Müşterekler dediğimiz, piyasa ve devlet ötesinde bir dünya. Genellikle, insanlar piyasa ve devletin iki önemli kavram olduğunu düşünüyorlar. Müştereklerin temel noktası şu: Verimli kaynaklardan oluşan bir dünya var. Devraldığımız veya birlikte yarattığımız her şeyi azaltmadan bir sonraki kuşağa aktarmalıyız. Bu tarzda aktardığınız her şey aslında “müşterekler”. Bu çok genel bir kavram. Bilgiden kültüre, kamuya açık alanlardan bilimsel yaratılara kadar, ortak olarak paylaşmamız ve erişimimiz olması gereken şeylerden söz ediyoruz.
Müşterekleri Tanımlamak
Müşterekler konusunda en büyük sorunlardan biri, görünür bir şey olmaması. Devlet ve piyasa daha fazla ön plana çıkıyor ve müşterekler bu anlamda tanınmayabiliyor, görünmeyebiliyor. Dolayısıyla, zorluklarımızın bir kısmı müşterekleri isimlendirmek, tanımak. Ancak bu şekilde, bize ait olan kaynakları geri alabiliriz. Aslına bakarsınız, bunlar, hükümetler veya piyasalar tarafından bizden çalınmış kaynaklar. Bazen ikisinin işbirliği sonucunda bizden çalınmış olabiliyor. Müştereklerin en temelindeki zorluk bu: Tanınabilmesi, görünebilmesi. Dolayısıyla, bu bir dil meselesi, bir dil geliştirebilme meselesi. Müşterekleri düzgün bir biçimde tanımlayabilmek önemli. Şimdi biraz müşterekler paradigmasından söz edeyim.
“Müştereklerin Trajedisi”
Müşterekler dendiğinde, birçok insanın aklına gelen ilk kelime trajedi, müştereklerin trajedisi. Bu ifade Garrett Hardin adlı bir biyoloğun 1968 tarihli ünlü makalesinden geliyor. Hardin şöyle diyor: “Paylaşılan bir kaynak varsa kaçınılmaz olarak imha olacaktır. Çünkü hiçbir bireyin bunu kullanmamak veya kullanmaktan kaçınmak gibi bir motivasyonu yoktur. Müştereklerin hepsinin sonu bir trajedidir.”
Hardin, özetle, ortak kaynakları kolektif olarak yönetme girişimlerinin başarısızlığından söz ediyor. Buna karşılık Profesör Elinor Ostrom’un çalışmaları var. Kendisi Indina Üniversitesi’nde sosyal bilimci. Onun çalışmaları sayesinde Garrett Hardin’in trajedi tezi yavaş yavaş çürütülmeye başlıyor. Meslek hayatının büyük bir bölümünü müşterekler konusunu gelişmekte olan dünyaya yönelik olarak inceleyerek geçiren Ostrom, bu çalışmalarıyla 2009’da Nobel ödülünü kazanıyor. 2008’teki finansal krizin hemen ardından alternatif bir piyasa yaklaşımı getiren bir ekonomiste Nobel ödülü verilmesi gerçekten çok önemli. Profesör Ostrom, geçen yıl yetmişli yaşlarında hayatını kaybetti. Ancak, çok önemli sayıda bilim adamı bugün müşterekleri, politik bir perspektiften ziyada, akademik bir perspektiften ele almaya devam ediyor.
Sosyo-ekolojik Bir Paradigma
Burada şunu hatırlamak önemli, müşterekler dediğimiz sadece bir kaynak değil. Ekonomistler bunun sadece bir nesne olarak düşünmeyi tercih ediyorlar. Ama hayır! Biz müşterekler dediğimizde, kaynak artı toplumu, artı bu toplumun değerlerini, normlarını ve uygulamalarını kastediyoruz. Dolayısıyla bu, aslında sosyo-ekolojik bir paradigma. Müşterek sadece bir nesne değil. Aslında, pek çok kişi müşterekin, daha ziyade bir aktivite, bir uygulama, bir fiil olduğunu düşünüyor. Bir isimden ziyade, bir fiil olduğunu düşünüyor.
