Türkiye’de laiklik-dindarlık ekseni başta olmak üzere, uzlaşmaz nitelikteki siyasal bölünme gündemine 2007 Haziran’ından itibaren kapsamlı bir davalar zinciri de eklenmiş bulunuyor. Bir eski Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanları ile çoğunluğunu ordunun üst düzey subayları ve kimi basın mensubu, akademisyen ve iş adamlarının yargılandığı davalar, nihaî karar aşamasına gelindiği bugünlerde, siyasal tarafların emek ve mesailerini en çok yoğunlaştırdıkları politik çatışma noktalarına dönüşüyor. Doğal olarak yargı ve hukuk alanının, bu keskin çatışmaları hafifletecek bir etki göstermesi umulurken bunun tam tersine siyasal çekişmenin ana zeminine kadar taşınması ülkedeki hukuk kurumlarının daha yoğun sorgulanmasını da beraberinde getiriyor. Ergenekon ve Balyoz davalarının merkezinde yer aldığı bu davalar zinciri, içerik itibariyle olmasa bile sonuçları itibariyle bir “eşeğin gölgesi davası” haline gelmiş bulunuyor. Bu davalar üzerinden bütün bir ülke keskin bir bölünmeyi bir kez daha siyasal bir tecrübe olarak yaşıyor.
Davaların kapsamı
Henüz nihaî karara bağlanmamış davalar silsilesi, 12 Eylül 1980 darbesinden başlamak üzere, 2008’de görülen AKParti kapatma davasına kadar geçen süreci konu ediniyor. Türkiye’nin yaklaşık 30 yılı bu davalar eliyle sorgulanmakta. Şunu belirtmekte fayda var: Türkiye’nin son 30 yılı hukuk dışı pek çok eylemin gerçekleştiği bir döneme tekabül ediyor.
Kronolojik bir sırayla gidecek olursak, 12 Eylül 1980’de ordunun gerçekleştirdiği hükümet darbesi on binlerce insanın tutuklanmasına, binlerce kişinin yakın zamana kadar süren davalarda uzun süre tutuklu kalmasına yol açmıştı. Darbe sonrasında, bir kısım idam cezaları infaz edilmiş, sayısız kişi işkence görmüş, ülke nüfusunun azımsanmayacak bir kısmı fişlenmiş, siyaset alanının tamamı ele geçirilmiş, bu kapsamda siyasî partiler, dernekler, sendikalar kapatılmış, liderleri hapsedilmişti. ‘90’lardaysa, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yaşanan düşük yoğunluklu savaş sırasında binlerce insan faili meçhul cinayetlerde yaşamını yitirdi, yüz binlerce insan zorunlu olarak göç ettirildi. Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Turan Dursun gibi laik aydınların cinayete kurban gitmeleri de aynı dönemdedir. 1993’te Sivas’ta 33 aydın ve sanatçının yakılarak öldürüldüğü feci bir katliam yaşandı, 1995’te ise İstanbul Gazi Mahallesi’nde günlerce süren çatışmalardan sonra birçok kişi yaşamını yitirdi. Bu iki trajik olayın aydınlatılması özellikle Alevi kesimin güncel adalet taleplerinin başında gelmektedir. Yine ‘90’lı yıllarda, iktidara gelmeyi başarabilen dindar kesimlere baskılar uygulanmış, 28 Şubat darbesi sonrasında, şu anki iktidar partisinin tevarüs ettiği Refah Partisi iktidardan ayrılmış, dindarlara yönelik birçok operasyon gerçekleştirilmiştir. Bugünkü Başbakan Erdoğan da bundan nasibini almış ve dört ay hapis yatmıştır. 2000’lerin başında, bir dönem PKK’ya karşı milis gücü olarak kullanılan Hizbullah tasfiye edilmiş, yapılan operasyonlar sonucunda binlerce kişi yargılanmış ve yüksek cezalar almıştır. AKParti’nin iktidara gelişinden sonra ise, 2006’da bir Danıştay üyesinin öldürüldüğü bir suikast yaşanmış, bu olaydan sonra laiklik-dindarlık gerilimi yükselmeye başlamıştı. 2008’de, AKParti’ye irticai eylemlere destek vermekten dolayı kapatma davası açıldı. Parti kapanmaktan kıl payı kurtuldu.
