Geçen yüzyıldan bu yüzyıla devreden, Kürt meselesinin çözümü çerçevesinde başlatılan “süreç” devam ediyor. Temelde karşılıklı iki tarafın söz konusu olduğu malûm: Bir tarafta doğrudan Başbakan Erdoğan’ın inisiyatifiyle MİT ve Müsteşar Hakan Fidan, diğer tarafta ise İmralı Cezaevi’nde hükümlü Abdullah Öcalan. Hükümlü olarak cezaevinde bulunmasına rağmen Öcalan, bizlere yansıyan bilgilere göre, hem süreci bizzat başlatan kişi/taraf olarak, hem de 21 Mart 2013 Newroz’unda Diyarbakır’da meydanda toplanan 2 milyon kişiye açıklanan “tarihsel deklarasyon”la bu sürecin esas mimarlarından olduğunu tartışma götürmez bir şekilde gösterdi.
Süreç, tarafların yaklaşımlarına, yükledikleri anlamlara, beklentilerine göre belirlenen “terörün bitirilmesi”, “silahların susturulması”, “kardeşlik”, “görüşme”, “müzakere”, “barış”, “çözüm” gibi farklı adlandırmalara rağmen kendi mecrasında devam ediyor. Hiç de edilgen olmayan, dinamik/canlı/kuşatıcı bir yapıya sahip. Hemen her kişi ve kurumu bir şekilde etkisine aldığı, atmosferinin girdabına çektiği açık. Kimse sürecin dışında yer alma, “Süreçten bana ne!” deme şansına sahip değil. Karşısında olunabilir, yanında olunabilir, öncülüğü yapılabilir, etkin ya da edilgen olunabilir, ancak, dışında olunamaz bir hale çoktan geldi. Şimdiye kadar atılan en belirgin adımları hatırlatmakta yarar var: PKK’nin elindeki kamu görevlilerini bırakması; gerillanın Kandil’e çekilmesi; Akil İnsanlar Heyeti’nin oluşturulması; Meclis çatısı altında, –CHP ve MHP katılmasa da– Çözüm Sürecini Değerlendirme Komisyonu’nun kurulması.
Kanaatimce bu durum, çözümün çok geniş bir toplumsal zemine sahip olduğunun göstergesi. Unutulmasın ki bu aşamaya ne kendiliğinden gelindi, ne de çok iradî olarak. Kimi farklı söylemlerine rağmen, Erdoğan ve hükümeti de kendilerinden önceki bütün iktidarların neredeyse tek seçenek olarak sarıldığı askerî çözümü, yani bastırma seçeneğini denedi. Ancak, bunun mümkün olmadığının görülmesinin ardından çözüm arayışları kaçınılmaz hale geldi.
Diğer taraftan, PKK de geçmiş yüzyıldaki ulusal kurtuluş hareketlerinin izlediği çizgiyle sonuca ulaşamayacağını –Arap baharının da etkisiyle– özellikle geçen yıl Hakkari’de “vur kal/alan hâkimiyeti” kavramları üzerinden çatışmayı denediğinde gördü. Kürt kentlerinin desteğini yeterince alamamasının ardından durumunu netleştirerek mevcut tutumda karar kıldı. Abdullah Öcalan da 600 güne yakın tutulduğu tecrit öncesinde, yani Temmuz 2011’de “Sorun çözülmezse devrimci halk savaşını başlatırız… Seni tutan mı var…” sözleriyle ilk sitemini PKK’ye; “…Bitirmek için ne yapıyorsa yapsın, özel timleri, polisi devreye sokuyormuş, bilmem dört kuvveti bir kuvvete bağlıyormuş, üçüncü kuvvet yaratıyormuş” diyerek ikinci sitemini hükümete yöneltti. Aynı görüşmedeki “Ne yapıyorsanız yapın… Ama bu şekilde ben yokum!” sözleri de doğrulanmış oldu.