Genellikle ekonomistler veya politika yapıcılar dünyanın iki bölüme ayrılabileceğini ve bir bölümün makine gibi çalışabileceğini düşünüyorlar. Ama aslına bakarsanız, müşterek dediğimiz, entegre yaşayan bir bütün. Bu, akılda tutmamız gereken çok önemli bir bilgi. Kafa karıştırıcı konulardan biri de özelle kamu, kolektifle bireysel, objektifle sübjektif arasındaki ikilikler, dualiteler. Bunlar arasındaki sınırlar çok bulanık. Dolayısıyla, belli şeylerden bahsederken kullandığımız kategorilerde farklı bir perspektif edinmemiz gerekiyor. Çünkü, kamu ve özel dediğimizde, hükümet ve piyasa anlamına geliyor.
Fiyat Etiketi Yapıştıramayacağımız Değerler
Ama, müşterek dediğimiz kategori ikisinin arasında yer alıyor veya kendi içinde bambaşka bir kategori oluşturuyor. Burada kolektife karşı bireyden söz etmiyoruz. Müşterek dediğimizde, ikisi aslında birbiriyle hizalanıyor, uyumlanıyor. Ve, geleneksel toplumlarda olduğunun aksine, ikisi arasında daha az gerilim var.
Müşterekler dediğimizde farklı değer biçimlerini korumaktan söz ediyoruz. Sadece paradan, sadece ekonomik değerden söz etmiyoruz. Müşterekler dediğimizde sosyal değerler, ahlâkî değerler, gelenek, kuşaklar arası miras dolayısıyla üstüne fiyat etiketi yapıştıramayacağımız değerlerden söz ediyoruz. Mesela, atmosferin değeri nedir? İnsan genlerinin değeri nedir? İnternetin değeri nedir? Veya istikrarlı toplumların değeri nedir? Bunun üzerine bir fiyat etiketi, bir ekonomik fiyat koyamazsınız. Dolayısıyla, müşterekler dediğimizde aslında, niteliksel bir değerden söz ediyoruz. Bu, piyasanın dilinden çok daha farklı bir dil.
Charles Dickens’ın Romanlarında Dile Gelen Paradigma
Müştereklerden söz ediyorsak, o zaman müştereklerin içeriklerinden de söz etmek lâzım. Bu, çok önemli bir kavram. Şimdi müşterekler dediğimiz zaman ortak kaynakların özelleştirilmesi veya metalaştırılmasından söz ediyoruz. Ve müştereklerin kendilerine ait niteliksel bir davranış biçimi var. Para ve piyasa onlara zarar verebiliyor. Müşterekleri kullanan kişiler, bu kaynaklara yaşamları, geçimleri için bağlı olabilirler, ama müşterekler dediğimizde daha farklı bir durumdan söz ediyoruz.
Şimdi uluslararası arazi avından söz edelim. Yatırımcılar, örneğin, Çin, Suudi Arabistan, Kore gibi ülkelere baktığımız zaman çok fazla arazi satın alıyorlar, Afrika’da, Asya’da, Latin Amerika’da... Ve insanlar bu topraklarından uzaklaştırılıyorlar, şehirlere göç ediyorlar, yoksulluk içinde yaşıyorlar. Bazen bu araziler kullanılmıyor bile. Spekülasyon için elde tutuluyor. Bu çok klasik bir paradigma. Bir, ortak kaynağın metalaştırılması ve bunun köklerinde İngilizlerin yüzyıllar önceki birtakım hareketleri yer alıyor. İnsanlar, köylerinden uzaklaştırılmak zorunda bırakılmışlar ve şehre göç etmek zorunda kalmışlar. Örneğin, Charles Dickens’ın romanlarında bunu görüyoruz. “Büyük Beklentiler” (The Great Expectatons) gibi romanlarında bunu görebiliyoruz. Dolayısıyla, bu klasik paradigma.
Yağmur Suyu Kimin?
