2008 krizinin kökenlerini yapısal dinamiklerde arayan yaklaşımlar genellikle Marksist gelenek içinde yer alıyor. Buna göre, 1970’li yıllara gelindiğinde, kâr oranlarındaki düşme eğilimi sonucunda ortaya çıkan kriz, gerek devlet-toplum ilişkilerinde, gerekse ana akım ekonomi politikası paradigmasında önemli değişiklikleri tetikledi. Neoliberalizm olarak özetlenen politika paketi, firma kârlılıklarının yeniden restore edilmesi amacıyla tasarlandı. Bu paketin özünde emek hareketinin ve sendikaların ekonomik, siyasî ve toplumsal güçlerini kırmak yatıyordu. Emek hareketinin güçsüzleştirilmesine ve örgütlenme kapasitesinin daraltılmasına dayanan bu programa, üretim organizasyonunun esnekleştirilmesi ve uluslararasılaşması eşlik etti. Devletin dönüşümü ve yeni sağ siyasetin yükselişi bu dönemin siyasî yönünü oluşturuyordu.
Neoliberal paketin uygulanması sürecinde merkez ülkeler açısından iki eğilim daha belirgin hale gelmeye başladı: finansallaşma ve sanayisizleşme. Bunlardan ilki, öncelikle ABD’de, ardından da diğer merkez ülkelerde finans sektöründeki firmaların kârlarının sanayi sektöründekilere göre daha hızlı artmasıydı. Esasında, bu şirketlerin tek bir sektöre odaklanmak yerine, hem finans hem de üretim alanında bulunduklarını görüyoruz. Ancak, her iki sektörde faaliyet gösteren firmaların toplam kârlarında finans sektörünün payı giderek artmaya başladı.2
İkinci kritik gelişme, geleneksel üretim üsleri arasındaki rekabetin yoğunlaşması oldu.3 ABD’nin tartışmasız üstünlüğündeki otomotiv ya da elektronik gibi sektörlere Japon ve Alman firmaları sert bir rekabetle giriş yaptı. Artan uluslararası rekabet sonucunda, maliyetleri düşürmek amacıyla ABD kökenli firmalar üretimlerini emek maliyeti ucuz ve altyapısı güçlü ülkelere kaydırmaya başladı. Dolayısıyla, merkez ülkeler açısından artan rekabet ve finansallaşma, sanayisizleşme ile beraber gelişen bir dinamik biçimini aldı.
Yapısal düzeydeki bu değişimlerin yansımalarını kurumsal düzeyde de izlemek mümkün. Kurumsal düzeydeki en önemli gelişme sermaye hareketlerinin dünya genelinde serbestleştirilmesi ve merkez ülkelerde finans alanında var olan düzenlemelerin yavaş yavaş ortadan kaldırılması oldu. Bu kurumsal dönüşümün ardında, sendikalar ya da devlet gibi dışsal unsurlar tarafından müdahale edilmediğinde, piyasaların kendi kendine dengeye geleceği ve istikrarlı bir ekonomik büyümenin sağlanacağı inancı vardı.4
Kendi kendine işleyen piyasaların tüm toplum için en iyi sonucu vereceği inancının en kuvvetli olduğu yer ABD’ydi. Bunda, ABD’deki finans sektörünün dünya genelinde en büyük ve kuvvetli güç olması yanı sıra, kredi genişlemesine, yani borçlanmaya dayanan tüketimin desteklenmesi de önemli rol oynadı. Kredi genişlemesi sadece ekonomik büyümeyi uyardığı için değil, aynı zamanda siyasî desteğe de tahvil edilebilmesi nedeniyle sistematik bir devlet politikası haline geldi ve bunun önündeki engeller yavaş yavaş ortadan kalktı. 1980’ler ve 1990’larda aşamalı olarak gerçekleşen deregülasyon hamleleri 1999’da Glass-Steagall yasasının kaldırılmasıyla taçlandırıldı.5 1990’ların sonralarında oluşan Yeni Finansal Mimarî (YFM) bu zeminin üzerine yükselmişti.
