“…bir Cumhuriyete fazilet, bir saltanat hükümetine şeref gerekiyorsa, istibdat hükümetine de korku gerekir…”
Montesquieu
AKP 2002’de iktidara geldiği günden itibaren topluma çok sayıda proje ve reform sözü verdi. Kamu hizmetleri, bürokrasi, diplomasi, yargı sistemi, maliye, savunma sektörü, sanayi gibi pek çok alanda hızlı bir dönüşüm için kurumsallaşmalara ve yasal düzenlemelere yöneldi. Reform ütopyalarını demokrasi sözcüğüyle içeriklendiren AKP, ısrarla “insan merkezli”liğin üzerinde durdu. “Sessiz Devrim” olarak adlandırdıkları hükümet faaliyetlerini, yine aynı isimle kitaplaştırdıkları çalışmaya Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından yazılan önsözde şu ifadeler dikkati çekmekteydi: “Bu devrimle kendi vatandaşını tehdit olarak gören devletçi yaklaşım yerine, farklılıkları zenginlik olarak kabul eden, vatandaşı ve vatandaşa hizmeti esas alan bir anlayışı yürürlüğe koyduk”.1 Bugün ise monist bir devlet şiarını “Rabia diyoruz, tek millet diyoruz, tek bayrak diyoruz, tek devlet diyoruz”2 şeklinde tarif eden Erdoğan’ın ve AKP’nin paradoksal niteliğiyle karşı karşıyayız.
Paradoksun kökenine odaklanıldığında, AKP’nin ekonomik, siyasal, siyasetin gündelik yaşamdaki tezahürleri bağlamında kültürel ve ideolojik bir kriz içinde olduğu su götürmez bir gerçek. “Büyük Türkiye”nin ekonomisi3 ithalata ve inşaat sektörüne bağımlı hale gelmiş, dolar yükselirken, TL değer kaybetmektedir. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları, siyasî ve ekonomik istikrarsızlıklar nedeniyle Türkiye’nin derece notunu düşürmekte, bu da doğrudan yabancı yatırımları negatif yönde etkilemektedir. Bankacılık sisteminde ve borsadaki spekülatif hareketler eşliğindeki ilerleyiş, kırılgan bir buz tabakası üzerindedir.
“Güçlü Türkiye”nin iç ve dış siyasetteki akıbeti enigma niteliğindedir. İç siyasette, Gezi’den bu yana AKP’nin içinde bulunduğu meşruiyet krizi, 7 Haziran genel seçimlerinden sonra temsil krizi olarak kristalize olmuştur. Egemen kitle partisi özelliğini koruyan, ama tek parti statüsünü kaybeden AKP, rejimin yapıtaşlarını dönüştürme sürecinde zorunlu bir mola vermiştir.
Dış siyasette ise Kürt hareketinin ABD ve Koalisyon güçleriyle ortaklaşa IŞİD’e karşı savaşması, uluslararası kamuoyunda militarist-fundamentalist bir örgüte karşı halk savaşı vermesiyle prestijinin artması, Ortadoğu’ya ilişkin planlarda revizyona yol açmıştır. Türkiye’nin Başbakan Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabındaki izleğe sadakatle bağlı dış siyasetteki misyonu, pratiklerin uzağına düşmüştür. “Komşularla sıfır sorun” ve diplomatik açılımlar, Arap İsyanlarından itibaren sallantılı bir konumdaki siyasal İslâm’ın akıbeti içinde erimiş, Türkiye’nin rol modeli ülke vasfı önemsizleşmiştir.
Partinin topluma sunacağı değerler ve ilkeler manzumesi tükendikçe, AKP siyasî momenti değiştirmenin tek çıkar yol olduğunun farkındadır. Siyasal İslâm evreni içerisinden öznelere seslenebilme seviyesinin düşmesi, yeni bir momentte ısrarcı olunmasına yol açmaktadır. Çünkü Türkiye’nin son birkaç yılına sığan siyasî ve toplumsal olayları belli bir dizgeye yerleştirdiğimizde, yakın dönem siyasi tarihimizi “aşırılıklar çağı” olarak adlandırabiliriz.