Bolivya’da 2001’de Dünya Bankası ve de Bechtel adındaki bir şirket, belediye su şebekesini, Bolivya’nın üçüncü büyük şehrinde, Bamba’da devraldı ve bütün su şebekesini özelleştirdi. Hatta, “yağmur suyunu kullanmak yasadışıdır” diyecek kadar özelleştirdiler, yağmur suyunu bile şirkete ait ilan ettiler. Su fiyatlarını da yükselttiler ve insanlar hayatlarının temel ihtiyacı olan suya ulaşamaz hale geldiler.
Büyük Kuşatma
İşte, kuşatma dediğimiz kavram, müşterekin kuşatılması dediğimiz kavram aslında bu. Bolivya’da büyük protestolar oldu ve sonuç olarak hükümet, Bechtel’le olan sözleşmeyi iptal etti. Ama bu, tabii ki suyun özelleştirilmesiyle ilgili pek çok tartışmayı beraberinde getirdi.
Çokuluslu şişeleme şirketleri, dünyanın birçok yerinde kaynak suyunu alıp özelleştiriyor. Bu, çok ciddi ve bugüne kadar devam eden bir sorun. İnsan genomunun yüzde 20’si, yani beşte biri, şu an patentlenmiş durumda. Bilim adamları, genomun belli noktalarını araştıramıyorlar çünkü, dava açılmasından korkuyorlar. Bu da yine müştereklerin kuşatılmasına bir örnek. Patentler kullanılarak yaşam formları özelleştirilmeye çalışılıyor, özel mülk gibi muamele görüyor. Örneğin, bitkilerde yer alan genetik bir bilgi, biyo-korsanlık dediğimiz bir durumla karşı karşıya kalabiliyor.
Durum o kadar kötüye gitti ki, matematik denklemleri, eğer belli bir yazılımın içindeyse, artık özel mülke dönüşebiliyor, patentlenebiliyor. Belli matematik algoritmaları bile özelleştiriliyor. Mesela, bir kitap var, “Kullanamayacağınız Matematik” diye. Yani, kuşatma bu derece ileriye gitmiş durumda bugün. Fast food şirketi McDonald’s diyor ki, “ ‘Mc’ ön eki bize ait. Yani, restoranınıza, örneğin McDharma’s adını veremezsiniz”. Pek çok restoran McVegan, McMuffin gibi isimler kullanmaya çalıştılar, ama artık yapamıyorlar çünkü, McDonald’s “Mc”in haklarına sahip.
Hatta, öyle kötü bir durum ki, izciler yaz kamplarında, kamp ateşinin etrafında şarkıları söylüyor örneğin. Onlara “siz bu kamp ateşi etrafında telif haklarına aykırı bir biçimde şarkılar söylüyorsunuz, bu şarkıları söylediğiniz için bir ücret ödemeniz gerekir” deniyor. ABD’de 1990’ların ortasında böyle bir olay yaşandı. Dolayısıyla, telif hakları kanunu ve özel mülk kanunuyla, kültür bile bu şekilde ekstrem düzeylerde özelleştirilebiliyor.
Piyasa-Devlet “duopol”ü
Bu tarz pek çok piyasa kuşatmasından söz edebiliriz, ama bu liste daha ön planda olan konularla ilgili bir fikir veriyor. Burada şöyle bir ciddi soru var karşımızda: Piyasa-Devlet “duopol”ünü nasıl yenebiliriz? “Duopol”, yani “ikili tekel” derken, çok büyük şirketler devletle birlikte çalışıyorlar ve bu kuşatmayı gerçekleştiriyorlar. Ortak bir komplo, çünkü bir tarafta devlet de tabii ki bu kuşatma sonucunda birtakım gelirler, vergiler, vergi gelirleri sağlıyor ve bunun karşılığında da piyasada bize ait olan kaynakları kontrol edebiliyor veya çok düşük ücretlerde kullanabiliyor. Piyasayla devlet arasında bu tarz bir işbirliği var.