YFM’nin özünü ABD’deki yoksulların finans sistemine içerilmesi oluşturuyordu.6 Finansal içerilme ağırlıklı olarak konut sektörü aracılığıyla gerçekleşti. YFM’nin oluşumunda finansal inovasyon ve menkul kıymetleştirme mekanizmaları da önemli rol oynadı. Bu mekanizmalar aracılığıyla farklı vadeli ve farklı büyüklüklerdeki borçlar bir havuzda toplandı, yeniden dilimlendirildi ve bunlara dayanan yeni menkul kıymetler piyasaya sürüldü. Bu işlemlerin gerçekleşmesi, resmî bankacılık sistemi yanında gelişen, ancak bankacılık sisteminin tâbi olduğu düzenlemelerin dışında işleyen bir gölge bankacılık sisteminin gelişimi sayesinde hızlandı. YFM’nin önemli bir bileşeni kredi değerlendirme kuruluşlarıydı. Varlığa dayalı menkul kıymetlerin, özellikle emeklilik fonları ve kurumsal yatırımcılar gibi büyük oyuncular tarafından satın alınmasını mümkün kılan, menkul kıymetleştirilmiş bu varlıkların güvenilir olduğunun tescil edilmesiydi. YFM’nin son ayağını sigorta şirketleri oluşturuyordu. Sigorta şirketleri, kredi derecelendirme kuruluşları tarafından değerlendirilen varlıkların batması durumunda sigorta işlevi görecek yeni tip türev ürünler geliştirdiler. Böylelikle, neredeyse iflas riskinin olmadığına inanılan bir sistem tamamlanmış oldu.
YFM, finansal inovasyon ve menkul kıymetleştirme mekanizmaları kadar, yeni geliştirilen risk yönetimi tekniklerine de dayanıyordu.7 Buna göre, tek bir finans kuruluşu üzerindeki risklerin parçalanarak finans sisteminin diğer unsurları tarafından satın alınabilir hale getirilmesi ve böylelikle iflas riskinin dağıtılması, yeni risk yönetim tekniklerinin önemli bir uygulamasıydı. Ancak, bu aynı zamanda, YFM’nin çöküşünü hazırlayan “sistemik risk”in de temelini oluşturdu. Son olarak, YFM’nin oluşmasını mümkün kılan bir diğer unsur ise, 2000’lerde krize kadar gelen süreçte faiz oranlarının düşük tutulmasıydı. 2000’lerin başında, FED hem resesyondan çıkmak hem de 11 Eylül’ün ekonomik sarsıntısını atlatmak için faiz oranlarını hızla düşürdüğünde, 1990’lar boyunca oluşan YFM’nin gelişmesi için uygun ortam yaratılmış oldu.
ABD kökenli krizin Avrupa’ya ulaşması çok zaman almadı. Zira 1990’larda YFM uluslararası düzeyde de kurulmuştu. Ancak, uluslararası finansal bütünleşme düzeyinin artmasıyla, sistemin bir noktasında ortaya çıkan bir sorunun diğer noktalara sıçraması da kolaylaşıyordu. ABD’de çöken finansal sistemden ilk olarak burada yatırım yapmış olan Avrupa kökenli bankalar ve emeklilik fonları gibi kurumsal yatırımları yönlendiren şirketler etkilendi. Ancak, bu şirketlerin finans sisteminin tümden çöküşünü tetiklemesini engellemek için devletler devreye girdi ve bu firmaların borçları devlet tarafından üstlenilerek kamu borcu hanesine yazıldı. Avrupa krizinin başlangıcı esas bundan sonra gerçekleşti. Kriz Avrupa’ya ulaştığında ölçek büyümüş, firma iflaslarından devletlerin iflasları aşamasına geçilmişti. İlk örnek İzlanda’da başladı, ama Avrupa krizinde fitili ateşleyen Yunanistan oldu.