Gezi Parkı protestoları, içerisinde üst düzey devlet görevlilerinin de olduğu 17–25 Aralık yolsuzluk operasyonları, sermaye ve devlet ilişkisinin tapelerle ortaya çıkan yeni dönem versiyonu, “paralel yapı” ile mücadele adı altında bürokratik tasfiyeler ve kadrolaşma, cumhurbaşkanının halk oylaması ile seçilmesi ve bu yeni hukukî statünün yeni bir siyasî eşiği beraberinde getirmesi, devlet kurumlarının IŞİD’e lojistik yardım yaptığına dair görüntü kayıtlarının basına düşmesi, Kobanê direnişi ve yurtiçindeki siyasî-toplumsal yansımaları, 7 Haziran seçimleri ve Türkiye tarihinde ilk kez Kürt siyasî hareketinin bir parti formunda barajı aşması, 33 gencin katledildiği Suruç Katliamı, “özel güvenlik bölgesi” adı altında bölge illerinde olağanüstü hal (OHAL) pratiklerine dönülmesi, sınır ötesi hava operasyonlarının başlaması, 6 Eylül 2015’ten itibaren yaklaşık bir hafta boyunca Kürt yurttaşlara ait işyerlerine ve muhalif siyasî partilere saldırılar düzenlenmesi, sayısız basın yayın organına erişimin engellenmesi, tutuklamalar, gözaltılar...AKP’nin hem müsebbibi hem de izleyicisi olduğu, kimi zaman siyasî krizi yönetsel fırsata çevirdiği olaylar dizgesinde, AKP’nin elini güçlendirmeye yönelik başlıca projesi, başkanlık monokrasisidir.4 Cumhurbaşkanını halkın seçmesi için düzenlenen plebisitten cumhurbaşkanlığı seçimlerine, 7 Haziran genel seçimlerinden bugüne uzanan bir zaman çizelgesinde, AKP’nin ve Erdoğan’ın siyasî varlığı sallantılı hale gelmiştir. Rejim ve kadroları “Yeni Türkiye” eşiğinde sıkışıp kalmıştır. Son günlerde yaşanan operasyonlar ve iç savaş provaları, AKP’nin güvenlik paradigması bakımından “Eski Türkiye”nin taklidi olduğunu kanıtlamıştır.
Yaşanan bu gelişmelerin hemen hepsi yazının bundan sonraki kısmı için bir bağlam zemini oluşturacaktır. Ancak, farklı olay dizgelerini boydan boya kesen bir faktör olarak AKP’nin, egemen kitle partisi formuyla nasıl bir pozisyon saptadığını temel bir öğe üzerinden inceleyebiliriz. Partinin taşıyıcısı olduğu hâkim ideoloji ve yürütücüsü olduğu siyasî biçim arasındaki makas açıldıkça, AKP bu mesafeyi ideolojik eklemlenmeyle bertaraf etme çabasındadır. 7 Haziran seçimlerinden bu yana “Yeni Türkiye projesi” iflas eden ve başkanlık monokrasisine geçemeyen rejim, gerek lider kültü gerek parti kadroları bağlamında milliyetçi ideoloji ve savaş konsepti üzerinden siyasetini tahkim etmektedir. Bu yazıda, AKP’nin genel seçimlerden bu yana ideolojik düzeydeki tıkanıklığını, toplumsal sınıflara tebliğ ettiği ideolojinin taşıyıcısı olmaktan uzaklaştığını, hegemonya projesi atıl hale geldikçe rejimin parametrelerinde nasıl bir dönüşüme yol açtığını incelemeye çalışacağız.
Hukukî konfigürasyon ve iki perspektif
Fiili durumlar yaratan bir idare iki tür riske yol açar.5 İlki, siyasi iktidarın bulunduğu konjonktürü tanımlama keyfiyetidir. Hükümetin çıkarlarını tehdit eden her durum veya olay, “olağanüstü durum” ve “kriz” içinde değerlendirilebilir. İkincisi, tanımlanan konjonktürün statüsüne özgü bir idarî ve yaptırım sisteminin oluşturulmasıdır. Kamunun denetimi ve şiddeti, hem kollukla hem de yargı sistemiyle ağırlaştırılır. Fransız hukukçu Léon Duguit’ye göre, hukuka uygunluğa “istisna tanınmasının sonu açık uçludur”. Bu da bazı değişik durumların ortaya çıkması halinde despotizm ihtimalini gündeme getirir.6
Duguit ekolünü takip edersek, “despotizm” Türkiye’de yaşanan durumu tanımlamak için kullanılabilir. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçildikten sonra bulunduğu mevkii önce “icracı cumhurbaşkanlığı”, daha sonra “başkanlık” olarak adlandırması rastlantısal değildir. Kendisinin de “Türkiye’nin yönetim sistemi fiilen değişmiştir” açıklamasını7 dikkate aldığımızda, fiili duruma giden süreci iki örnekle betimleyebiliriz: Birincisi, 12 Eylül darbesinden bu yana cumhurbaşkanlarının kullanmaktan imtina ettiği kabineyi toplama yetkisidir. Anayasa’nın 104. maddesindeki8 tanımlı görevleri dâhilinde kabineyi üç kez toplayan Erdoğan, rejimin dönüşümüne fenomenal bir mizansenle katkı sunmuştur. Devlet teamülleri içinde alışıldık olmayan bu durum yine Erdoğan’ın de jure mahiyeti içinde açıklanabilir.
Teamüllerden ayrıksı tutumuyla anayasal yetkilerini kullanarak Saray’da güç biriktiren Erdoğan, 7 Haziran seçimleri öncesinde bu gücü AKP’ye aktarmıştır. Mezkûr yasalar uyarınca “tarafsızlığı” beklenen Erdoğan’ın AKP’nin seçim mitinglerine katılması, 400 vekil istemesi, siyasî parti başkanı edası ve söylemiyle rakip partilerle polemiğe girmesi, de jure olandan kopuşunun ve de facto başkanlık provasının alâmetleridir. 400 vekilde ısrar eden Erdoğan’ın AKP’nin tek parti iktidarını koruması için aktif siyasette rol alması, anayasal değişikliğe kadar yasal olanın askıya alınmasıdır.