Değer Teklifi ve Hindistan’dan Bir Köy
Müştereklerin öncelikle değer teklifini tanımamız ve korumamız gerekiyor. Bunun için de bir dil geliştirmemiz gerekiyor. Öyle bir dil geliştirmeliyiz ki, müşterekler görülebilir bir hale gelsin ve müştereklerin bir trajedi olmadığı anlaşılsın. Müştereklerin kendi içlerinde çok büyük bir değer yarattığı anlaşılsın. Ve kolektif bir biçimde bu kaynakları yönettiğimizde, bir değer yarattığımız görülebilsin. Karşımızdaki temel mesele, bu.
Şimdi bu müştereklerin değer teklifinden birkaç örnekle söz etmek istiyorum: Tohum paylaşımı. Hindistan’da, Haydarabat’ta bir köyü ziyaret ettim. Kadınların çoğu, çiftlikteki işçiler bir köle gibi çok düşük ücretlerle çalışıyorlar ve sonra bir çıkış yolu keşfediyorlar: Başka biri için çalışmak yerine veya Batı’nın kendilerini kullanmaya teşvik ettikleri mono-kültürler yerine –ki bunlar genetik olarak modifiye edilmiş ürünler, pestisitler, böcek ilaçları– geleneksel olarak kullandıkları tohumlar yetiştirip bunları kendileri satıyor. Dolayısıyla, Monsanto gibi batılı şirketlerden tohum almıyorlar artık. Ve bu, kadınlar olarak ve de toplum olarak kendileri için daha fazla gıda yetiştirmelerini sağlıyor ve küresel gıda pazarına bağımlı olmaktan kurtuluyorlar.
Müşterekler sayesinde insanlar daha fazla otonomi geliştiriyor, daha özerk hale geliyorlar, küresel piyasalara daha az bağımlı hale geliyorlar. Çünkü bu piyasalar aslında onlara değil, yatırımcılara ve bunların arkasındaki sermaye sahiplerine hizmet ediyor.
Genç Hindistan Derneği ve Üç Irmağın Canlandırılması
Müştereklerin kontrolü ele geçirmesine bir örnek de Rajendra Singh tarafından kurulan Genç Hindistan Derneği’nin girişimi. Yerel halkın karşı karşıya olduğu temel sorun şu: Yerin altındaki su o bölgede çeşitli çiftlikler ve şirketler tarafından çok fazla kullanılmış. Suya, kutsal bir kaynak olarak yaklaşarak ve toplumu bu anlamda seferber ederek ve suyun korunması için uygulamaları teşvik ederek su düzeylerini yükseltiyorlar ve üç farklı ırmağı tekrar canlandırıyorlar. Bölgeye insanlar geri geliyor, bölgedeki aileler istikrarlı bir yaşama kavuşuyor. Ama, bunun tek yolu, hayatları için kutsal olan bu suya ortak bir kaynak olarak yaklaşıp bunu restore etmeye çalışmak. Zira, hükümete ve piyasaya baktığınızda, bu kaynağı tahrip etmişler. Müşterek yönetişim yaklaşımı sayesinde ekolojik istikrar, kaynaklar açısından bu şekilde tekrar kazanılabilir.
İnternet Destekli Tarım ve Peru’nun Patatesleri
Sri Lanka gibi, Küba, Filipinler gibi ülkelerde, aslında böyle düzinelerce ülke var, çiftçiler internet aracılığıyla konvansiyonel ürünlerde pestisit kullanmadan pirincin içeriğini yoğunlaştırmaya, zenginleştirmeye çalışıyorlar ve internet üzerinden bunun nasıl yapılabileceğine dair görüş alışverişinde bulunuyorlar. Ve pirincin verimi dört-beş kat arttırılabiliyor. Bu aslında açık kaynaklı bir tarım gibi düşünülebilir. İnterneti kullanmak da ilginç bir örnek. İnternet aracılığıyla doğal bir kaynak daha zeki bir biçimde, daha sürdürülebilir bir biçimde yönetilmeye çalışılıyor.