Küresel krizin derinleşmesi ve 2014 dönemeci
2014 yılına gelindiğinde, “yükselen piyasalar” olarak tanımlanan ülkelerin de etki alanına girmesiyle birlikte, 2008’de başlayan krizin coğrafî olarak dünyaya yayılma süreci tamamlanmış oldu. 2014, aynı zamanda küresel krizin derinleşmesi doğrultusundaki sinyallerin de güçlendiği bir yıl oldu. Küresel krizin derinleşmesinin en önemli göstergesi dünya genelinde önemli üretim üslerindeki ekonomik büyüme temposunun yavaşlamaya başlamasıydı. 2010’dan beri süren Çin’deki ekonomik büyüme istikrarlı bir şekilde yavaşlıyordu, 2014’te bu yavaşlamanın süreceği netleşti. Çin’e benzer bir şekilde, bir diğer önemli üretim üssü olan Almanya’daki ekonomik büyüme de 2010’dan beri aralıksız olarak azalmakta.8 2014, Avrupa genelinde ve Japonya’da ekonomik büyümenin neredeyse resesyon sınırına geldiği, buna ek olarak gelişmekte olan ülkelerde de ekonomik büyüme temposunun düştüğü bir yıl oldu. Büyüme temposunun düşmesi eğilimi dışında iki önemli gelişme daha 2014’e damgasını vurdu. Bunlardan ilki ABD’deki ılımlı toparlanmaya paralel olarak FED’in miktarsal genişleme politikasını sonlandırması, ikincisi de petrol fiyatlarında görülen sert düşüş.
FED kararları
ABD ekonomisindeki ılımlı toparlanma ve işsizlik rakamlarının kriz öncesi seviyeye gerilemesi üzerine, FED 2014 boyunca aşamalı olarak miktarsal genişleme programının sonlandırılması yönünde adımlar attı. ABD’deki toparlanmanın temel özelliklerinden biri, kriz sürecinde -zaten oldukça esnek olan- emek piyasalarının daha da esnekleştirilmesiydi. Bunun sonucunda, gerçekleşen ekonomik canlanmadan zenginler faydalanırken, çalışan sınıflar reel ücret kayıplarını telafi edemedi. İşsizlik oranının azalması, artan ekonomik aktivitenin önemli göstergelerinden biriydi. Ancak, işsizliğin azalmasına, emek piyasasına katılım oranının düşmesi eşlik etti.
ABD büyümesiyle ilgili en önemli gelişme, büyümenin kredi artışına dayanmasıydı. Tıpkı 2000’lerin başında olduğu gibi, faizlerin düşüklüğü krizden güçlenerek çıkan YFM için uyarıcı bir işlev gördü ve kredi genişlemesi, yani artan borçluluk, ABD toparlanmasının temel öğesi oldu. Ancak, emek piyasalarının daha da esnekleştirilmesi ya da büyümenin borçlanmaya dayanarak gerçekleşiyor olması, niceliksel trendleri ölçen işsizlik ya da ekonomik büyüme gibi göstergeler açısından önemli değildi. Günün sonunda, bu göstergelere göre hareket eden FED 2008’den itibaren sürdürdüğü miktarsal genişleme programını aşamalı olarak sonlandırdı ve 2015 içinde faiz artırımına başlayabileceğini ilan etti.
2014’ün Ocak ayında FED açıklamaları sonrası yaşanan gelişmeler, FED’in faiz artırımını gündemine alacağı 2015’in ikinci yarısı için de yol gösterici olabilir. FED miktarsal genişleme stratejisi dahilinde gerçekleştirdiği varlık alımını Ocak 2014’ten itibaren 10 milyar dolar azaltmaya başlayacağını ilan etmişti. Bu haber üzerine, özellikle Türkiye, Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerden büyük miktarda para çıkışı gerçekleşti ve uluslararası fonlar ABD piyasalarına giriş yaptı. Bu sürecin etkisi her ülkeye farklı yansısa da, ortak yön enflasyonun ve faizlerin aynı anda artmaya başlaması ve ekonomik büyümenin tempo kaybetmesi idi.