Somut sonuç: Sıfır ölüm
Sürecin değerinin en büyük kanıtıysa, İHD Diyarbakır şubesinin 8 Haziran 2013’te yaptığı şu tespittir: “Bazı başlıklarda çok ciddi düşüşler var. Bunlar öyle sıradan başlıklar değil, bir tanesi yaşam hakkıdır. 2012’nin ilk dört ayında, silahlı çatışmalarda yaşamını yitiren güvenlik gücü mensupları ve PKK’lilerin sayısı 128. Ama bu yıl sürecin başlamasıyla birlikte, ölüm yok, ölüm sıfır, kesinlikle söyleyebiliyoruz. Yaralanmalar da öyle…”
Sanırım, sürecin toplumsal karşılığının şimdilik en somut sonucu bu: “sıfır ölüm”. Kandil’e çekilen gerilla gruplarının ifadelerine bakılırsa, bir yandan İHA’larla (insansız hava araçları) yapılan ve normal keşif uçuşları sürerken, diğer yandan gözetlemeler, “askerî hareketlilik ve küçük bir kontra birliğin faaliyetleri” çekilmeyi ağırlaştırıyor.
İlk raporlar, ilk talepler
Bu noktada asıl mesele çatışmasızlığın, barış sürecinin, çözüm sürecinin nasıl inşa edileceği, nasıl bir seyir izleyeceğidir. Tarafların kullandığı dil, çözümün inşa edilen bir süreç olduğunu ortaya koyuyor. Nitekim, hükümetin/Başbakan’ın bir çalışması olarak şekillenen Akil İnsanlar Heyeti’nin bölgesel dağılımları, faaliyetleri ve hazırladıkları raporlar inşa sürecinin önemli bir unsuru olarak hayata geçmiş bulunuyor.
Diğer yandan, Kürt tarafında -başta insan hakları örgütleri, sendikalar ve diğer STK’ların katılımıyla- Barış Sürecini İzleme Komisyonları kuruldu, barış çadırları açıldı ve bazen gerilla gruplarıyla karşılamaları da içeren rutinleşen gözlemler yapılıyor. DTP’nin (Demokratik Toplum Partisi) öncülüğünde 25-26 Mayıs 2013’te Ankara’da gerçekleştirilen Demokrasi ve Barış Konferansı’nın sonunda, kamuoyunda genişçe yer bulan bir deklarasyon yayınlandı. Bu çalışmanın devamı olarak önümüzdeki günlerde Diyarbakır’da, Brüksel’de ve sonuncusu Hewler’de (Erbil) olmak üzere bir dizi konferansın gerçekleştirilmesi kararı alındı.
DTK (Demokratik Toplum Kongresi), eksik yönleri olmakla birlikte, farklı kesimleri bir araya getiren/getirecek olan konferansların ilkinde “Abdullah Öcalan’ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının sağlanması ve toplumun çeşitli kesimlerinden oluşan heyetlerle doğrudan iletişim imkânlarının yaratılması” talebinin yanı sıra, barış dilinin önemine, geçmişle yüzleşmenin kaçınılmazlığına vurgu yapıldı; yeni anayasa çalışmalarının, demokratikleşme reformlarının hızlandırılması istendi. Kurulan “Hakikat, Yüzleşme ve Adalet Komisyonu”, “Hukuk, Yol Temizliği ve Yeni Anayasa Komisyonu”, “Toplumsal Müzakere ve Demokratik Siyaset Komisyonu” üzerinden çalışmalar ayrıntılandırıldı.
Suriye kaosu ve çözüm süreci
Ortadoğu’daki gelişmelerin; Arap baharının (!) bir sonucu olarak Suriye’de yaşananların, Türkiye’nin Suriye meselesinde izlediği politikadaki derin açmazların, PYD’nin “fiilî özerk/öz yönetimi”nin; Irak’ta Nuri el-Maliki yönetiminin Türkiye ile aynı zamanda Tarık el Haşimi üzerinden yaşadığı iyice kötüleşen ilişkilerin; İran, Irak, Suriye ve Lübnan’daki Hizbullah’ın yanı sıra dünya güçleri olarak Rusya ve Çin’in takındığı tutuma karşılık olarak, Türkiye’nin yanlarında yer aldığı Katar, Suudi Arabistan, AB ve ABD hattının birlikte tavır geliştirme çabasının da süreçte önemli payı var. Tüm bunların yanı sıra, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasındaki siyasal, sosyal ve özellikle de ekonomik ilişkilerin, süreci kolaylaştırıcı nitelikte belirleyici etkisi olduğu düşünenlerdenim.