Bir kaynağın daha iyi yönetilmesine dair bir örnek de Peru’dan vereyim. Peru’da yerel halk 900 farklı tür patates yetiştiriyor. Birçok biyo-teknoloji şirketi aslında bunu kullanmaya çok hevesli, çünkü genetik kompozisyonuyla çok ilgileniyorlar. Bu patatesleri uluslararası gıda işleme amaçları için patentlemek istiyorlar. Yerli halk ise yüzyıllardır ektikleri patateslerin bilgisinin alınmaması için bir hak talep ediyorlar. Bir toplumun kendi kaynaklarını yönetme hakkı ve çokuluslu şirketlerin bu kaynakları sömürmesini engelleme hakkı var. Peru halkı bunu gerçekleştirdi.
Gezi Parkı, Slow-Food, Couchsurfing, Wikispeed, Wikipedia
Taksim Meydanı ve Gezi Parkı, dünyaca ünlü çok önemli bir müşterek oldu. İstanbul ve Türkiye’de kentsel alanlar içerisinde tanımamız ve anlamamız gereken pek çok müşterek var. Şunu da eklemek lâzım, bu müşterekler doğal kaynaklardan şu anlamda farklı: Buradan gıda üretimi sağlanmıyor, ama demokrasi üretiliyor. İnsanlar hükümete sitemlerini dile getirebilmek için bir araya geliyorlar ve o yeşilliğin tadını betona bulanmış kentsel alanlarda çıkarmak için kullanıyorlar.
Müşterek, bir toplum bir karar verdiğinde ortaya çıkıyor. Yani, bir toplum kolektif ve adil olacak şekilde herkesin faydasına bir kaynağı yönettiği zaman ortaya çıkıyor. Herkesin buna erişim sağladığı ve kaynağın uzun vadede korunabildiği zaman ortaya çıkabiliyor.
Dolayısıyla, her türden şey müşterek olabilir. Tek bir kataloğu yok müşterekliğin. Çok çeşitli formları, biçimleri var. Mesela, Slow-Food ve Yavaş Yemek Hareketi. Bu da farklı şekillerde gelişiyor ve yerel yemekleri, yerel tarifleri canlandırmaya çalışıyor. Fast Food dünyasının yaptığı şeyi tersine çevirmeye çalışıyor. Bildiğiniz gibi, Slow-Food Hareketi İtalya’da başladı ve tüm dünyaya yayıldı.
Couchsurfing’i biliyorsunuzdur, bir web sitesi. Bu siteyle küresel bir misafirperverlik hareketinden söz ediyoruz. Bir kişi, başka bir ülkede, tanımadığı birini ziyaret ediyor, arkadaş oluyorlar. İki-üç milyon kişi Couchsurfing sistemine kayıtlı bildiğim kadarıyla.
Açık tasarım ve imalat çok gelişmekte olan bir faaliyet. Pek çok kişi, Wikispeed arabalar imal ediyorlar. Bunlar hafif, yakıt tasarruflu, çok az yakıt harcayan araçlar. Müşterekler paradigmasında çok farklı deneyimler söz konusu olabiliyor. İnterneti de aslında müşterekler için bir ev sahibi altyapı gibi düşünebiliriz. Bloglardan sosyal ağlara, Wikipedia’dan açık kaynaklı yazılıma kadar, pek çok şey görüyoruz internet üzerinde. Müştereklerin daha fazla tanınması, yayılması anlamında internetin ne kadar önemli olduğunu ne kadar anlatsak azdır.
“Büyük Değer Değişimi”
Önemli noktalardan biri de “büyük değer değişimi” dediğimiz kavram. Açık platformlar sayesinde kullanıcılar, yaratıcılıklarını paylaşabiliyorlar. Burada önemli olan, içeriğin paylaşılması sayesinde daha büyük değer sağlanması. Yani, telif hakları bazı şeyleri daha gizli veya özel tutmaya çalışıyor, ama aslında paylaşıldığı zaman daha büyük bir değer oluşuyor.
Kültürümüzde müşterekler dramatik bir biçimde genişliyor, çünkü enteresan bir biçimde geleneksel fikri mülkiyet hakları veya telif hakları sistemine kıyasla, çok daha verimli, çok daha inovatif. Evet, aslında şu dersi almamız gerekiyor; sosyal olarak yaratılmış değer, kendi bağlamında, kendi içinde bir makro-ekonomik ve kültürel güç haline gelmeye başladı. Geleneksel iktisatçılar bunu pek anlamıyor, değerli bir şey üretmek için illa bir pazara ihtiyaçları olduğunu düşünüyorlar. Ama durum böyle değil artık.