Petrol fiyatı
Küresel krizin 2014 dönemecine damgasını vuran ikinci önemli gelişme, yılın ikinci yarısında görülen petrol fiyatlarındaki sert düşüştü. Petrol fiyatı Temmuz ile Aralık 2014 arasında yüzde 50’ye yakın düştü. IMF, petrol fiyatlarındaki düşüşün dünya ekonomisinin büyümesine 0.3 ile 0.7 arasında katkı yapabileceğini ilan etti ve bu düşüşün dünya genelinde ekonomik toparlanmayı hızlandırabilecek bir “iyi haber” olduğunu ileri sürdü.9 Ancak, petrol fiyatlarındaki düşüş eğer küresel krizin derinleşmesinin bir göstergesi ise, bu IMF’nin işaret ettiği gibi “iyi” değil, “kötü” bir haber olarak yorumlanabilir. Buna ek olarak, her ne kadar petrol ithal eden ülkeler için fiyat düşüşü, maliyetleri azaltıcı etki yapacağı için olumlu olsa da, bu etki tek yönlü olmayabilir. Örneğin ABD’de olduğu gibi, enerji firmalarının kayıpları, finansal sistemi zorlayacak denli büyük olursa, Ocak 2015 başında ilk emarelerini görmeye başladığımız, ancak zamanla gelişebilecek beklenmeyen bir panik hareketini tetikleyebilir.10
Petrol fiyatları konusunda daha ilginç olan, talepteki daralmaya paralel bir arz azalması gerçekleşmemesi. Daha açık bir ifadeyle, küresel krizin derinleşmesinin etkilerini petrol talebinin azalmasından izleyebiliyoruz. Beklenen, talep daralmasına karşı OPEC üyesi ülkelerin petrol üretimlerini kısmalarıydı. Geçtiğimiz Ekim ayında yapılan toplantıda, beklenenin aksine, fiyat düşmesine rağmen petrol arzının daraltılmasına yönelik bir karar alınmadı. Hatta Rusya ve Irak’ta petrol üretimi tarihî seviyelere ulaştı.11
Bu verilerden hareketle fiyat düşüşünü salt ekonomik düzeyde gerçekleşen bir hareketten çok, farklı aktörlerin güttüğü farklı stratejilerin bir sonucu olarak görmek gerek. Aktörlerin stratejileri konusundaysa ilk akla gelen ve en yaygın şekilde dile getirilen, ABD’nin tehdit olarak gördüğü ülkeleri cezalandırmak için geliştirdiği inisiyatifin bir parçası olarak petrol fiyatlarını düşürdüğüdür.12 Her ne kadar sonuçları itibariyle değerlendirildiğinde bu görüşün geçerli olabileceği izlenimi uyansa da, neden-sonuç zinciri takip edildiğinde, petrol fiyatlarındaki bu denli büyük bir harekete tek başına ABD’nin izlediği politika tercihlerinin neden olduğunu ileri sürmek zordur. Zira süreçte önemli aktörlerden biri olan Suudi Arabistan’ın, maliyet avantajı nedeniyle çok daha düşük bir petrol fiyatında dahi kârlılığını sürdürebilecek olması, fiyat düşüşlerinin tüm petrol üreticisi ülkeler açısından aynı etkiyi yapmayacağını gösteriyor.
