Taksim Gezi Parkı üzerinden başlayan sokak gösterileri ve eylemlerin hangi toplumsal psikolojik arkaplana dayandığını sorgulamak anlamanın en sağlıklı yoludur. Gerek iktidar partisi temsilcilerinin olayları tanımlama konusundaki tercihleri gerekse, eylemlere katılan kitleye sahiplenmeye çalışan kimi siyasal örgütlerin indirgemeci yaklaşımları, anlama çabalarının önünde kalın duvarlar örmektedir.
Elbette Türkiye siyasî tarihinde bir ilk denebilecek ölçekteki yaygın katılım ve süreklilik dolayısı ele alınması gereken farklı boyutlar bulunmaktadır. Bunların başında gelen ve belki diğer boyutlardan etkilenmekle birlikte daha çok yönlendirici işlev gören nokta, siyasal karar süreçlerine katılım sorunudur.
Çok partili hayata geçişin üzerinden 66 yıl geçmiş olmasına ve bugün resmî olarak yetmişe yakın siyasî parti bulunmasına rağmen yurttaşların siyasete müdahale olanakları son derece sınırlıdır. Şekli olarak bir parti kurma yada partiye katılma, seçme ve seçilme hakkının önünde bir engel yokmuş gibi gözükmekle birlikte pratikte durum böyle değildir.
Gerek parti içi demokrasi ile ilgili yapısal sorunlar, gerekse seçim sisteminden kaynaklı engeller dolayısı ile toplumun ciddi bir kesimi siyasal karar süreçlerine etkin müdahale araçlarından yoksun olduğuna inanmaktadır.
Sivil toplumun siyasete katılımı
Türkiye sivil toplumunun son yıllarda ciddi biçimde kurumsal güç kazanmasına rağmen, karar süreçlerine katılım açısından bu duruma paralel bir gelişme söz konusu olmamaktadır.
Çevre, kadın, gençlik, engelli, mülteci alanı gibi dezavantajlı gruplar yanında, kültürel haklar yada inanç özgürlüğü gibi alanlarda çalışan geniş toplumsal örgütlenmeler, hatta sendikalar,meslek örgütlerinin siyasal yaşama katılımı açısından büyük zorluklar bulunmaktadır. Yasa yapım süreçlerine katılım yada uygulama ve politikaları denetleme konusunda Türkiye sivil toplumu hem deneyim hem kapasite sorunları yaşamaktadır. Hayatî öneme sahip yeni anayasa yazım süreci bu açıdan dikkate değer bir örnek oluşturmaktadır. Mecliste grubu bulunan partilerin katılımı ile oluşan komisyon kamuoyuna çağrıda bulunmuş ve bu doğrultuda yazılı ve sözlü öneriler komisyona ulaştırılmıştır. Bu önerilerin sonucu, ne ölçüde ve nasıl değerlendirileceği konusunda hiç bir geri bildirim olmadığı gibi bu tasnif ve değerlendirmeye yönelik bağlayıcı bir mekanizma bile oluşturulmamıştır. Anayasa yazım sürecine sivil toplum katılımı görüş bildirmeden ibaret kalmıştır. Oysa, dünya deneyimlerinde şeffaflık ve katılım ile ilgili ciddi ilke ve mekanizmalar ortaya çıkmıştır.
Katılım konusunda en görünür sorunlardan birisinin, müzakere ve yönetişim kültüründen yoksunluk olduğunu ifade etmeliyiz. Çok sayıda Alevi çalıştayı yapılmış ve bu toplantılardan çıkan sonuçların, temel Alevi taleplerinin hayata geçirilmesine dair dişe dokunur bir ilerleme kaydedilmemiştir.
Yine Kürt sorununun barışçı çözümüyle ilgili bir diyalog süreci işliyor gözükmesine rağmen, bu sürecin toplumsal katılıma açık bir müzakereye dönüşmesi noktasında bir tercih yapmaktan ısrarla kaçınılmaktadır.