“Dijital Ağaçlandırma”
Kolektif eylemler ya da uygulamalar artık ne bir fiyat sistemine ne de koordinasyonu için yönetsel bir yapıya ihtiyaç duyuyor. Artık zenginliği kendimiz oluşturabiliyoruz. Bunun için aracı şirketlere ihtiyaç yok. Facebook ve Google arasında bir tansiyon, bir gerilim var aslında. Dijital ağaçlandırma ya da bitkilendirme adını verdiğimiz bir kavram oluşturuldu ve kendimizin yönetebileceği ve uzun vadede kontrol edebileceğimiz birçok dijital değer yaratıldı.
Wikipedia gibi uygulayıcıların içeriği oluşturduğu ortamlar, müştereklerin tam karşılığı. Müşterekler yaratıcıdır, yani tragedya değildir. Tamamen çöpe atılmış kavramlar değildir. Artık yaratıcılık ve kültürle de müşterekler sektörü ortaya çıkmaya başladı. Bunları daha iyi anlamamız ve sistematik olarak korumaya devam etmemiz gerekiyor. Yaşadığımız dönemin en önemli gelişmelerinden birisi aslında bu.
Dışarıda Bırakılanı İçeri Çekmek
Evet, neden müşterekler? Bazı temel sebeplerinden bahsedeyim. Neden? Çünkü müşterekler sınırlar getirebiliyor. Düzenleyici devlet bunu yapmaktan aciz artık. Özellikle, küresel ısınmanın söz konusu olduğu günümüzde, pazarlara, piyasalara sınırlar getirmemiz gerekiyor. Müşterekler aynı zamanda pazarın dışında tutulan şeyleri içeri taşıyabiliyor. Tabii ki her şey para değildir. Bazı şeyler gelecek nesillere aktarmaktan ibarettir. O nedenle, dışa atılmış bazı şeyleri içeri çekmemiz gerekiyor. Müşterekler sayesinde bunu yapabiliyoruz.
Müşterekler aynı zamanda eşitsizlikleri ve güvensizlikleri de azaltıyor. Müşterekler sayesinde insanların evrensel kaynaklara daha iyi erişimi oluyor. Çünkü, söz konusu olan para değil. Eğer müşterek bir sisteme dahilseniz ve o sistemdeki kaynakları kullanma hakkınızı otomatik olarak elde etmiş oluyorsunuz aslında. Ve son olarak, müşterekler diğer insanlarla ve doğal kaynaklarla etkileşim içerisinde olmamızı sağlıyor, bunu gerektiriyor.
Uluslararası Dayanışma Ağı
İşte bunlar, müştereklerin hem yapıcı hem de verimli olmasını sağlayan temel etkenler. Geçtiğimiz on yıl boyunca müşterekler kavramı uluslararası bir hareket haline geldi. 2010 yılında, Henrich Böll Derneği’nin Berlin Temsilciliği uluslararası bir müşterekler konferansı düzenledi. Bu, yaklaşık 200 kişiyi bir araya getiren ve müşterekler alanında ilk defa düzenlenen konferanstı.
Dört-beş ay önce yine Berlin’de, yine Henrich Böll Derneği’nin girişimiyle, “ekonomide müşterekler” konusu ele alındı. Filipinler’den yazılım alanında çalışan biri, Brezilya’da tarım alanında çalışan biri, Fransa’dan, Hollanda’dan müşterekler adına çalışanlar, ABD’den akademisyenler, birçok kişi bir araya geldi bu konferanslarda.
Müşterekler farklı alanlardan, farklı ülkelerden ve tamamen farklı altyapılardan gelen kişileri bir araya getiren bir kavram. Bütün bu farklı kişiler müşterekler konusunu ele almak ve bunu daha ileri boyutlara taşımak için çalışan kişiler. Bu bağlamda düşünüldüğünde uluslararası boyutta yeni bir dayanışma alanı da doğmuş durumda bizim için.