2014’ün lokal krizleri
Son olarak, 2014’te dört ülke ekonomisinin daha irili ufaklı ekonomik sarsıntı geçirdiğini not etmeliyiz. 2014’ün Haziran sonuna gelindiğinde, Bulgar finans sisteminin dördüncü büyük bankasının batması üzerine başlayan finansal panik, Avrupa Komisyonu tarafından sağlanan 2.3 milyar avroluk bir destekle durdurulabildi. Brüksel’deki teknokratlar, Bulgaristan’daki sorunun “izole” bir gelişme olduğunu ileri sürse de, finansal sistemin bütünleşik yapısı nedeniyle kriz endişeleri yeniden canlandı.13 Henüz Bulgaristan çalkantısının etkisi geçmemişken, Temmuz ayının ilk yarısında bu sefer Portekiz’in en büyük bankasının borsadaki işlemleri durduruldu ve merkez bankası sürece müdahale etmek zorunda kaldı. İşin garibi, Portekiz’deki bankacılık sistemi ve genel olarak ekonomi 2011’den beri fiilen IMF programları tarafından yönetiliyordu. Portekiz krizinin gösterdiği, 2014’e gelindiğinde Avrupa genelinde uygulanan kemer sıkma politikalarının iflas ettiği.14
2014’ün Ağustosunda ise Arjantin hükümetiyle uluslararası hedge fon yöneticilerinin yaptığı borç yapılandırma görüşmeleri sonuçsuz kalınca hükümet borçlarının bir kısmını ödemeyeceğini ilan etti.15 Son olarak, 2014’ün Aralık ayında, Rus rublesinin sert değer kaybına yol açan sermaye hareketleri Rus ekonomisinin büyük bir sıkıntıda olduğunun işaretiydi. Kamu gelirlerinin yarısını, ihracatın da üçte ikisini petrol ve gaz satışından elde eden bir ülke için, kuşkusuz yaşanan ekonomik sıkıntının en önemli nedeni petrol fiyatlarındaki düşüştü. Batı’nın Ukrayna nedeniyle getirdiği yaptırımlar zaten Rus ekonomisini zorlamaya başlamıştı. Ancak, ekonomik büyümenin iyice yavaşladığı bir ortamda petrol fiyatları düşüşü, ekonominin küçüleceği tahminlerini artırdı ve sermaye çıkışları süreci daha da kötüleştirdi.16
2015’e kalan çözülmemiş sorunlar
2015 yılı için uluslararası ekonomik kurumlar tarafından yapılan tahminlere bakarak, 2014 dönemeciyle belirginleşen ana trendlerin devam edeceğini öngörebiliriz. Bunun anlamı küresel krizin etkilerinin derinleşerek süreceğidir. Avrupa Birliği Merkez Bankası’nın krizden çıkmak için ne gerekiyorsa yapılacağı yönündeki açıklamasına rağmen,17 çoktan deflasyon ve resesyonun eşiğinde olan Avrupa ekonomileri için 2015 pek umut verici bir yıl olarak görülmüyor. Buna ek olarak, Yunanistan’da 25 Ocak’taki parlamento seçimlerinde kemer sıkma politikalarına karşı olduğunu ilan eden radikal sol parti Syriza’nın olası seçim zaferi, Avrupa’da krizin gidişatı açısından yeni bir kırılmaya işaret edebilir.18
Alman sermayesinin başını çektiği iktidar bloğunun formüle ettiği kemer sıkma politikaları sonucunda ekonomik durgunluğun eşiğine gelen Avrupa ekonomilerine ek olarak Çin’den gelen haberler de 2015’in parlak bir yıl olmayacağını ortaya koyuyor. Yıllardır sürdürdüğü yüksek büyüme temposu 2007’de kırılan, 2010’dan sonra istikrarlı bir tempo azalışı sürecine giren Çin’de 2015’te yüzde 7 civarında bir ekonomik büyüme bekleniyor.19 Japonya’ya dair tahminler ise daha çok Avrupa’dakine paralellik gösteriyor. Son olarak, dünyanın diğer coğrafyalarının aksine, ABD'nin ekonomik büyüme trendini sürdürmesi bekleniyor, ancak bu, 2008 krizinin etkilerinin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, ABD ekonomisi açısından en önemli risk, düşük faiz oranlarıyla çalışan YFM’nin faiz artışı ortamına sorunsuz uyum sağlayıp sağlayamayacağı konusu.