Erdoğan’ın ve AKP’nin, özel olarak 400 vekil istemi, genel olarak “Yeni Türkiye”ye ilişkin erkler düzeyinde bir sıçrama istenci, hegemonya projesinin durumundan kaynaklanmaktadır. AKP Gezi’den itibaren derinleşen bir ikilemle yüz yüzedir: “Yeni Türkiye” projesinin bilhassa OHAL pratikleri düşünüldüğünde, güvenlik paradigması bağlamında eskiyle aynılaşması, geçmiş ile gelecek arasında salınımlı bir iktidar görüntüsü sunmaktadır. AKP kısa vadede geleceğe referans veren dili terk etmeyi tercih etmiştir. Rejimin önündeki geçerli hamle, yasal ve formel nitelikteki yapısal değişimdir. Sınıfsal reaksiyonları soğurabilme kapasitesi azaldıkça, AKP meşruiyetini dayandırabileceği ve devlet kudretini seferber edebileceği hukuki toposa9 ihtiyaç duymaktadır.
Duguitci perspektif bir noktaya kadar, süreç odaklı bir okuma ile açıklayıcılığını korumaktadır. Ancak, “başkanlık monokrasisinde AKP’nin neden ısrarcı?” olduğu sorusunu yanıtlamak için gerekli metodolojiyi bize sunmamaktadır. Spekülatif şekilde ifade edersek, “doğal sınırlarına ulaşan AKP mi söz konusudur?” yoksa –eşzamanlı ve ardışık– “bir dizi maddî ilişkinin AKP’yi yapısal olarak sınırlandırmasından mı bahsedebiliriz?”. Yanıtı Gramsci’nin kavrayışıyla bulabiliriz. AKP’nin sunduğu “ileri demokrasi” paketi ve “Yeni Türkiye” olarak formülleştirdiği proje, hegemonya projesidir. Bu nedenle bazı çelişkileri ve dinamikleri muhafaza etmektedir.
Rıza ve zorun bir aradalığını koruduğu hegemonya projelerinde rıza mekanizmaları yerine zorun öncelenmesi, hegemonyadan tahakküme kayış anlamına gelir.10 Mutlak anlamda zora dayanan rejimlerin hemen hepsi, rıza mekanizmalarını halkın siyasete katılması veya kamu hizmetleri dışında, hukukî sistemlerle de işletmek zorundadır. İktidarların eylem ve işlemlerini gerekçelendirebileceği ve meşrulaştırabileceği yasalar manzumesi ile yönetsel otorite bulunmak zorundadır. Erdoğan’ın “400 vekil” ısrarının arkasındaki neden, projenin fragmanlarından birinin bir an önce gösterime girmesidir. Başkanlık sistemine geçilen bir Türkiye’de, yasama-yürütme-yargı gibi erklerin fiilen birleşmesine hukuksal statü kazandırıldığında, başka hamleler için siyasal sterilizasyon gerçekleştirilmiş olacaktır. Parti içinden veya muhalefetten gelecek tepkiler, burjuva hukuku ve parlamenter sınırları içerisinde kolaylıkla soğurulabilecektir. AKP bu kurguyu “Türk tipi başkanlık”11 biçiminde dile getirerek Batı tipi parlamentarizm sınırlarının dışında bir müesses nizam arzusunun altını çizmektedir.
Türkiye’ye ilişkin dış basında çıkan otoriterleşme veya sultancılık yorumlarının kaynağında bu durum yatmaktadır.12 Erdoğan ve rejim içindeki bir klikten ötürü, şahsileştirilmiş iktidarla birlikte, kamu kurumlarında meritokrasiyi, ekonomik işlemlerde şeffaflığı, diplomaside ılımlılık yerine agresifliği öncelediği, Türkiye’nin çoğulcu parlamenter normları terk ettiği algısı yerleşiklik kazanmaktadır. İster Karl Wittfogel’in tarif ettiği bağlamda oryantal despotizm, ister liberal bir bağlamda otokrasi, ister Weberci bir bağlamda otorite (Herrschaft) kavramlarından hareket edelim, bu tanımlamalar üzerinden rahatlıkla AKP’nin şeklî burjuva parlamenter sınırların dışına çıktığı yorumunu bulabiliriz. Bir yere kadar açıklayıcılığını koruyan bu teorik dizge, “otoriterleşme” okuması açısından noksandır.