Polis karşısında patlayan özgüven
Geçtiğimiz yıl içerisinde futbol taraftarlarından, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyenlere, resmî bayramları alternatif etkinliklere çevirmek isteyen cumhuriyetçi çevrelere kadar birçok kesim polisin sert müdahalesine maruz kalmıştır. Gaz bombalarıyla kitleyi dağıtma alışkanlığı son derece sıradan bir uygulama haline gelmiş ve keyfî biçimde göstericileri etkisiz hale getirme ve dağıtmanın en kolay aracı olarak görülmeye başlanmıştır. Farklı nedenlerle bu şiddete maruz kalan kitlelerin bir araya geldiğinde kendini güvenlik güçleri karşısında daha güçlü hissetmesi yadırganacak bir durum değildir. Özellikle, tümüyle barışçı bir sivil tepki olarak başlayan Gezi Parkı eylemine aşırı güç kullanarak müdahale edilmesi yanında ilerleyen günlerde de bu tercihte ısrar edilmesi bir noktadan sonra taleplerden çok kamu otoritesine tepkiyi daha belirleyici hale getirmiştir.
Başbakan’ın hayatını kaybeden göstericilere rağmen polisi savunan ve göstericileri suçlayan söylemi de bu eğilimi pekiştirmiştir.
Alevilerin kaygıları
Suriye’de izlenen politika Türkiye Alevilerinde derin kaygılar oluşturmuştur. Devletin daha mezhebî reflekslerle hareket ettiği endişesi Kürt sorununun çözüm sürecinde de bir bilinçaltı ve hafıza çağrışımına neden olmuştur. Devletin Sünni Kürt nüfusu ile birlikte hareket edip Alevilere karşı tutum alacağı endişesi, Alevi toplumunun Osmanlı’dan devraldığı hafızanın temel parametrelerindendir. İstanbul’a yapılacak üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim isminin verilmesi de, bu acılarla yüklü hafızayı pekiştiren sembolik bir girişim olarak okunmuştur. Sokak gösterilerinde Alevi kitlenin yoğun biçimde yer alması, eylemlere Alevi semtlerden katılımın yüksek olması anlaşılmaz bir durum değildir.
Başbakan’ın ana muhalefet partisini ve liderini eleştirirken kullandığı argümanlar da bu açıdan dikkate değer bir psikolojik kırılma oluşturmuştur. Aleviler yaşam biçimine müdahale kaygıları da en güçlü kesimlerdendir.
Yaşam biçimine müdahale tartışmaları
Alkol kullanımı ve doğum kontrolü gibi tartışmalar Türkiye siyasetinde sadece teknik ve sağlık boyutu ile değil, daha çok siyasal kamplaşma denkleminde yürütülmektedir. İktidar partisinin kendine en yakın gördüğü muhafazakâr tabanı motive etmeye dönük söylemleri, karşı cepheyi de fiilen inşa etmektedir. Laiklikten geri adım atılacağı, yaşam biçimine müdahalenin yaygınlaşacağı endişeleri ile otoriterleşme eğilimi taşıyan uygulamalara tepki buluştuğunda demokrasi savunusu doğal olarak muhalif çevrelerde taraftar bulmaktadır.
Gezi Parkı’nın geleceğine dair kararı verme yetkisini kendinde görme ile kimin kaç çocuk yapacağına karar verme yetkisini kendinde görme eğiliminin iç içe geçtiği inancı kuvvetlenmiştir. Bu yaklaşım, sorunu üç beş ağacı savunmanın ötesine taşımıştır.İnsanlar parktaki ağaçları savunurken aslında kendi bireysel özgürlüklerini ve geleceklerini savundukları inancı ile hareket etmeye başlamıştır.
AVM ve cami kardeşliği
Eylemler başladıktan sonra Başbakan katıldığı bir televizyon programında bir yandan henüz ne yapılacağına net karar verilmediğini ifade ederken diğer yandan Taksim’e cami yapacaklarını da vurgulama ihtiyacı hissetmesi dikkat çekicidir.