Davaların dayandığı anlayış
Bu otuz yıllık kanlı sürece yönelik dava ve iddianamenin temel ön anlayışını şöyle özetleyebiliriz. Davanın dayandığı ana adlî perspektif Ergenekon örgütünü devasa imkân ve araçlara sahip, devlet içinde yerleşmiş bir gizli yapı olarak tanımlıyor. Ordu, medya, iş dünyası ve yargı kurumları, gücü ve etkinliği bakımından gizli yapının kendini örgütlediği ana kaynaklar olarak sayılıyor. Böylece, devlet kurumları içinde ve kurumlara paralel bir yapı ortaya çıkıyor. Hükümetler bu yapı tarafından kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Bu yapılamadığı takdirde, hükümetlerin düşürülmesi için darbe hazırlığı yapılıyor. Cinayet, suikast ve bunlara ilişkin çok çeşitli tertipler bu amaç çerçevesinde kullanılıyor. Bazı siyasî aktörler, sivil toplum örgütleri ve yasadışı örgütlerin de bu amaca uygun olarak yönlendirildiği iddia ediliyor. Dosyada, ülkenin Genel Kurmay Başkanı, kuvvet komutanları, akademisyen ve gazeteciler ile bazı iş adamlarının isimleri suç failleri olarak sayılıyor. Birbirinden farklı yerlerde bulunan bombalar, otomatik-tam otomatik tabanca ve çeşitli türde silah ve cephane ile lav silahlarına kadar uzanan kapsamlı ve somut bir mühimmat listesi ortaya konuyor. Davanın taraftarlarının kendilerini en güçlü hissettikleri nokta burası. Buna karşılık örgütün yapı, hiyerarşi ve liderliği konusunda kapsamlı ve somut bir tanımlama yoluna gidilmezken, bir Danıştay üyesinin öldürülmesi ve bir gazeteye ses bombası atılması bütün bu davaların dayandığı şiddet fiillerinin toplamı olarak ortaya çıkıyor. Örgütün lideri bilinmiyor. Hiyerarşisinin de tam çözülemediği ifade ediliyor. Buna karşılık, olağanüstü güçlü ve etkin olarak tanımlanan örgüt sadece iki adet şiddet eyleminde kendi somut sonuçlarını buluyor. Darbe, darbeye hazırlık, darbe teşebbüsü, hükümetin devrilmesi gibi hukukî tanımların cinayet, suikast ve katliam gibi şiddet fiillerine dair sonuçları konusunda iddianame son derece cimri. Davanın genel perspektifiyle somut argüman ve iddiaları arasındaki bu eşitsiz ilişki ciddi bir hukukî boşluk yaratırken sonuca ulaşmak için mantıksal sıçramalar kaçınılmaz hale geliyor.
Ergenekon davasında 275 kişi yargılanıyor, dosyadaki belge sayısı 1 milyondan fazla. Üç ayrı iddianamenin sayfa sayısı 5818. Sadece Ergenekon davasında 254 sanık çeşitli mahkûmiyetler aldı. Eski Genel Kurmay Başkanı Türk Ceza Kanunu’ndaki en ağır cezalardan birini oluşturan müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 21 sanık hakkında ise beraat kararı verildi. Balyoz Davası’nda ise 365 sanık var. Bu davada emekli kuvvet komutanlarına verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları eksik teşebbüs nedeniyle 20 yıl hapis cezasına dönüştürüldü. Halen Yargıtay’ın incelemesi sürüyor. Ayrıca, bu bağlamdaki tüm davalarda toplam 404 subay yargılanıyor. Bunlar dışında, bağlı davalar olarak gösterilen OdaTv davası, Zirve Yayınevi davası, Poyrazköy-Kafes davası, Askerî Casusluk davaları da halen sürüyor.