Arap baharı Suriye’de bir bahar değil kaos yaratmış bulunuyor. Kaostan nasıl, ne zaman ve kimlerle çıkılacağı belirsiz. Kaldı ki, çatışmalar başlamadan hemen önce, özellikle Başbakan Erdoğan’ın Beşşar Esad üzerinden geliştirdiği çok sıcak ilişkilerin ardından gelinen büyük karşıtlık, diplomatik düzeyde uzağı görememenin çarpıcı bir örneği olarak herhalde kaydedilmeli. Esad’la yakınlık üzerinden Kürtleri denetleme/sınırlandırma amacı güden Türkiye, daha sonra Esad yönetimine karşı doğrudan müdahale arayışlarına yöneldiyse de, bölgesel reel politika bunun imkânsızlığını ortaya koydu. Bu nedenle, kendi sınırları içindeki Kürt meselesinin çözümü ile PYD’nin belirgin etkisinin olduğu Rojava’nın (Batı Kürdistan) çözüm süreciyle çok yakın ilişki içinde olduğu da ortaya çıktı. Bu yakın ilişki Öcalan üzerinden süren çözüm arayışlarının kapısını daha bir aralama gerekçesine dönüştü.
Kürdistan’la gelişen ekonomik ilişkiler
Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişki yılda 11 milyar dolarlık bir ticaret hacmine ulaşmış durumda. Türkiye’nin günlük 700 bin varil olan petrol tüketiminin onda birine yakınının Kürt coğrafyasındaki Batman, Adıyaman, Diyarbakır gibi illerden elde edildiği bir vakıa. Üretim miktarının yeni arama faaliyetleriyle daha da artacağı tahmin ediliyor. Bu durumda, özellikle önümüzdeki dönemde Türkler ile Kürtler arasındaki en geniş işbirliği, belki de bir zamanlar Almanya ile Fransa arasında olduğu gibi, kömür ve çelik yerine petrol ve gazın üretimi, taşınması, pazarlanması, tüketimi üzerine bina edilecek bir yapılanmayı kaçınılmaz kılacak: Enerji nakil hatlarının ortak güvenliğinin sağlanması ile kazancının belli oranlarda paylaşılması.
Bu noktada, klasik anlamda devlet olup olmamanın değil, toplumun eğitimli, örgütlü, sosyal ve siyasal açıdan modern dünyanın gereklerine göre şekillenmiş olup olmamasının esas alınması gerekeceği şüphesizdir. Nitekim, Suriye’de yaşanan deneyim, gerekli koşulların oluşması/yaratılması/doğması halinde, Kürtlerin “kendi kendini yönetim” ve temsil konularını nasıl da başarılı bir şekilde becerilebildiklerini ortaya koyması açısından öğreticidir.
Sorun da çözüm de bölgesel
Demokratikleşmenin önemli bir unsuru olma özelliğini taşıyan Avrupa Birliği’nin yolu bugün de Diyarbakır’dan geçiyor. Bu yüzdendir ki, Diyarbakır son zamanlarda ilk kez bir Dışişleri Bakanı’nı ağırlamakla kalmamış, aynı zamanda bakan ilde çok sayıda STK temsilcisiyle önemli görüşmeler yapmış ve devamında, pek çok noktada ortaklaşan görüşler kamuoyuna yansımıştır.