Eylemlerin ilerleyen günlerinde göstericileri cami düşmanı ve faiz lobisinin işbirlikçisi gösterme çabası da bir başka dikkat çekici durumdur.
Bu sembolik tanımlamalar aslında gerilimi ekonomi ve siyasetten inanç dünyasına taşıma, kimliklere indirgeme tercihini yansıtmaktadır. Türkiye ekonomisinin gerek küresel nedenler gerekse iç mali politikalar dolayısı ile karşı karşıya bulunduğu riskleri azaltacak politik adımlar atmak yerine faturayı kesecek iç ve dış düşmanları ilan etmek siyasetin kolaycı tutumudur.
Sıcak para ihtiyacı ve yüksek faiz dengesini değiştirmenin araçlarını bulamadığınızda camide içki içildiği ve zaten bu insanların faiz lobisi tarafından sokağa çekildiği söylemi, iktidar partisi tabanında bir ölçüde taraftar bulmaktadır.
Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler ve Siyasal İslam’ın sınavı
Bir yandan Suriye muhalefetini oluşturan İslâmî grupların iç çekişmeleri diğer yandan Mısır’da Mursi yönetiminin karşılaştığı tablo, Türkiye siyasetini etkileyecektir.
Tunus’ta iktidarı paylaşmayı ve geçiş döneminde ülkeyi birlikte yönetmeyi tercih eden İslâmcıların Mısır’da tek başına anayasa yapmayı ve tek parti yönetimini tercih etmesi tartışılmaya değer bir durumdur.
Mısır’da Mursi yönetimine karşı olan herkesi darbe yanlısı olmakla suçlayıp demokrasiyi sandıktan ibaret görme eğilimi aslında iç politik algıyı da yansıtmaktadır. “Ya bendensiniz ya düşmanım” anlayışıyla hareket ettiğinizde ülkeyi birlikte yönetmek bir yana, muhalefete tahammül etmek bile mümkün değildir. Darbeleri önlemenin askeri yönetimlere karşı durmanın ilk adımı siyasetin toplumsallaşmasını, demokratikleşmesini savunmaktır. Otoriter siyasal eğilimlerin askeri müdahalelere zemin oluşturma potansiyelini tartışmaktan kaçınarak, sivillik, seçim ve sandık savunusu yapılamaz.
Din, siyaset ve otoriterleşme potansiyeli İktidar gücünü ele geçirdiğinde daha otoriter eğilimlere yönelme potansiyeli elbette her siyasî gelenek için söz konusu olabilir. Ancak, bu eğilimin kendini kutsal alana refere etmesi çok daha sorunlu bir siyasal zemine ortam oluşturmaktadır. Bu tablo bir yandan din ve mezhep savaşlarına dönüşme riski taşırken, diğer yandan ifade özgürlüğünün kolayca askıya alınabileceği yönetim tarzlarını meşrulaştırmaya başlayacaktır.
İslâmafobik eğilimlerle dini sosyal ve siyasal alandan tümüyle dışlamaya çalışmak, nasıl radikal eğilimlere ortam hazırlıyor ve demokrasi açısından kabul edilemez söylemlere fırsat oluşturuyorsa, dinin tek referans kabul edildiği siyaset uygulamaları da, aklı ve uzlaşmaya dayalı yönetim arayışlarını devre dışı bırakma potansiyeli taşımaktadır.
Bu açıdan Mısır’da askeri müdahale ile yönetimden indirilen gelenek, Suriye’de muhalefette ciddi güç sahibi olan hareket, yeni tartışmaların odağı haline gelmiştir. Ilımlı İslam sahiden İslamî duyarlılığı olan toplumun evrensel insanî değerlerle buluşmasını kolaylaştırma işlevi mi görmektedir yoksa aksine iktidar olanakları ile buluşup otoriter yönetimlere dönüşme arayışına mı hizmet etmektedir?