Erdoğan’ın veya bir kişinin, devlet aygıtı içinde otoriter davranış sergilemesi ile devlet aygıtlarının otoriterleşmesi birbirinden farklıdır. Bütüncül bir otoriterleşme okuması için Poulantzas’ın yorumu dikkate alınmalıdır. Onun otoriterleşme tarifi, devlet aygıtları arasındaki, egemen kitle partisi ile bürokrasinin ara-kademelerdeki ilişkileri merkeze alır. Otoriter devlet aygıtlarında erkler fiilen birleşir ve siyasî iktidar, yasamadan yürütmeye devredilir. Erkler arasındaki teknik ve ilkesel ayrım ortadan kalktıkça ve tekil ve şahsileştirilmiş hukukî düzenlemeler, hukukun üstünlüğü ilkesini sonlandırır. Hukuk devleti zayıfladıkça, siyasî iktidar itibarsızlaştırılır, anti-demokratik ve gerektiğinde yaşa dışı gösterir. Otoriter devlet böylelikle içinde bulunduğu devlet krizini aşabilir, piyasa rasyonalitesini muhafaza edecek “güçlü devlet” geleneğini sürdürmenin bir imkânını yakalar.13
“Yeni Türkiye” projesine ilişkin otoriterlik eleştirisi ancak yapısal bir bağlamda isabetlidir. Aksi takdirde, hümanist siyasete endeksli eleştiriler, Erdoğan’ı tekleştiren ve baş çelişki olarak sunan nitelikte olacağından, sistemin diğer dinamiklerini/çelişkilerini mistikleştirir. Türkiye’de liberallerin sıklıkla normalleşme çağrısı altında yatan şey, Erdoğan’ın iktidarı terk ettiğinde siyasetin rasyonel formuna tekrar kavuşacağını düşündüren, otoriterleşmenin kişi merkezli okunmasıdır. Şüphesiz kişiler düzeyinde de otoriterleşmeden söz edilebilir; ancak, Erdoğan’ı içerecek şekilde, bir kişiyi bulunduğu makama getiren, onu siyasî güce kavuşturan devlet biçimindeki somut ilişkilerdir. Argümanımız bağlamında düşünürsek, Erdoğan’ın konumu önemsiz değildir, ancak bu ilişkideki konumu, parti-devlet ilişkisi çerçevesinde anlamlandırılabilir.
Siyasal bedende “baba”nın yeri
Lacan’ın psikanalizm teorisinde Baba figürü göze çarpar. Babanın-Adı (nom-du-père) kavramsallaştırmasına göre, Baba “hayır!” diyerek veya başka komutlar eşliğinde simgesel düzenin, Yasa düzeninin kurucusu olduğuna işaret eder ve bunu çocuklarına hatırlatır. Hiyerarşiyi de beraberinde getiren Babanın-Adı, simgesel evrene kendi adını kazır ve bu yolla “otoritesini simgeselleştirir”.14 Böylelikle Baba, “varlığından ve yokluğundan bağımsız”, “yasa koyucu ve yasaklayıcı otoritenin simgeselleştirilmesi” anlamına gelir. Bir kült ve fenomen olarak, pergelin sabit ucudur diyebiliriz. Kendisini cumhurbaşkanı seçtiren, istihkâm mekânı olarak Saray’ı inşa ettiren, başkanlık için sahalara inen ve fiilen başkanlık provalarına devam eden Erdoğan’ın, rejim ve AKP içindeki konumu, Babanın-Adı pozisyonu ile özdeşleşmiştir. Gerek AKP taraftarlarının, gerek halkla ilişkiler çalışması için organize edilen ekiplerin çabasıyla, Erdoğan’a farklı imajlar ve görevler yüklenerek, Baba’ya kolektif kişilik kazandırılmaya çalışılmaktadır.
Erdoğan, “AKP’nin kurucusu”, “devletin başı”, halktan biri olduğunu göstermek için “Kasımpaşalı”, diğer parti başkanlarına göre fiziksel üstünlüğüne dikkat çekmek için “Uzun Adam” ve son mitinglerinde görüldüğü üzere “Başkomutan” sıfatlarıyla donatılmaktadır. Pek çok alanda zirvede olma hali, Erdoğan otoritesini ister istemez partinin ve siyasî iktidarın üzerine yıkmaktadır. Baba’nın kadir-i mutlak bir statüye kavuşturulma girişiminde, siyasal beden Erdoğan’ın bedeni ile bütünleştikçe, her cümlesi bir yasa maddesi veya mevzuat olarak cisimleşmektedir.Ne var ki, siyasî ve hukukî açıdan “milli irade”nin vücut bulmuş hali gibi davranılan Erdoğan’ın bedeni parçalanmaktadır. Nom-du-père, yani komut bildiren Baba’nın başkanlık makamına yerleşemediği süre zarfında, Saray’ın içine sıkışmışlığı o denli artmaktadır. Ki, pek çok konuşmasında “Bu beden, bu gömleğe sığmıyor” serzenişiyle statüsü için yardım çağrısında bulunmuştur.15
Anayasal yetkilerini son raddesine kadar kullanabileceğinin farkında olsa da, Erdoğan, anayasa değişmeden ve mevcut sistem devam ettikçe, partisinin ve kariyerinin ilerleyişinin yavaşlayacağının farkındadır. “Yeni Türkiye”de iktidarı kompartımanlaştırmayı düşünen AKP’nin tahayyülünde, Erdoğan ve parti arasında hiyerarşik, sınırları keskin, açık bir dizilim olacaktı(r). Ancak HDP’nin barajı aşması ve meclis aritmetiğini bozması, başkanlık monokrasisini askıya almıştır.