“Kabileler”
Uluslarüstü müşterekler, benim “kabileler” adını verdiğim gruplar. Bütün bu farklı faaliyetler ya da farklı gruplar, sadece kendi ülkelerinde çalışmıyorlar, çalışmalarını uluslararası boyuta da taşımış durumdalar. Yani hem sınır ötesi çalışma yapıyorlar hem de uluslararası paylaşım içindeler. Bu farklı hareketlerin bir araya gelmesinden çok büyük bir potansiyel doğacaktır. Çünkü, politik anlamda da çok şey ifade ediyor bu grupların çalışmaları.
Müşterekleri yönetişim ve hukuk için yeni bir sosyal organizma ya da metabolizma olarak görmeyi tercih ediyorum. Yani, üretimi, tüketimi ve yönetişimi aynı entegre paket içinde bir araya getiriyoruz. Özellikle, ulus devlette pazarların yolsuzlaştığı ya da yetkinliklerini yitirdiği, uzun vadeli düşünmediği ya da kendi çıkarlarını düşündüğü bu günlerde, müşterekler bu sorunları çok daha tutarlı ve etkin bir şekilde gündeme getirmeye başladı.
Magna Carta’dan Roma’ya Ve Bugüne
Müştereklerin gücü sadece retorik bir şey değil. Genel anlamda zaten küresel bir etik kavram var ve hatta Roma İmparatorluğu’na, Magna Carta’ya dayanan bir siyasî geçmişi de var. Geçmişe bakıp müştereklerin yasalarda nasıl ele alındığını görüp bunu gelecek uygulamalara da taşıyabiliriz.
Müşterekler aynı zamanda neo-liberal politikaların da iyi bir eleştirisini yapıyor. Farklı düşüncelere sahip topluluklar müşterekler çerçevesi altında buluşup neo-liberal politikaları eleştirmeye başladılar. Bu tabii ki yapıcı ve uygulamaya yönelik modeller oluşturmakla da kendisini gösteriyor. Ve son olarak da, müşterekleri seviyorum, çünkü bizi daha iyi insanlar haline getiriyor, insanlığımızı daha iyi anlamamızı sağlıyor. Sadece “homo-economics” olmaktan, yani sadece kendisini düşünen, ekonomisini büyütmeye çalışan yaratıklar olmaktan çıkarıyor bizi, yaratıcılığımız tam anlamda göstermemizi sağlıyor, hayal gücümüzü daha da geniş boyutlara taşıyor ve kendimizi daha iyi tanımlamamızı sağlıyor.
“Özgürlük Erke Katılımdır”
Cicero’nun şu sözünü çok seviyorum; “Özgürlük erke katılımdır”. Müşterek böyle tanımlanabilir aslında. Kendi hayatının başrol oyuncusu olan insanlardan bahsediyoruz. Devletin ve piyasanın bireylere çok düşmanca davrandığı bu dönemlerde müşterekler devreye giriyor.
Bu konuda çok iyimserim. Eğer düşüncelerimizi ve siyasî eylemlerimizi müşterekler şemsiyesi altında toplarsak, çok iyi şeylerin doğacağını düşünüyorum. Müştereklerin birçok alanda ortaya çıktığını örnekleriyle görüyoruz. İnsanlar farklı faaliyetlerin birbirleriyle etkileşim içinde olabileceğini, birbirlerini destekleyebileceğini fark ediyor ve eylemlerini birleştirmeye başlıyor. Birbirinden çok farklı kültürel ve siyasî eylemler artık bir arada yürütülüyor.
Sadece yaşadığımız şehirde, ülkede değil, aynı zamanda uluslararası bağlamda da müşterekleri kullanabiliriz, çünkü buna ihtiyacımız var. Daha fazla dayanışmaya, daha fazla karşılıklı yardımlaşmaya ihtiyacımız var. Çünkü artık karşılaştığımız sorunlar küresel. O nedenle, cevapların da küresel olması gerekiyor.