Muhafazakâr demokrasi ve çoğunlukçuluk
Yukarıdaki soruları Türkiye siyasetine 11 yıldır damgasını vuran Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı için de yönelttiğinizde, bir çok çevreyi kaygılandıran ipuçları ile karşılaşmaktayız. Türkiye siyasetinde resmen dine dayalı siyaset imkanı olmadığı halde fiili olarak muhafazakârlığın bu anlamda yorumlanabileceği açıktır. Çoğulcu tutumlar yerine çoğunlukçu rejimi sandığa, seçmene saygının gereği olarak savunmak ve muhalifleri hem din karşıtı olarak tanımlayıp hem de çoğunluğun tercihlerine tahammülsüzlükle suçlamak bizi adım adım otoriterleşmeye sürükleyebilir. Elbette demokrasinin en temel ilkelerinden birisi çoğunluğun tercihlerinin gözetilmesidir ama bu azınlığın taleplerinin yok sayılması hakkını tanımaz.
Yapmamız gereken, çoğunluk ya da azınlık diktatörlüğü arasında bir tercih değil, evrensel insanî değerlerin korunup güçlendirildiği yönetim mekanizmalarının inşası üzerine olmalıdır. Ne yazık ki, Türkiye siyasetinde özellikle sağ siyasetçilerin tercihi, toplumdaki çoğunluğun mezhepsel ve etnik kimliğini merkeze alan, diğerlerini ötekileştiren bir kamplaşma diline sığınmak olmuştur.
Henüz çok partili hayata geçildiğinde Menderes tarafından hayata geçirilen “Vatan Cephesi”, sonraki sağ siyasetçilerde de benzer uygulamalarda tezahür etmiştir.
Bayrak yarışı
Başbakan Erdoğan’ın Gezi eylemlerinin ilk günlerinde yaptığı yurt dışı ziyaretinden dönerken düzenlenen karşılama ve mitinglerde tam bir bayrak yarışı içine girilmesi bu açıdan dikkat çekicidir. Bizzat Başbakan’ın bunu teşvik eden ve evlere bayrak asılması çağrısı içeren mesajı, hatta bir adım ileri giderek üç hilalli bayrağın sahiplenilmesi, benzer ruh halini yansıtmaktadır.
Bir yandan kendi parti tabanını geleneksel sağ muhafazakâr tepkiler üzerinden toparlamak diğer yandan MHP içindeki milliyetçi-mukaddesatçı seçmene yönelmek tam bir cephe siyasetidir. Siyasal liberalleşmeyi ve AB sürecine katılımı önemseyerek iktidar partisine destek veren çevreler göz ardı edilmiş, statükocu partiler karşısında değişimin öncülüğünü yapma iddiası bir kenara bırakılmıştır.
Daha çok ulusalcı çevrelerin sembolleştirdiği Atatürk posterli bayraklara karşı, Bayrak yasasının gereği “nizamî” bayraklara sarılmak, aslında bir siyasal denklemin de sinyallerini vermektedir. Eskiye özlem duymak ile mevcut iktidarın algısına razı olmak arasında bir tercihte, daha özgürlükçü bir üçüncü alternatife yer yoktur.
Dış güçler ve hükümeti devirmek
Neredeyse Gezi eylemlerinin başladığı ilk günden itibaren, yabancı basın, insan hakları örgütleri ve bazı ülkelerin gösterilere müdahaleye yönelik uyarıcı tutumlarını, “dış güçlerin hükümeti devirme planı” olarak yorumlama eğilimi, tam bir paranoyaya dönüşmüştür. Bir yandan eskiden beri üzerinde oynanan yabancı düşmanlığı yeniden servis edilirken diğer yandan gösterilerin meşruiyeti tartışmalı hale getirilmek istenmiştir. Dış politikada aktiflikle övünen ve bölgesel gelişmelere müdahil olma hakkını kendinde gören bunu başka ülkelerin iç işlerine karışmak olarak kabul etmeyen bir iktidarın kendisine yönelen ilk ilgiyi “içe kapanmacı milliyetçi paranoya” ile püskürtmeye çalışması ibretlik bir durumdur.