Dikkat edilmesi gereken nokta, hukukî konfigürasyonla meşruiyet ve temsil krizini aşarak rejimi yönetilebilir hale getirmeye çalışan AKP açısından, Erdoğan ve parti geriliminin mutlaklığının söz konusu olmadığıdır. Seçimlerden sonra başlatılan koalisyon görüşmelerine, AKP MKYK’sının belirlenmesinde ve milletvekili listelerinin oluşturulmasında Erdoğan’ın aktif müdahilliği göz önünde bulundurulduğunda, saygınlık kaybı da olsa, Nom-du-père olarak AKP içindeki mahiyetini koruduğu görülebilir.
AKP kadroları da Erdoğan’ın lider kültünün sağladığı imajı ve simgeselliğini araçsallaştırarak siyasî yaşamlarına devam etmekte, bir tür simbiyotik ilişki sürdürmektedirler. Lakin, Erdoğan’ın Saray içine sıkışması karşılıklı çıkar ilişkisinin ömrünü kısaltmaktadır. Parti kadroları mukadderatlarını Erdoğan’a bağımlı hale getirdikçe, Erdoğan’ın siyasî varlığıyla ayakta kalabilecek bir temel inşa edilmektedir. Bu da parti içinde kurumsallık taraftarlarını veya başta Abdullah Gül gibi parti hareketini “erdemliler” olarak tarif eden kesimleri huzursuz etmektedir.16
Siyasal savaş konsepti ve ideolojik merhalesi
“Yeni Türkiye” projesindeki sıkışmışlığın bir diğer güncel yansıması, AKP’nin siyasî düzeyde yaşadığı seçim hezimetini ideolojik revizyonla aşmaya çalışmasıdır. HDP’nin Erdoğan’ı başkan yaptırmayacağız17 söyleminin karşılık bulmasıyla başlayan “Yeni Türkiye” momentindeki gerileyiş, seçim sonrası bir hükümet siyasasına dönüşmüştür. Kürt siyasî hareketinin altı milyon oy, yüzde 12 oy oranı, iki bakan çıkarması, hikmet-i hükümetin Kürt hareketi tutumu açısından kabullenebilir değildir. Ancak, AKP özelinde, HDP’nin dördüncü parti olarak meclise girmesiyle projenin sekteye uğraması söz konusudur. Bu da AKP’yi siyasî ve ideolojik tedbirlere yöneltmiş; pragmatist hamleler araçsallıktan çıkarak parti bünyesinde amaç olmaya başlamıştır.
Siyasî düzlemdeki tedbirlere göz attığımızda, iç siyaseti düşük yoğunluklu savaş modelinde örgütlemeye koyulan AKP, güvenlik bürokrasisini aktifleştirerek, hukuksal düzenlemeler üzerinde çalışmalarını arttırmıştır. 2565 Sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanunu’nun ilgili maddesine dayandırılarak ilan edilen “özel güvenlik bölgesi” ile bölgedeki illeri yalıtmış ve kapatmıştır.18 İdeolojik düzlemde ise bölge illerinde AKP’ye kayan Kürt oylarının HDP’de toplanması ve anketlere göre bu oyların HDP’de konsolide olduğunun anlaşılması üzerine, AKP mutlak karşıtlık19 evresine geçmiştir. HDP’nin siyasî tezine karşılık, HDP’yi mikro-Kürt partisi olarak resmetmeye, formel siyasetin dışında olduğu izlenimini kuvvetlendirecek hamlelere ağırlık vermiştir.
Söylemlerle ve polemiklerle, HDP’yi PKK ile ilişkilendiren propagandaya sıklıkla başvuran AKP, İstanbul’da düzenlenen “Milyonlarca Nefes Teröre Karşı Tek Ses” mitinginde görüldüğü üzere, “Mecliste PKK İstemiyoruz” sloganları ile propagandayı koyultmaktadır. Her ne kadar “Bu ülkede hiçbir zaman Kürt diye bir sorunumuz olmadı”20 deseler de, Kürt illerinde birinci parti çıkan HDP’yi kriminalize etme girişimi, dolaylı veya dolaysız, etnik kutuplaşmanın zeminini hazırlamaktadır.
6 Eylül 2015 tarihinden itibaren bir hafta süresince, HDP ve sol partilerin binalarına yapılan saldırı, kundaklama, linç eylemleri, örgütlü ve organize olsa da, bu çağrıya uyacak kitle psikolojisinin varlığı, kutuplaşma zemininin göstergesidir. “Kürt” sözcüğünün yıkıcı bir eylem için “terörist” sıfatıyla eşdeğerlilik kazanması, 7 Haziran genel seçimlerinden sonra sistematik ve periyodik hale getirilmiştir.
“Kürt” sözcüğünün toplumda nefret nesnesine dönüştürülmesi, uzun yıllara yayılmış bir vahamettir. AKP dönemine özgü boyutu, hegemonya projesinde HDP’nin/Kürt siyasal öznesinin elde ettiği merhale ve bunun rejim bünyesinde özel operasyonlarla karşılık bulmasıdır. HDP’yi ve HDPli siyasetçileri hedef gösteren siyasî dil yerleşiklik kazandıkça, etnik temelde mobilizasyon mümkün hale gelmektedir. Milliyetçi ve ırkçı saiklarle hareket eden güruhlar, benliklerini kitle motivasyonuna emanet ederek, nefret nesnesi arayışında serbest dolaşımdadır.