Uluslararası fon çıkışları sonrası faizleri yükseltmek zorunda kalan ülkeler için büyüme oranının giderek daha da yavaşlamaya başlaması, 2014 dönemecinin önemli bir parçasıydı. Dolayısıyla, Ocak 2014’te yaşananlar 2015 veya sonrasında FED’in alacağı bir faiz artırımı kararının etkilerinin neler olabileceğini göstermiş oldu. Görünen en önemli etki, küresel düzeyde değerlenmek için yüksek getiri arayan fonların ABD’ye geri dönmeye başlayacağı ve bunun sonucunda piyasasından para çıkışı olan ülkelerde ekonomik büyüme temposunun daha da düşeceği. Dolayısıyla, 2014’te küçük bir provasını gördüğümüz gelişmeler, 2015’in özellikle ikinci yarısından sonra küresel krizin gelişeceği alanları da işaret etmektedir.
2015 açısından takip edilmesi gereken bir diğer gelişme, Çin’in Rusya’daki kriz sonrasında yaptığı kurtarma paketi önerisini ileride başka ülkeler için de tekrarlayıp tekrarlamayacağıdır.20 Gerçekten de Çin’in yaptığı bu öneri basit bir döviz takası değildi, öneri dünya genelinde son borç verme mercii işlevi yürüten IMF gibi bir kurumun işlevlerini ikame edecek nitelikteydi.21 Çin’in Arjantin ve Venezüella ile yaptığı benzer anlaşmalar da göz önüne alındığında, enerji kaynakları açısından zengin Rusya’nın ekonomik sıkıntılarını Çin’in desteğiyle aşması durumunda, hem dünyada dolar hakimiyeti dışında gelişen ekonomik alan daha da büyümüş olacak, hem de 1945 sonrası ABD öncülüğünde kurulan Bretton Woods sistemine alternatif bir finansal sistemin ilk belirtileri uç vermiş olacak.22 2015’te ABD hegemonyasının gerilemesini beklemek gerçekçi bir yaklaşım değil. Ancak, Çin’in uluslararası finans sistemine verdiği sinyaller, önümüzdeki dönemde ABD hegemonyası içindeki çatlakların arasının biraz daha açılabileceğine işaret ediyor.
2015’te Türkiye ekonomisi: AKP’nin talihi sürüyor!
2008 krizinin hemen ertesinde, yabancı sermaye girişi sayesinde Türkiye ekonomisinde gerçekleşen rekor büyüme rakamlarından sonra, 2012’den itibaren büyüme temposu hız kaybetmeye başladı. Kriz sonrasında uygulamaya konan program inşaat ve enerji sektörlerine dayanıyor ve iç pazarın olanaklarını daha geniş bir şekilde kullanmayı hedefliyordu. Bunu mümkün kılacak makroekonomik çerçeve ise faiz oranlarının düşürülmesiyle gerçekleşebildi. Faizin düşürülmesi sayesinde gerçekleşen kredi genişlemesi, kriz sonrası ekonomik büyümenin motoru oldu.
Ancak, bu politika iki temel sorunla karşılaştı. Sorunlardan ilki şuydu: FED’in krizden çıkış için uyguladığı genişleme politikası nedeniyle sermaye girişlerinin bol olduğu dönemde faizler düşürülebiliyor, ancak faiz oranlarının düşük tutulması durumunda artan kredi genişlemesi, aynı zamanda finansal istikrarı tehdit ediyordu. Bu riske karşı uygulamaya konan makro ihtiyatî tedbirler, artan cari açığı dizginlemek için para akımlarını yavaşlatıcı önlemler almayı ve kredi genişlemesini daraltmayı amaçladı. Ancak, makro ihtiyatî tedbirlerin dolaysız sonucu ekonomik büyümenin yavaşlaması oldu.