Davanın bir başka boyutu ise failler ile mağdurlar dünyasına dair algısı. Davada oldukça kapsamlı bir failler tarifi yapılıyor. Buna göre, ordu mensupları, medya ve iş dünyası bu örgütlenmenin merkezinde yer alıyor, bazı sivil toplum örgütleri ve yasadışı örgütler ise amaçlar çerçevesinde görevlendiriliyor. Halkın Sünni kesimi genellikle hassasiyetleri kullanılmaya çalışılan masum halk olarak gösterilirken, Kürtler ve Aleviler özellikle AKParti iktidarı karşısındaki kaygıyı artırmak için sürekli kışkırtılan unsurlar olarak tarif ediliyor. Kürt politik şiddet hareketi PKK, Türk sol şiddet hareketi DHKP-C gibi örgütlerin de Ergenekon örgütünün çeşitli amaçları çerçevesinde kullanıldığı iddia ediliyor. Bu anlayış toplumun çok önemli bir kesimini kriminal süreçlerin zemini, aracı ve kaynağı olarak değerlendirmeye yol açmaktadır.
Sanıkların somut profillerine geldiğimizde durum daha da açık bir hal alıyor. Sanıklar arasında bir dönem faili meçhullerin bir numaralı sorumlusu sayılan emekli Tuğgeneral Veli Küçük var. Buna karşılık, gazetecilik hayatının büyük kısmını Türk Gladyosu’nu açığa çıkarmaya çalışmakla geçirmiş sosyalist görüşlü Ahmet Şık da var; Cumhuriyetin kurucu partisi CHP’nin milletvekilleri olduğu gibi, milliyetçi bir parti olan MHP milletvekili de var. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’ten mafya örgütlerinin başlarına kadar, oldukça geniş bir çevrede oluşturulan bir sanıklar listesi söz konusu. Bunların tümü tek bir örgütün görevlileri olarak tanımlanıyor. Sanıkların profillerine bakıldığında, AKParti ve artık mevcut iktidarın gizli ortağı olduğu kendi temsilcileri de dahil tüm kesimlerce kabul edilen ve bir dinsel cemaat olan Fethullah Gülen Cemaati dışındaki tüm kesimleri kapsadığı anlaşılıyor. Buradan devam edersek; davanın mağdurlar sınıfı esas olarak bu iki politik gruptan oluşuyor. Türkiye’nin son otuz yıllık kanlı süreci düşünüldüğünde dava ve iddianamelerin “fail” ve “mağdur” tariflerinin ciddi bir tartışma yaratması kaçınılmaz görünüyor. Yargılamaların sadece mevcut iktidar ortaklarına yönelik eylemlerle sınırlandırılması, 30 yıllık mağduriyetlerinin geri kalanının göz ardı edilmesine yönelik kaygıları giderek artırıyor.
Yargılama süreci
Bilindiği üzere, modern yargılama süreçleri gerçekte yargılama özneleri ile varlık kazanırlar. Her yargılama süreci maddî gerçekliğin tespiti ve hukuksal muhakeme konusunda yarışan tarafları gerektirir. Savcılık makamı ile savunma arasındaki ilişkinin eşit özneler arası bir müzakere olarak belirginleştirilmesi yargılamayı devlete ait bir tekel olmaktan çıkartır. Böylece devlet, kendisini savunma ile eşitleştirerek bir siyasal riski üstlenmiş olur ve hukuk üretimine yurttaşın kendisini de dahil eder. Demokratik devlet teorisi açısından bir yargılamayı gerçek bir yargılama haline getiren en önemli unsur da budur.
Bu noktada, Ergenekon davalarının sadece mahkemeye ait bir tekel alanı olarak kıskanç biçimde korunmaya çalışıldığını gösteren çeşitli belirtilerle karşı karşıyayız. Savunma avukatlarına verilen sınırlı savunma süresinden başlayarak, bilirkişi raporlarının edinilmesine, oradan da bazı delillerin sanıklar ve vekillerinden saklanmasına, sanıkların kilit isimlerin tanıklığına başvurulması talebine kadar çok çeşitli taleplerinin hiç karşılanmamış oluşu yargılamanın devletin kendisine ait bir tekel alanı olduğu izlenimi uyandırıyor. Gizli tanıklık ve tutuklama müesseseleri ise bu izlenimleri ciddi şüphelere dönüştürüyor.