Kitle psikolojisi ve siyaset psikoloji bakımından, nefretin kökenini anlamak üzere Terry Eagleton’a başvurabiliriz. Milliyetçi ve provokatif köktenciliğin özünde, kendisini karşıtı üzerinden kurma esası yatar. “Ötekini yok etmenin çirkin hazzı, kendinize yaşadığınızı ispatlamanın tek yolu haline gelir”. Böylelikle, saldırgan güruhların kimliğinin çekirdeğindeki eksiklik, ölümün prematüre tadı gibidir. Bu travmayı atlatmanın yolu, kendi kişiliklerinde yaşayanları tasfiye etmektir. “Naziler Yahudileri bir tür balçığımsı hiçlik veya fazlalık, insanlığın en utanç verici kırılganlığının müstehcen bir işareti olarak görüyordu. Eğer Naziler kendi kimliklerinin bütünlüğünü korumak istiyorlarsa, bu işaretten kurtulmaları gerekiyordu.”21 Benzer bir şekilde, “Kürt” sözcüğü ve imgesi de, saldırganların kendi sınıfsal konumları ve çelişkileriyle yüzleşmesini geciktirmekte, gecikmenin her saniyesi ise iktidarın çıplak siyasal şiddetini maskelemektedir.
Toplumsal düzeyde cereyan eden etnik temeldeki kamplaşmanın oy oranlarına tahvil edilmesi için milliyetçi söylemi ustalıkla dolaşıma sokan ve milliyetçi ideoloji içerisinden öznelere seslenme kabiliyeti yüksek bir siyasî yapı gereklidir. Nefret nesnesi üzerinden pekiştirilen iklimde, AKP genel seçimlerden bu yana siyasal İslâm dışında, muhafazakâr ve milliyetçi tandanslı kesimlerin cazibe merkezi olmak için uğraş halindedir. Suruç Katliamı’ndan sonra, Başbakan’ın “Bizim için bugünden itibaren bu geniş kapsamlı bir süreçtir. Sadece bir günle, bir bölgeyle sınırlı değildir” açıklamasıyla başlatılan “terörle mücadele” döneminde “terör” olgusu IŞİD-PKK-DHKP/C gerekçesinin arkasında, toplumsal muhalefete yönelik sindirme operasyonlarıyla devam ederken, “mücadele”nin nesnesi “vatan toprağı” olarak formülleştirilmiştir.
Genel seçimlerden sonra vatan savunması olarak denkleme oturtulan siyasî mantık, siyasal İslamcı bir dilden ziyade, kitleleri somut bir nesne ve düşman imgesi etrafında örgütleyebilecek söylemle şekillendirilmektedir. AKP eski Ordu milletvekili İdris Naim Şahin’in İçişleri Bakanlığı yaptığı dönemde, Şahin’in milliyetçi reflekslerini “yadırgayan” AKP, hem Erdoğan’ın hem de partinin bekası amacıyla milliyetçi kodları yeniden parti-ideolojisine eklemlemektedir.
Milliyetçilik üzerinden rakip siyasetçilerle girilen polemiklerde AKP’nin retorik taktiği söylemsel mücadeledir.22 Aklî muhakemelerden ziyade karşısındaki itibarsızlaştırmayı ve marjinalize hale getirmeyi amaçlayan söylemsel mücadele, kapitalist demokrasiye içkinleşmiştir. Söylemsel mücadeleyle daha önce dile getirdikleri “Tek Vatan, Tek Bayrak, Tek Devlet” üçlemesi ümmetçi bir tondayken, bu sefer üniterlik, “millîlik” ve “yerlilik” vurgusu öne çıkartılarak sunulmuştur. Erdoğan’ın “Teröre Karşı Tek Ses Mitinginde” 550 yerli milletvekili isteği, bunu millîlik, yani belli bir aidiyet kalıbıyla sınırlandırması, MHP tipi milliyetçilikle kesiştiğinin göstergesidir. Söylemsel açıdan MHP ile aynılaşmada, AKP’yi ayrıcalıklı kılan tek faktör, devlet aygıtlarını seferber edebilmesi, devlet aygıtları vasıtasıyla ideolojik dolaşımı hızlandırabilmesidir.
Milliyetçilik yarışının seçimlere nasıl yansıyacağından ziyade, AKP milliyetçi ideolojiyi hâkim ideoloji formuna yükseltmektedir. Milliyetçilik, “kapsayıcı tarihsel” ideolojiler tipolojisinde yer alması hasebiyle, öznenin hangi etnik grup, ulus, köy, kabile ve mezhebe ait olduğuna dair betimlemeler üretir.23 Bu betimlemelerin vurgulanma tekrarı arttıkça kamplaşmayı ve ayrışmayı hızlandıran söylemleri tetikler. Kısır döngünün başladığı bu moment, AKP açısından yakın zamanda oya tahvil edilebilirlik kazansa da, bir arada yaşamanın zeminini parçalamaktadır. HDP’yle başlatılan siyasî polemiği, “kapsayıcı tarihsel” kodlarla devam ettirmek, iç savaş olasılığını da beraberinde getirmektedir. “İç savaş toplum ve devlet için aşırı derecede çalkantılı bir durumdur”24 ve savaşı başlatanlar ve savaşanlar arasındaki balans çoğu kez kaybolur, şiddet kaotik bir hale bürünür.