İkinci temel sorun, faizin düşük tutulabilmesinin büyük ölçüde uluslararası finans sisteminde borçlanma maliyetlerinin azalmasına, yani FED’in miktarsal genişleme politikasına bağlı olmasıydı. Bu nedenle FED politikasının değişmeye başladığı Mayıs 2013’ten itibaren, TCMB için faizleri düşük tutmak giderek zorlaşmaya başladı. Nitekim TCMB’nin Ocak 2014’te yaptığı zorunlu müdahale, sermaye çıkışlarının gerçekleştiği bir ortamda, faiz oranını aşağıda tutma ısrarının dövizin hızla değerlenmesine neden olabileceğini göstermiş oldu. Eylül 2014’e geldiğimizde, döviz açısından TCMB’nin Ocak kararlarının etkisi ortadan kalktı, bununla birlikte, daha düşük bir büyüme ve daha yüksek bir işsizlik oranıyla karşılaşıldı.
2015 için ekonomi yönetiminin temel sorunu, uluslararası piyasalarda borçlanma maliyetinin geçtiğimiz yıllardaki kadar ucuz olmayacağı bir döneme girilecek olmasıdır. Ancak, bu sorun sadece Türkiye’ye özgü değil. Bir anlamda, FED’in krizden çıkış stratejisinin Türkiye gibi ülkeler açısından anlamı, kötü senaryoda krizin bu ülkelere transferi, iyi senaryoda ise düşük büyüme döneminin başlamasıdır. Hükümet çevreleri, bu olumsuz baskıyı, petrol fiyatlarındaki düşüşle ve Avrupa Merkez Bankası tarafından uygulanacağı ilan edilen miktarsal genişlemeyle dengelemeyi hedefliyor.
Haziran 2015’te yapılacak genel seçimler açısından süreci değerlendirdiğimizde, ekonomi yönetiminin elinin seçime kadar daha serbest olacağını öngörebiliriz. Bunun birkaç nedeni var. İlki, petrol fiyatlarındaki düşüşte etkili olduğu görülen arz fazlasının giderilebileceği en yakın OPEC toplantısının Haziran 2015’te olması. İkincisi, FED’in faiz artırımına gitmek için aceleci davranmayacağı yönündeki sinyallerin kuvvetlenmesi. Hazirandaki OPEC toplantısında, geçtiğimiz toplantının aksine, petrol üretiminde daralmaya gidileceği bekleniyor. Eğer tahminler gerçekleşirse, bu gelişmenin FED’in faiz artırma kararlarıyla çakışması gündeme gelebilir. Bu durumda, petrol ithalatçısı olan Brezilya, Hindistan, Türkiye ya da Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkeler için ekonomik büyümeyi pozitif düzeyde tutmak giderek zorlaşabilir. Ancak, bu iki gelişmenin etkilerinin 2015’in ikinci yarısından başlamak üzere, yani Haziran seçimleri sonrasında yoğunlaşacağını not edelim.
Ekonomi yönetiminin seçimler açısından diğer avantajı, 2015’in ilk yarısında gerek petrol fiyatları, gerekse baz etkisi nedeniyle enflasyonun düşebileceği beklentisi. Bu olasılık, seçim öncesinde faiz indirimine gitmek için bir aralık yaratabilir. Faizlerin düşürüldüğü bir ortam ise yeniden kredi genişlemesini ve inşaat sektöründeki büyümenin hızlanmasını tetikleyerek, hükümet açısından seçimlerde ekonominin sorun yaratan bir unsur olarak şekillenmesini engelleyebilir.