Gizli tanıklık
Gizli tanıklık müessesesi hukuk öznelerinin eşitliğine dayanan yargılama süreçlerini eşitsiz bir ilişkiye taşımakta, şüphelinin yargılama süreçlerine müdahale imkânlarını asgariye indirerek onları bu süreçte sadece bir “nesne”ye dönüştürmektedir. Soruşturma makamlarının aşırı biçimde güçlendirildiği bu müessese, siyasal kullanıma son derece elverişli ve hukuksal ilişkileri güç ilişkilerine dönüştürmeye müsait bir nitelik taşımaktadır.
Tutukluluk
Davaların görüldüğü Özel Yetkili Mahkemeler’in suç ve ceza politikalarının en temel araçlarından biri tutuklama tedbiridir. Tutuklama tedbirinin Türkiye’deki uygulama geleneği itibariyle bir “erken infaz” biçimine büründürüldüğü gözlenmekte ve bu durum yargıcın önündeki dosya ve failleri ile soğukkanlılık ve metanetle kurması gereken ilişkiyi zedelediği gibi, yargıcı aynı zamanda bir “infaz memuru”na dönüştürmektedir.
Davanın yeniliği yargılamanın eskiliği
Davada, Türkiye’nin çok iyi bildik yargı geleneği ve kültürünü gördüğümüzde, davanın yeniliği ile yargılama süreçlerinin “eski”liği arasındaki gerilimi tespit etmemek mümkün değil. Bu noktada şu tespitleri yapmıştık:
“Bu davayı Türkiye’de hukuk ve yargının karakteri sorusuna kadar taşımadan ciddiye alınabilecek herhangi bir tespit yapılamaz. Çünkü Türkiye’deki siyasal alanın en önemli sorunlarından biri hukuk ve yargının toplumsal taraflar arasındaki uzlaşma alanlarının bir ürünü olmak yerine, devlet ve iktidarın bir aracı olması idi. Hukuk ve yargının iktidar tekeline alınması, güç ilişkilerinin hukuksal bir eşitliğe taşınmasını engelledi ve dahası yargının güçlünün esaslı bir aracı olarak kalmasını da sağladı. Böylece yurttaşlar hukuk ve yargı bağlamında kendi yerlerine razı olması gereken birer “teba” olarak görülürken “adalet” devletin onun dışındakilere lütfettiği bir “iş” olarak var oldu. İktidarlar, bize kendi “adalet”lerine rıza göstermek dışında yol bırakmıyorlardı. Oysa iktidar ile onun dışındakilerin eşitliğinin mutlak biçimde korunması gereken en önemli mekân yargıdır. Peki, Ergenekon bu yargı geleneğini sona erdiren bir etki yarattı mı?
Ergenekon ve Balyoz gibi davalarının gelişim sürecine bakıldığında bu antidemokratik geleneğin aynen devam ettirildiğini, kendisini delil-subut sorunlarından tamamen âzade tutan bir hukuk anlayışıyla yürütüldüğünü, daha da önemlisi davanın taraflarının savunma imkânlarından önemli ölçüde mahrum bırakıldıklarını, davaya etki edecek imkân ve araçlardan alıkondukları gibi, kendilerini savcılık ile eşit derece özne kılacak hakların kullanımının engellendiğini ve bu yolla emniyet-savcılık-mahkeme zincirinin blok hareketiyle etkisiz kılındıklarını hemen fark edebilecek durumdayız. En kaba bakışla dahi hukukun üretimine tarafların hiçbir biçimde katılımının sağlanmadığı, tam tersine iktidar haricindeki grupların duruşmadaki varlıkları dışındaki bir performanslarına rıza gösterilmediği açığa çıkmış oldu.”1
Yargılama süreçlerinde Emniyet teşkilatı, savcılık ve mahkeme safhalarının ortak bir anlayışla geliştirilmesinin ve savunmanın bu zincirden dışlanmasının yarattığı şüphe giderek yaygınlaşarak kaygı uyandırıyor. Duruşma süreçleri ve kullanılan hukuksal muhakeme ve mantık dizgeleri ise yükselen şüpheyi daha da derinleştiriyor.