AKP’nin ideolojik konumlanışa göre aldığı siyasî konum, iç savaşı da ihtimaller dâhilinde tutan siyasi-savaş-konseptidir. Erdoğan, Gezi günlerinde defansif siyasetle, “Bu süreç yeni İstiklal Savaşı mücadelesidir” diyerek savaşımda olduklarını deklare etmiş, partinin çıkarlarına ters düşen herkesi “hain” ve “lobici” olarak adlandırmıştı. Bugün ise defansif bir siyaset yerine ofansif uygulamaları önceliğe alan rejimin stratejisi, iç siyaseti savaş konseptinde, tarafların netleştiği ve siyasetin keskinleştiği, fanatizmin yoğunlaştırıldığı formda örgütlemektir.
Nefret nesnesinin başka kişi ve kurumlara yöneltilmesi, AKP’den ve Erdoğan’dan kaynaklı çelişkilerin üzerini örtmek için rejime zaman kazandırmaktadır. İktidarı kaybetmek istemeyen AKP, polisiye ve askerî tedbirle birlikte zor ile zırhlandırılmış hegemonya dönemindedir. Tüm toplumsal sınıflar ve kesimler üzerinde “güçlü devletin” varlığını ispatlama, imaj tazelenmesi ve restoratif önlemlerle başkanlık için gerekli siyasî başarıyı garantileme açlığını hissetmektedir. AKP’nin gözden kaçırdığı nokta, siyasî arzular uğruna başlatılan savaşta, savaşın diyalektiğidir. Hobbes Leviathan’da şöyle yazmıştı:
Nefret veya hakir görme işaretlerinin hepsi kavgayı kışkırttıkları için, insanların çoğu bunun öcünü almamaktansa canlarını tehlikeye atmayı seçerler; sekizinci doğa yasası olarak şu kuralı belirtebiliriz, hiç kimse eylemle, sözle, yüz ifadesiyle veya jestlerle, başka birinden nefret ettiğini veya onu hakir gördüğünü göstermemelidir. Bu yasanın çiğnenmesine, genellikle, aşağılama denilir.
Çözümsüz sonuç“Varoluşu kendisiyle çelişkili olduğunda, bir şeye olanaksız derim”.25 Spinoza’nın saptaması modern Türkiye tarihine de uyarlanabilir: “Yeni Türkiye”, “Güçlü Türkiye”, “2023 Türkiye’si” gibi projeksiyonlarla yola çıkan AKP, demokratik açılım süreçlerini çıkarlarına ters düştüğü ölçüde sonlandırmış; fetiş nesnesi haline getirilen “milli irade” başka bir partide tecelli ettiği oranda yok sayılmıştır. Tüm bunlar partinin “olanaksızlığını” ortaya koymaktadır. Genel seçimleri başkanlık arzusuyla sentezleyen, bunu yukarıda saydığımız zorunluluklar uyarınca yapan AKP sadece Saray’dan oluşmadığı gibi, ondan bağımsız da değildir. Rejime ilişkin bir değerlendirme yapıldığında, Erdoğan veya AKP arasında sentetik ayrımlardan kaçınarak, Türkiye’nin son birkaç ayındaki yapısal siyasî ve ideolojik atmosfere odaklanılmalıdır. Her geçen gün AKP’nin “olanaksızlığı” billurlaştıkça, Godot’yu bekler gibi normalleşme beklemek nafiledir.
1 Sessiz Devrim: Türkiye’nin Demokratik Değişim ve Dönüşüm Envanteri (2002–2014), Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, Ankara, 2014, sf. 10
2 “İstanbul’da ‘teröre karşı tek ses’ mitingi”, Sputnik News, http://tr.sputniknews.com/turkiye/20150920/1017861862.html
3 Korkut Boratav’ın ve Erinç Yeldan’ın makalelerine bakılabilir. Korkut Boratav, “Seçim arifesinde ekonomik göstergeler”, BirGün, 17 Mayıs 2015, http://www.birgun.net/haber-detay/secim-arifesinde-ekonomik-gostergeler… Erinç Yeldan, “Ulusal ekonomide derinleşen kırılganlıklar”, Cumhuriyet, 02 Eylül 2015, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/358385/Ulusal_ekonomide_derinle…
4 “Halk oyuna dayanan monokrasiye, başkanlık monokrasisi denir”. Maurice Duverger, Siyasal Rejimler, çev. Teoman Tunçdoğan, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 25–26
5 Muammer Oytan, “Fransa’da Olağanüstü Durum ve Koşullar Kuramı”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 14, Sayı: 2, Haziran 1981, sf. 65
6 A.g.e., sf 65
7 “Türkiye’nin yönetim sistemi fiilen değişmiştir”, Hürriyet, 15 Ağustos 2015, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29815380.asp
8 104’üncü maddede özellikle şu görevler: “Gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kuruluna Başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulunu Başkanlığı altında toplantıya çağırmak” ve “Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilan etmek ve kanun hükmünde kararname çıkarmak” https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/anayasa.uc?p1=104
