AB’nin Yeni Göç ve Sığınma Paktı, AB-Türkiye ortaklığını, yeni sorumluluk paylaşımı mekanizmalardan ziyade, artık eskimiş siyasi teşviklerle sürdürmeyi amaçlıyor. Dolayısıyla da bu Pakt, herhangi bir anlamlı değişiklik yaratmaksızın Akdeniz’deki güvenlikçi bakış açısını daha da artıracak.
Bu analiz, Yeni AB Göç ve Sığınma Paktı hakkındaki dosyamız kapsamında yayımlanmıştır.
Eski taahhütlerin tekerrürü
AB Komisyonu’nun Yeni Göç ve İltica Paktı, sahip olduğu geri dönüş ve sınır odağı nedeniyle, hayata geçirilebilmek için AB’nin komşularının iş birliğine ihtiyaç duyuyor. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, tam da bu nedenden ötürü Paktın kamuoyuyla paylaşıldığı gün, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile 2016 tarihli AB-Türkiye Mutabakatının yenilenmesi ve gümrük birliği ve vize serbestisinin güncellenmesinin de aralarında bulunduğu mutabakat şartlarının yerine getirilmesini ele almak için bir video konferans görüşmesi gerçekleştirdi.
Türkiye’deki muhalefet partileri de kendi saflarını seçtiler: Cumhuriyet Halk Partisi, geri dönüşlerin hızlandırılmasının önemini vurgularken, Halkın Demokrasi Partisi dışsallaştırmayı eleştiren bir tutum sergiledi. Türkiye’deki basın ise kota sisteminin kaldırılması, sınır dışı işlemlerinin hızlandırılması ve Komisyon’un insan kaçakçılığı ve geri kabuller konusunda Türkiye ile iş birliğini sürdürme niyetini vurgulayan haberler yaptı. Türkiye’deki sivil toplum örgütleri, tasarı hakkında temkinli yanıtlar verseler de basın kuruluşları, Uluslararası Af Örgütü ve Caritas gibi uluslararası sivil toplum kuruluşlarının, tasarının güvenlik odaklı olmasını ve bunun da sığınmacıların başvurularının değerlendirilmesi, alıkonulmaları ve geri gönderilmeleri konularında sebep olabileceği insan hakları ihlallerine dikkat çeken açıklamalar yayımladıklarını bildirdi.
Sorumluluk Paylaşımı ve Siyasi Meseleler Arasındaki Bağlantılar
Mültecilerin yeniden yerleştirilmesi, Türkiye için en dolaysız ve sürdürülebilir bir sorumluluk paylaşım mekanizması olma niteliğini taşıyor. Türkiye, yeniden yerleştirme talebinde bulunmaya devam edebilmek için, uluslararası baskılara rağmen, 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi çekinceyi korumaya devam ediyor. Türkiye’nin bu çekincesinden ötürü de ülkede uluslararası koruma altındaki Avrupalı olmayan kişilere mülteci statüsü verilebilmesi mümkün değil ve bu kişiler, yalnızca üçüncü bir ülkeye yerleştirilmeleri sağlanıncaya dek geçici olarak Türkiye’de kalmalarına izin veriliyor.
Taşıdığı öneme karşın bu anlaşma, mültecilerin yeniden yerleştirilmesi konusunda üçüncü ülkelerce verilen herhangi bir somut güvence içermediği gibi, AB içindeki yeniden yerleştirilme için de kısıtlı bir mali ve teknik destek imkânı sunuyor. Anlaşma, kota sistemini de kaldırarak, muğlak bir şekilde Komisyon’un üye devletleri “taahhütte bulunmaya” davet edeceğini ifade ediyor. Buna ek olarak, Anlaşma vasıtasıyla alternatif ya da ilave bir dayanışma türü olarak “geri dönüş sponsorluğu” kavramı da hayata geçiriliyor. Buna göre üye devletler bu iki seçenekten birini ya da ikisini birden tercih ederek bir dayanışma sergileyebilecekler.