Duruşma süreçleri
Ergenekon davalarının duruşma süreçleri bu tartışmanın en can alıcı noktalarından bir başkasını oluşturuyor. Gerçek bir duruşma yapılmadığına dair şikâyetler üzerine, eşbaşkanlığını yürüttüğüm Demokrat Yargı Derneği adına Balyoz davasının Yargıtay duruşmalarını izlemiş ve gözlemlerimi bir günlük gazetede aktarmıştım. Çarpıcı olduğu için paylaşıyorum:
“Günlük duruşma sürecine şöyle bir bakalım. Bu anlattıklarım 25.07.2013 gününün öğleden sonrasına ait notlardır: Duruşmanın bir “duruşma” olabileceğine dair tek görüntü Başkanın savunma avukatlarının sözlerini takip ettiğine dair ısrarlı duruşudur. Bunun dışındaki üyelerin duruşma salonu ve avukatlarla bağlantısı düşünülebilecek en minimum seviyede bile olmamıştır. Üyelerden biri, birkaç dakikalık aralarla şunları yapıyordu: Liste inceleme, bilgisayara bakma, seyircilere bakma, su içme (yaklaşık 50 defa bardağa uzandı ve birer yudum aldı. İzleyici, üyenin susadığı mı yoksa bunun bir spor aktivitesi mi olduğu konusunda kafa yormadan edemiyor), yan tarafa bakma, not alma, önüne bakma, mouse ile oynama vs. Süreç bittiğinde yeni baştan başlıyor ve aynı ritmi yeniden takip ediyordu. Aynı üyenin tüm bu süre boyunca bir defa bile farklı bir şey yapmaması hareketlerinin -serbest stil değil- greko-romen duruşma hareketleri olduğu hissini uyandırıyordu. Üyelerden biri üç saat süren duruşmada sadece üç defa başını kaldırdı. Birinde 6 dakika, birinde üç dakika ve üçüncüsünde ise sadece 1 dakika karşısındakilere baktı. 2 saat 50 dakika boyunca sadece önüne baktı. Savunmanın kroki ve şema gösterdiği anda dahi başını çevirip bir kez bile bakmadı. Üyelerden biri duruşmanın büyük kısmında uykulu haldeyken son yirmi dakikada tam uyku haline geçti (Aynı kişi 29.07.2013 tarihli oturumda ise bir kulağı tamamen sarılı olarak duruşmaya çıktı. Kimse onun duruşma yapma yeterliliğini sorgulamadı. Aynı gün, on dakika tam uyku haline geçti). En trajikomik olanı ise ne başkan ne de üyeler bir duruşmanın en temel pratiği olduğu halde, nedense bir tek soru dahi sormadılar. İrdeleme, sorgulama, merak gibi temel duruşma kültürüne dair tek bir eylemin dahi olmadığı bir “duruşma”dan söz ediyoruz. Duruşma kültürünün, duruşma dinamizminin olmadığı bir “duruşma”. İşte yeni iktidarın yeni yargısının ürettiği hukuk kültürü budur maalesef.”2
Demokratik bir ülkede olağanüstü bir durum olarak değerlendirilecek ve derhal siyasal bir mesele yapılacak bu tespitler Türkiye’de sessizlikle geçiştirildi. Émile Zola’nın Dreyfus için haykırdığı gibi “gerçeği arıyorum” diyen bir ses duyulamadı maalesef.