9 Yerlem, mevki, uzam.
10 Antonio Gramsci, Selections From The Prison Notebooks, (ed. ve çev.) Quentin Hoare ve Geoffrey Nowell Smith, London: Lawrence & Wishart, 1971
11 “Türk tipi başkanlık sistemi bal gibi olur”, Sabah, 27 Şubat 2015, http://www.sabah.com.tr/gundem/2015/02/27/turk-tipi-baskanlik-sistemi-b…
12 “Democrat or sultan?”, The Economist, http://www.economist.com/news/leaders/21579004-recep-tayyip-erdogan-sho… “Sultan at bay”, The Economist, http://www.economist.com/news/leaders/21654054-voters-say-no-authoritar… “Recep Tayyip Erdogan: Turkey’s elected sultan or an Islamic democrat?”, The Guardian, http://www.theguardian.com/world/2012/oct/24/recep-tayyip-erdogan-turkey
13 Nicos Poulantzas, Devlet İktidar Sosyalizm, çev. Turhan Ilgaz, Epos Yayınları, Ankara, 2004, s. 251-270.
Bob Jessop, ‘Poulantzas’s State, Power, Socialism as a modern classic’, in L. Bretthauer et al., eds, Reading Poulantzas, Merlin, London, sf. 42-55.
14 The Seminar of Jacques Lacan, Book X: Anxiety (ed. Jacques-Alain Miller), Polity, NY, 2014: http://www.lacan.com/seminars1a.htm “Lacan, Freud’un anne-baba-çocuktan oluşan Oidipus üçgeninin temel özelliğini, simgesel düzeyde Babanın-Adı ile tarif eder.” Slavoj Žižek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2011.
15 “Erdoğan: Bu beden, bu gömleğe sığmıyor”, Cihan, 07 Mart 2015, http://www.cihan.com.tr//tr/erdogan-bu-beden-bu-gomlege-sigmiyor-wCHMTY…
16 Abdullah Gül’ün AKP’nin mevcut durumundan rahatsız olduğu aşikârdır. Kendisi de resmi sosyal medya hesabında partiye ilişkin şu yorumda bulunmuştur: “Erdemliler hareketi olarak başlayan AK Parti; kardeşlik, istişare, samimiyet ve vefa değerleri temelinde millete hizmet aşkıyla kurulmuştur” , 14 Ağustos 2015, https://twitter.com/cbabdullahgul/status/632214912488574976
17 “HDP’den Erdoğan’a rest: Seni başkan yaptırmayacağız”, Radikal, 17 Mart 2015, http://www.radikal.com.tr/politika/hdpden_erdogana_rest_seni_baskan_yap…
18 Bazı ajanslara göre özel güvenlik bölgesi sayısı 100’ü aşmıştır. “72 Özel Güvenlik Bölgesinin İnteraktif Haritası”, Bianet, 17 Eylül 2015, http://bianet.org/bianet/siyaset/167579-72-ozel-guvenlik-bolgesinin-int…
19 Mutlak karşıtlıktan kastımız, çözüm süreci içinde ifadesini bulan reddediş ve inkâr tutumudur. AKP tarafından “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” adıyla başlatılan, Kürt Sorununu “demokratik açılımlarla çözümü” ekseninde başlayan süreç, Erdoğan ile HDP arasındaki siyasi gerilimlerin artmasıyla askıya alınmıştır. Bkz. “Erdoğan: Kürt sorunu yoktur Kürtlerin bazı sorunları vardır” Sabah, 02 Mayıs 2015, http://www.sabah.com.tr/gundem/2015/05/02/erdogan-kurt-sorunu-yoktur-ku…
20 “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Bu ülkede hiçbir zaman bizim ‘Kürt’ diye bir sorunumuz olmadı”, Haberler.com, 15 Mart 2015, http://www.haberler.com/cumhurbaskani-erdogan-balikesir-de-7078164-habe…
21 Terry Eagleton, Kötülük Üzerine Bir Deneme, çev. Şenol Bezici, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, sf 90–91.
22 Söylemsel mücadele için bkz. Fredric Jameson, “Globalization And Political Strategy”, New Left Review, no. 4, Temmuz-Ağustos, 2000.
23 Göran Therborn, İktidarın İdeolojisi İdeolojinin İktidarı, çev. İrfan Cüre, Dipnot Yayınları, Ankara, 2008, s. 37–38.
24 Leon Trotsky, Onların Ahlakı Bizim Ahlakımız, çev. Sertaç Canpolat, Özne Yayınları, İstanbul, 2000, sf 46.
25 Benedictus de Spinoza, Siyaset Üzerine Seçmeler, çev. Afşar Timuçin, Morpa Kültür Yayınları, İstanbul, 2003, sf. 118.