Geri dönüş sponsorluğu yoluyla dayanışma gösterme gibi bir seçeneğin varlığı, en önemli politika aracı geri kabul anlaşmaları olan AB’nin dışsal boyutunun sahip olduğu önemi daha da artırıyor. AB-Türkiye ilişkileri çerçevesinde, dışsallaştırma için kullanılan araçlar, sürdürülebilir nitelikteki sorumluluk paylaşımı mekanizmalarından ziyade, siyasi meseleler arasındaki bağlantılara dair yapılan müzakereler temelinde bina edilmiş durumda. Türkiye’ye sağlanacak vize serbestisi ve mali destek ile AB’nin düzensiz göçü engellemeye dönük tedbirlerinin uygulanması arasında kurulan bağlantılar ise gündemin en çok göze çarpan konusu.
Pakt, iyi bir iş birliğinin mükafatı olarak da üçüncü ülkelere vize serbestisi tanınmasını tekrar gündeme getiriyor. Ancak, ilk olarak 2005 yılında başlatılan, daha sonraları da 2013 senesindeki geri kabul anlaşmasına ve 2016 tarihli AB-Türkiye Mutabakatına dahil edilen bu teşvikin Türkiye açısından güvenirliği, herhangi bir somut adımın atılmadığı sözde kalan bir vaat olarak giderek azalıyor. Mali teşviklere halen nispeten daha fazla güven duyuluyor olsa da Türkiye hükümeti 2016 tarihli AB-Türkiye Mutabakatının proje temelli bir yardım mahiyetinde oluşunu eleştiriyor. Dolayısıyla AB, sorumluluk paylaşımından ziyade sorumluluğu üzerinden atmayı amaçlasa da bu amacına eski taahhütleri yeniden gündeme getirerek ulaşamayacak. AB’nin, göç yönetiminde Türkiye’nin göstereceği iş birliğine karşılık olarak yeni, güven telkin edici ve siyaseten de uygulanabilir teşvikleri sunabilmesi gerekiyor.
AB içindeki dayanışma ve dışsallaştırma
Yeni Göç ve Sığınma Paktı, üye devletlerin içteki endişelerine cevap veren, göçmen kaçakçılarına, uydurma sığınma başvurularına ve düzensiz göçmenlerin geri dönüşlerinin sağlanmamasına saplanıp kalan ve apaçık bir şekilde siyasallaştırılmış bir belge olma niteliğini taşıyor. Pakt, “iyi göçmen” ve “kötü göçmen” arasında net bir ayrım yaparak, bu ilk gruba güvenli yolculuklara çıkmalarından ve ev sahibi ülkelere katkıda bulunmalarından dolayı övgüler düzerken, diğer grubu ise insan kaçakçılarına para verdikleri için eleştiriyor.
Böylesi bir bakış açısı, sığınma talebinde bulunmanın, çoğu zaman düzensiz bir şekilde ülke toprağına girmeyi mecbur kılan bir insan hakkı olduğu gerçeğini görmezden geliyor. Pakt, düzensiz göçü dizginlenme, ev sahibi transit ülkeleri topraklarından üzerinden gerçekleşen düzensiz göç hareketlerini önlemeyi teşvik etme ve yasal yolları açık tutmanın bir aracı olarak emek göçünü öneriyor.
Bu Pakt, AB’ye yumuşak bir güç birliği olarak uluslararası normatif bir meşruiyet de kazandırmayacak; zira bu Pakt, esasen, 2015 yılındaki mülteci hareketliliğinin ardından yaşanan dayanışamama krizinin ardından büyük bir yara alan ve temel önermesi serbest dolaşım olan Schengen bölgesinin ve AB’nin kendisinin sürdürebilirliğini güvence altına almaya dönük bir girişim niteliği taşıyor. Ancak herhangi bir göç yönetimi aracının sürdürülebilir olabilmesi için, bu aracın dışsal boyutunun teknik bir yaklaşımdan ziyade siyasi bir bakış açısıyla desteklenmesi ve yalnızca seçmenleri memnun edecek olanlarla değil, ama aynı zamanda göçmen ve mültecilerin de yararına olacak sürdürebilir sorumluluk paylaşımı biçimleriyle de bir bağ tesis etmesi gerekiyor.