and their potential to increase sustainability.” In 2018 9th International Renewable Energy Congress (IREC), pp. 1-7. IEEE, 2018; Asumadu-Sarkodie, Samuel, Ҫağlan Sevinç, and Herath MPC Jayaweera. “A hybrid solar photovoltaic-wind turbine-rankine cycle for electricity generation in Turkish Republic of Northern Cyprus.” Cogent Engineering 3, no. 1 (2016): 1-19; Kylili, Angeliki, and Paris A. Fokaides. “Competitive auction mechanisms for the promotion renewable energy technologies: The case of the 50 MW photovoltaics projects in Cyprus.” Renewable and Sustainable Energy Reviews 42 (2015): 226-233.

[8] Baysal, Başar ve Çağla Lüleci. “Kopenhag Okulu ve Güvenlikleştirme Teorisi.” Security Strategies Journal 11, no. 22 (2015):68.

[9] Kuzemko, Caroline, Michael F. Keating ve Andreas Goldthau (ed.). The global energy challenge: Environment, development and security. Macmillan International Higher Education (2015):8-9.

[10] Erçandırlı, Yelda. “Yeşil Teori” içinde Ramazan Gözen (ed.), Uluslararası İlişkiler Teorileri, İletişim Yayınları, İstanbul (2014): 498.

[11] Rowe, Elana Wilson. “Analyzing frenemies: An Arctic repertoire of cooperation and rivalry.” Political Geography 76 (2019): 1-10; https://doi.org/10.1016/j.polgeo.2019.102072

[12] Brauch, Hans Günter, “Güvenliğin Yeniden Kavramsallaştırılması: Barış, Güvenlik, Kalkınma ve Çevre Kavramsal Dörtlüsü”, Uluslararası İlişkiler 5, no. 18 (2008):5; Bilgin, Pınar. “Güvenlik Çalışmalarında Yeni Açılımlar: Yeni Güvenlik Çalışmaları.” SAREM Stratejik Arastirmalar Dergisi 8, no. 14 (2010): 32.

[13] Bütüncül olan “gerçekliğin” sektörler yoluyla belli bir boyutunun, belli birimlere arasındaki belli ilişki veya etkileşim örüntüsünün incelenmesi.

[14] Bilgin 2010:42.

[15] Hisarlıoğlu, Fulya, “Güvenlikleştirme”, Güvenlik Yazıları Serisi, No.24, Ekim 2019:4.

https://trguvenlikportali.com/wp-content/uploads/2019/11/Guvenliklestirme_FulyaHisarlıoglu_v.1.pdf

[16] Bu minvaldeki çalışmalara bkz. Kaliber, Alper. “Securing the ground through securitized ‘Foreign’policy: The Cyprus case.” Security Dialogue 36, no. 3 (2005): 319-337; Çelenk, Ayşe Aslihan. “The restructuring of Turkey’s policy towards Cyprus: The Justice and Development Party’s struggle for power.” Turkish Studies 8, no. 3 (2007): 349-363.

[17] Baysal ve Lüleci (2015): 83.

[18] Türkiye’nin bölgeye ilişkin bahsedilen güvenlik stratejisi Batı yazınında “ileriden savunma” (forward defence) olarak nitelendirilen bir yakışımın ürünüdür ve çeşitli deniz yetki alanlarını kapsayacak şekilde “Mavi Vatan” doktrini haline gelmiştir. Bkz. İlhan Uzger, “Mavi Vatan ve Türkiye’nin yeni güvenlik doktrini”, Gazete Duvar, 15.06.2020, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/06/15/mavi-vatan-ve-turkiyenin-yeni-guvenlik-doktrini/ ; “Doğu Akdeniz: Mavi Vatan doktrini nedir, Türkiye ve Yunanistan neden anlaşamıyor?” BBCTürkçe, 31.07.2020, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-53606564

[19] Bkz. Emre İşeri, “Turkey’s Entangled (Energy) Security Concerns and the Cyprus Question in the Eastern Mediterranean”, içinde Alexis Heraclides & Gizem Alioğlu Çakmak (ed.) Greece and Turkey in Conflict and Cooperation: From Europeanization to De-Europeanization, London:Routledge, 2019, ss. 257-270; Emre İşeri & Ahmet Bartan Çağrı “Turkey’s Geostrategic Vision and Energy Concerns in the Eastern Mediterranean Security Architecture: A View from Ankara” içinde Tziarras Zenonas (ed.), The New Geopolitics of the Eastern Mediterranean: Trilateral Partnerships and Regional Security. Re-imagining the Eastern Mediterranean Series: PCC Report, 3. Nicosia: PRIO Cyprus Centre, 2019, ss. 111-124.

[20] Benzer tartışmalar içi bkz; Paul Hockenos, “No Gas, No War in the Mediterranean”, 10.09.2020 https://foreignpolicy.com/2020/09/10/turkey-greece-cyprus-no-gas-no-war-in-the-mediterranean/ ; Global Witness, Pyrrhic Victory:Why Europe and Turkey should not fight over offisl gas we cannot use, 2020, https://www.globalwitness.org/en/campaigns/fossil-gas/pyrrhic-victory-why-europe-and-turkey-should-not-fight-over-fossil-gas-we-cannot-use/

[21] Küresel çevresel değişimin insan ve doğa kaynaklı etkenlerinin neden olduğu güvenlik, çevre ve kalkınma bağlantılarını ele alan bir kavram olarak ilk kez Prof.Hans Günter Brauch tarafından önerilmiştir. Bkz.Brauch (2008).

[22] The Eastern Mediterranean and Middle East – Climate and Atmosphere Research (EMME-CARE) Project; https://emme-care.cyi.ac.cy/

[23] Bkz. The Famagusta Ecocity Project” https://www.ecocityproject.org/