Bu görüşler şöyle özetlenebilir: Türkiye’nin dünyada sadece Türklerle değil kendi vatandaşlarının akrabalarıyla da, Kürtlerle de yakından ilgilenmesi; Dağlıca baskını sonrasında, önlerinde buldukları Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile savaş senaryolarını/tuzaklarını bir yana bırakarak Erbil’de Kak Mesut’la el sıkışılması; Suriye’de ilk temaslar sırasında özellikle Kürt kardeşlerinin de dahil olduğu insanî korumanın hedeflenmesi; Birinci Dünya Savaşı’nda çizilen sınırların Kürtlerin de Türklerin de hilafına çizilmiş olması, yani Sykes-Picot Antlaşması’nın aşılmış olması; sınırların ortadan kaldırılması değil, Avrupa Birliği devletleri arasında olduğu gibi hissedilmez hale gelmesinin sağlanması; Kürtlerin kimliklerini özgürce yaşayabilecekleri anayasal ve yasal düzenlemelerin yapılması; anadille eğitim meselesinin bu kapsamda ele alınması; çözümün bölgesel hale gelmiş olması…
12-13 Ocak 2013 tarihlerinde Katar’ın Başkenti Doha’da El-Cezire Stratejik Araştırmalar Merkezi ile Irak Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin birlikte düzenlediği, Türkiye’den de SETA’nın (Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı) fikir babalığı yanında aktif destek verip katılımcı olduğu “The Kurdish Question in the Mashriq” (Doğu’da Kürt Sorunu) başlıklı toplantıyı da birlikte düşününce, tıpkı sorunun bölgeselleşmesi gibi çözümün de bölgeselleşmiş olduğunu net bir şekilde ifade edebiliriz. Bunun anlamı, Kürt meselesinin çözümü dendiğinde Diyarbakır-Ankara hattının yanı sıra Erbil ve dahi Qamişlo/Afrîn’in de sürecin önemli bileşenleri haline geldiğini görmek gerektiğidir.
Bu anlamda aktörlere, beğensek de beğenmesek de, Başbakan Erdoğan ve Abdullah Öcalan’ın yanı sıra Mesut Barzani, Celal Talabani, Salih Müslim gibi isimler de eklenmiştir. Yazının başlarına dönerek devam edersek, sürecin ister karşısında ister yanında olsunlar, CHP ve lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile MHP ve lideri Devlet Bahçeli’nin süreçteki yerleri –elbette ki meselenin aslî bileşenleri olarak takındıkları ve takınacakları tutuma göre– daha bir belirginlik kazanacaktır.
Barış için demokrasi
Bu çerçevede, ilkinde benim de aralarında olduğum “Barış için demokrasi, barış için 111 imza!” metninin, kamuoyunda genel kabul gördüğüne inandığım içeriğinden söz etmekte yarar var. Öncelikle, “Barış süreci … Kürt sorununun çözümünün askerî yöntemlerle değil siyasî yöntemlerle sağlanabileceğinin anlaşılması açısından önemli” görülmüştür. Kürtlerin kendilerini tam anlamıyla eşit yurttaş olarak hissetmelerini sağlayacak ve üzerinde geniş bir uzlaşma sağlanabilecek birçok anayasal adım bulunmaktadır. Farklılıkları koruyan; çoğulculuk, özgürlükçülük ve eşitlik ilkelerine dayanan; etnisite temelli olmayan bir yurttaşlık tanımı ile eşit yurttaşlık anlayışını güçlendiren; Türkiye’de yaşayan her yurttaşın kendi dil ve kültürünü korumasını, geliştirmesini ve gelecek kuşaklara aktarmasını sağlayacak; yurttaşların demokratik süreçlere katılımını artıracak şekilde yerel iktidarları ve karar alma süreçlerini güçlendirecek değişikliklerin yapılması ve geçmişte Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlallerini tüm çıplaklığıyla ortaya koyacak bir geçmişle yüzleşme mekanizmasının kurulması gibi adımların atılması sadece Kürt sorununun değil, Türkiye’nin genel demokrasi sorununun çözümü için de hayatî önemdedir. Barıştan ve demokrasiden yana olan tüm aktörler demokratik ilkeler temelinde anayasal uzlaşı sağlanması için çalışmalıdır. Bir de “…otoriterleşme kaygıları yaratan başkanlık sistemi tartışmalarının bu sürece dâhil edilme(me)si” gereği ifade edilmiştir.