Neredeyse sokağa çıkan herkesi, “dış güçlerin maşası” ve “hükümeti olağan üstü yöntemlerle yıkma sevdalısı” görme ve gösterme niyeti bir siyaset tarzının eseridir. Egemen ve üstenci tutum ile mağdura oynama çabası iç içe geçtiğinde çok daha ironik bir durum ortaya çıkmaktadır.
Askerî vesayetten kurtulmak yeter mi?
Demokrasi yolunda askerî vesayetin zayıflatılması son derece önemli bir adım olmakla birlikte asla yeterli değildir. Siyasetin sivilleşmesi, toplumsal katılımın güçlendirilmesi Türkiye’nin onyıllarını heba eden “iç düşman” ya da “terör”le mücadele konseptinden çıkışının da olmazsa olmazıdır.
Sıkıyönetim ve olağanüstü hal rejimlerinden miras kalan uygulamalardan bir an önce kurtulmanın yolu, bu siyaseti demokratikleşme sürecini başlatmaktan geçmektedir. Askerin yerini polisin aldığı ama ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kolayca engellenebildiği bir yönetimin sivilliği ile övünmek mümkün değildir. Sivillik bu anlamda “üniformasız” kişilerin yönetiminden öte anlamlar taşımaktadır.
Hala, 12 Eylül rejiminin mirası olan yüzde on seçim barajı ve lider despotizmine imkân tanıyan siyasî partiler yasasını ciddi değişikliğe götürmekten kaçınmanın, partisel yada kişisel çıkarlar dışında bir izahını yapmak zordur. TBMM iç tüzüğünü bile demokratikleştirmek yerine daha iktidar partisi lehine düzenlemelerin arayışına gitmek, demokratik anayasa yapma söylemlerine de gölge düşürmektedir.
Siyaseti demokratikleştirmek
TMMOB yasasında yapılan değişiklik aslında tüm yetkileri merkez siyasetinde toplama arayışının tipik bir göstergesidir. Türkiye’de oda ve meslek örgütlenmelerinin daha demokratik bir işleyişe kavuşmasını kolaylaştıracak düzenlemelere gitme ihtiyacı varken, onların yetkilerini bakanlıklara devretmek bir demokratikleşme adımı olamaz. Bu tür girişimler, sadece muhalefet odaklarını zayıflatmaya ama bir yandan da siyasal gerilimi tırmandırmaya hizmet eder.
Siyaseti güçlendirmenin yolu yargıyı, sivil toplumu siyasete bağımlı hale getirmekten geçmez. Dahası, böyle bir güç biriktirme çabası, demokratik bir ortam inşasına yönelmez. Denetleme ve denge mekanizmaları gün geçtikçe zayıflayan bir ülkenin acilen siyaseti demokratik katılıma açacak hamleler yapması gerekir.
Dünyada temsilî demokrasi büyük bir buhran yaşarken, Türkiye siyasetinin katılımcı demokrasi arayışlarına kulak tıkaması kabul edilebilir bir durum değildir.
---------------------------------------------------------------------
Ayhan Bilgen
Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. İnsan hakları alanında çalışıyor. Türkiye Barış Meclisi çalışmalarında yer aldı. Anayasa yapım süreci ve siyasete toplumsal katılım üzerine İMC TV’de söyleşi programları yapıyor. Gündem ve Evrensel gazetelerinde haftalık yazıları yayınlanıyor.
---------------------------------------------------------
İlgili Makaleler için bu dosyada Sebehat Tuncel söyleşisi, Melda Onur, Nazan Üstündağ'ın yazıları ve Perspectives5 dosya yazılarına bakabilirsiniz.