Yargıda çatışma
Ergenekon davaları zinciri kuşkusuz yargıdaki iktidar çatışmasından ayrı düşünülemez. İktidarının ilk yıllarını ordu içindeki cunta kıpırdanmalarını takip ederek ve bu konuda kaygılı bir bekleyişle geçiren AKParti hükümeti, 2004-2005 yıllarından itibaren karşısında bu kez yargıyı bulmaya başladı. AKParti’ye kapatma davası bunun ardından geldi. Hükümetin yargıyı politik hedeflerinden biri haline getirmesi süreci de böyle başladı. 2010 referandumu hükümetin, karşısında bir süredir tehlike yaratan geleneksel yargıyı alt ettiği bir tarihî moment oldu. Referandumun hemen arkasından yapılan HSYK (Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) seçimlerindeyse hükümet kendisi için uygun bir yargı iktidarının yapılandırıldığı heyecanına kapıldı. Bununla beraber, HSYK seçimlerinde kendi kadrolarının kazandığını ve yargının bütün kritik noktalarını kontrol etme kapasitesi ve yetkisi taşıyan HSYK’nın kendi elinde olduğunu düşünen AKParti hükümeti MİT müsteşarının sorgulanması için tebligat çıkartan Özel Yetkili Savcılık’ın kendi kapısını çalması üzerine yargı konusunda yeniden kaygılanmaya başladı. Bu aşamada ilk keşfettiği nokta, yargının ve onun üst yönetim organı olarak HSYK’nın kendi iktidar ortağı olan Gülen Cemaati tarafından yönlendirildiğiydi. Hem yargı konusunda hem de Ergenekon davalarının gelişimi ve sonuçları konusundaki fikir ayrılıkları da bu noktadan itibaren su yüzüne çıkmaya başladı. Gülen cemaati, davaları istediği gibi kontrol etmek ısrarını sürdürürken hükümet müdahale alanları yaratma yolları aradı. Bu noktada, Başbakan Erdoğan kamuoyunun önünde eski Genel Kurmay Başkanı’na açıkça sahip çıktı ve onu yargılayanların tarih önünde hesap vereceklerini ekledi. Taraflar arasındaki bu gerilim halen devam etmektedir.
İktidar mücadelesi
Tüm bu davaların sadece hukuk ve yargı alanlarına ve yargıdaki iktidara dair bir siyasal fonda ilerlediğini düşünmek de bize yeterli bir kavrayış sağlamaz. Davalar yönünden hukuk ve yargı gündemine Türkiye’deki son üç yıllık iktidar gündemini de dahil etmek gerek.
2010’dan itibaren, Türkiye’nin iktidarı hükümet ile Gülen Cemaati’nden oluşan bir siyasal yapı olarak ortaya çıkmaya başladı. Dindarlar arasındaki dayanışma eğilimleri ve korunma duygusu bağlamında ortaya çıkan Türkiye’nin geleneksel cemaatlerinden farklı olarak sık örgülü, hiyerarşik ve soğukkanlı bir örgüt yapısına sahip olan Gülen Cemaati, AKParti’nin iktidara geldiği 2002’den itibaren hükümetin hedefleri doğrultusunda ihtiyacını duyduğu temel kadroları sağlıyordu. Cemaatin hükümet açısından politik kıymetini belirleyen şey işte bu nokta idi. Hükümetin kendi otantik tabanının duygusal, refleksif ve yerel tepkilerine karşılık, Cemaat ulusal ve uluslararası politik stratejiler açısından elverişli bir hale geliyordu. Ergenekon davalarındaki sistemli ve kararlı ilerleyiş, eleştiriler karşısındaki umursamaz soğukkanlılık, esas olarak iktidarın Gülen Cemaati kanadına ait bir siyasal tutuma işaret ediyordu. Fakat sorun şu ki, bu kararlılık ve soğukkanlılığın sahibi Cemaat’in, kendi varlığını sadece hükümet için işlevsellik sınırında tutması pek tabii ki mümkün olamazdı. Kürt meselesinden başlayarak ülkenin farklı meseleleri karşısındaki politik anlayış farklarının içten içe büyümeye başladığı, tarafların devletin çeşitli kurumlarındaki çekişmelerinden anlaşılabiliyordu. Türkiye’nin yeni iktidarının unsurları devletin çeşitli kurumlarında adeta ince bir satranç oynamaya başlamışlardı. Bu oyunun açık bir çatışmaya ve birbirlerini alt etme eğilimine girmesi yargının bütün o davalardan sonra bu kez de Başbakana bağlı MİT müsteşarını Kürt politik şiddetiyle bağlantılandırması ve soruşturma açmasıyla başladı. Bunun üzerine, iktidar unsurları arasında amansız bir çatışma başladı. Bununla beraber, bu çatışmanın 2013 Ağustos’undaki Gülen Cemaati’ne bağlı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın basın açıklamasına kadar alenîleşmesine izin verilmedi. Bugün Türkiye iktidarı üzerine birazcık bilgisi olan her politik grup hükümet ve Cemaat’ten bahsetmekte ve tarafların hamlelerine bağlı olarak kendi konumlarını belirlemeye çalışmaktadır.