Ancak, ekonomi yönetiminin elini seçimlere kadar rahatlatacak olan yukarıda sıraladığımız unsurların en önemli özelliği, bunların hiçbirinin kontrolünün hükümetin elinde olmaması. Daha açık bir ifadeyle, ilk altı ayda ekonominin büyük bir sorun çıkmadan idare edilebilmesi, hükümetin izlediği ekonomi politikası sonucunda elde edilecek bir başarıdan ziyade, petrol fiyatları, FED kararları, Avrupa’daki miktarsal genişleme ya da baz etkisi gibi dış etkenler sonucunda gerçekleşecektir. Dolayısıyla, önümüzdeki seçimler için, en azından ekonomik durum açısından, talih bir kez daha hükümetin yüzüne gülebilir. Ancak, sıraladığımız unsurların 2015’in ikinci yarısından sonra Türkiye ekonomisini yeniden bir ekonomik kilitlenmenin eşiğine getirmesi sürpriz olmayacaktır.
1. Bu üç düzeyli analizin detayları için bkz: Ümit Akçay ve Ali Rıza Güngen, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği, 2014, Ankara: Notabene Yayınları.
- Özgür Orhangazi, Financialization and the US Economy, 2008, Cheltenham, UK ve Northampton, US: Edward Elgar.
- Robert Brenner, Economics of Global Turbulence, 2006, London ve New York: Verso.
- Alan Greenspan, The Age of Turbulence, 2007, London ve New York: The Penguin Press.
- Leo Panitch ve Sam Gindin, The Making of Global Capitalism, 2012, London ve New York: Verso.
- Akçay ve Güngen, Finansallaşma Borç Krizi ve Çöküş, s. 73.
- Dick Bryan ve Michael Rafferty, Capitalism with Derivatives, 2006, New York: Palgrave Macmillan.
- OECD, “OECD Composite Leading Indicators”, 8 Ekim 2014, Paris. Erişim: http://t.co/Qy8pYFizLt
- Rabah Azeki ve Oliverclanchard, “Seven Questions about the Recent Oil Prce Slump”, IMF, 22 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/CmNriz
- Michelle F. Davis and Callie Bost, “S&P 500 Heads Toward 4-Day Drop as Energy Shares Slump With Oil”, Bloomberg, 5 Ocak 2015, Erişim: http://goo.gl/0ipuAn
- Anna Andrianova and Grant Smith, “Russia and Iraq Supply Most Oil In Decades Amid 2015 Glut”, Bloomberg, 2 Ocak 2015, Erişim: http://goo.gl/shIUQe
- “Is the oil crash a secret US war on Russia?”, BBC News, 16 Ekim 2014, http://goo.gl/CdPGXr
- Ümit Akçay, “Kriz Sürüyor, Bu Sefer Bulgaristan”, Kriz Notları, 1 Temmuz 2015, Erişim: http://goo.gl/cXszC5
- Ümit Akçay, “Sıradaki Kriz Gelsin: Bu sefer Portekiz”, Kriz Notları, 10 Temmuz 2015, Erişim: http://goo.gl/XtMqrE
- Ümit Akçay, “Arjantin Akbabalara Karşı”, Kriz Notları, 2 Ağustos 2015, Erişim: http://goo.gl/BN20f4
- Ümit Akçay, “Küresel Kriz ‘Derinleşirken’: Rusya Ekonomisi Çöktü!”, Kriz Notları, 17 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/BXZPPZ
- ECB, “Speech by Mario Draghi, President of the European Central Bank”, Global Investment Conference, 26 Temmuz 2012, Londra, Erişim: http://goo.gl/lSyggI
- Ali Rıza Güngen, “Syriza ve Muhtemel Borç Konferansı”, Kriz Notları, 30 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/wzJlEF
- Sharon Chen, “Slow China Growth, Uneven Global Recovery Hampers Singapore's Economy”, Bloomberg, 1 Ocak, 2015, Erişim: http://goo.gl/nu9A1j
- William Pesek, “China Steps In as World's New Bank”, Bloomberg, 25 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/ey3a0m
- Mark Adomanis, “The Ruble Crisis, Russia, And China”, Forbes, 23 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/phe8J9
- Ye Xie, “Ruble Swap Shows China Challenging IMF as Emergency Lender”, Bloomberg, 22 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/7MYzW7