CHP’nin pozisyonu
Bu bildirinin kamuoyunda yarattığı kanaatimce olumlu tartışmaların ardından ikinci bir adım olarak, 24 Mayıs 2013 tarihinde İstanbul’da 111 imzacının bir kısmının da içinde olduğu bir heyet CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, ÖDP eşbaşkanları, bazı siyasetçiler, gazeteciler ve özellikle akademisyenlerden oluşan elliyi aşkın katılımcı ile aralarında benim de olduğum dokuz konuşmacıyla toplanıldı. Toplantıda barış süreci, Öcalan’ın muhataplığı, Anayasa’nın başlangıç ve değişmez ilk üç maddesi, anadille eğitim ve özellikle Türkiye’nin ihtiyacına denk düşen çift dilli eğitim, Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi, Suriye’de olanlar ve CHP’nin neden süreçte mutlaka yer alması gerektiğine ilişkin pek çok konu kapsamlı olarak değerlendirildi.
Saatler süren ve Kılıçdaroğlu’nun dikkatle dinlediği toplantının sonunda “Başbakan Diyarbakır’da ‘Sizlere yeni cezaevi yapacağım!’ diyor alkışlanıyor ve oy alıyor, biz ‘Diyarbakır Cezaevi’ni müze yapalım, fabrika yapalım’ dediğimiz halde, alkışlanmadığımız gibi, oy da alamıyoruz” şeklindeki sözlerini duyduktan sonra, toplantıdan çıkarken hiç istemediğim halde –gerçekten Türkiye’de Kürtlerin-Türklerin ve bütün toplumsal kesimlerin, siyasal olarak net tutum alabilen, sürece “sosyal demokrat” çizgiden müdahil olarak katkıda bulunan bir partiye yakıcı bir ihtiyaç duyduğu yönündeki bütün inancıma rağmen, mevcut durumda “CHP umutsuz vaka!” diye düşündüm.
KCK davalarında nispeten olumlu gelişmeler
Aktüel süreç, son otuz-kırk yılda umutları oldukça hırpalanmış olan Kürtlerin umudunun yeniden artmasına, geleceğe daha bir güvenle bakmalarına katkı sağlamış bulunuyor. Sürecin KCK davalarına olumlu yansıdığına şüphe yok. Sorgu ve esas hakkında savunma aşamalarında Kürtçe’nin Kurmancî ve Zazakî lehçelerinin tercüman aracılığıyla kamusal/yargısal alana taşınabilmiş olması oldukça önemli bir kazanım. Bunun yanı sıra, pek çok dosyada alınan tahliye kararlarında sürecin doğrudan etkisi olduğu da açık. Ancak, özellikle Diyarbakır’da görülmekte olan, başlangıçta 102’si tutuklu 154 sanıklı “ana dava”da henüz ciddi bir olumlu etkiden söz etmek mümkün değil. Bunun sebebi, çıkarılan yasaların “takdire” açık olmasında ve yargı kadrosunun geçmiş dönem değerleriyle ziyadesiyle “militanlaşmış” olmasında aranabilir.
Süreç döneni vurur!
Yasalar köklü bir değişikliğe uğramadan varlığını koruyor, özel yetkili mahkemelerin kararları çok ağır cezalandırmalarla devam ediyor. Bu nedenle, tahliyelerin bir süre sonra ağır mahkûmiyetler şeklinde geri dönmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Tam da bu nedenin de gerektirdiği üzere, Türkiye’nin çözüme dair ödevlerini hakkıyla yapması zorunlu, çünkü buradan geriye dönüş iki taraf için de yok. Süreç döneni vurur! Yine de AKP’ye dair endişelerim var. Bunlardan ilki, AKP’nin toplum ve kent kimlikleriyle sistematik olarak oynama hevesi ve pratiği. İkincisi, İslamî bir yönetim anlayışını öngörmesi sebebiyle giderek özel yaşama daha da çok müdahale etme eğilimi/pratiği. Üçüncüsü ve herhalde en kötüsü ise Oslo sürecinde gördüğümüz gibi, Erdoğan’ın/AKP’nin süreci öteleyip, sadece seçim başarısı için malzeme yapması.