Sözünü ettiğimiz davalar da dahil, bütün politik gündemler bakımından en önemli sorun da burada ortaya çıkmıştır. Türkiye’deki her meseleyi karartan, belirsiz hale getiren, hakikat konusundaki algılarımızı karma karışıklaştıran bir iktidar çatışması var. Açık ve aleni olmasına izin verilmediği sürece herkesi kaygılandıran ve korkutan, gelecek ve güvenlik konusundaki şüpheleri yükselten bir süreç bu.
Bütün bunların sonucunda, Ergenekon davalarının içinde yer aldığı zihinsel, kültürel ve siyasal gelişmeler bir bütün olarak bir araya getirildiğinde, bazı çok temel sonuçlar çıkarmak mümkün. Birinci söylenmesi gereken şudur: Eğer bu davalar Türkiye Gladyosunun açığa çıkarılmaya çalışıldığı davalar ise bunun karşısındaki en önemli engelin bizzat davanın sahibi olan yargının kendisi olduğunu kabul etmek gerekecektir. Buradaki asıl sorun, yargılamanın suçlu ve suçsuzu ayırma konusundaki yetersizliği, gerçek bir yargılama sürecinin yaşanmaması ve giderek yargılamanın muhaliflerin tasfiyesi ve sindirilmesinin bir aracı görünümüne bürünmesidir. Dolayısıyla, yargı toplumsal bütünlüğe seslenmek ve kendi varlık ve eylemiyle toplumsal karşıtlıkları onarmak yerine, siyasal çatışmanın taraflarından birine eklemlenmiş ve yargılamaların toplumsal sağduyunun üzerine oturmasını engellemiş görünmektedir. Bu durum bizzat yargıyı bir sorun haline getiren en önemli nedenlerin başında gelmektedir.
Türkiye’nin yargısının “gerçeği” ve “doğruyu” bulma kapasitesi ve iradesine dair yukarıda kayıt altına aldığımız şüphelere bir de Türkiye’nin siyaset ve iktidar alanını eklemekte fayda var. Yargı, siyaset ve iktidara dair her şeyin puslu bir havada cereyan ettiği ülkede gerçeği bulmamız ve Türkiye’nin kanlı geçmişinin düğümünü çözmemiz şimdilik zor görünüyor.
Dipnotlar
1 Orhan Gazi Ertekin , Ergenekon Öldü Yaşasın Ergenekon, Radikal 2, 11 Ağustos 2013.
2 Orhan Gazi Ertekin, “Yeni demokrasi”nin iflası, Radikal 2, 4 Ağustos 2013.
-------------------------------------------------------
Orhan Gazi Ertekin
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin 1993 mezunu. 1998’de hakimliğe başladı. Doktora tezini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi bölümünde “Terörizm istisnasının yaratılması ve hukuk düzeninin egemen inşası” başlığıyla hazırladı. Radikal, Taraf, Star, Zaman gazeteleri ile Express, Birikim, Tarih ve Toplum, Toplum ve Bilim dergilerinde çeşitli yazıları yayınlandı. Başlıca çalışma alanları hukuk, yargı meseleleri ile birlikte milliyetçilik, Türk milliyetçiliği, Ortadoğu, Halk müziği ve operadır. Halen Gaziantep adliyesinde hakim olarak görevine devam etmektedir.
----------------------------------------------
İlgili Makaleler
Bir demokratikleşme illüzyonu olarak Ergenekon, Ahmet Şık, Perspectives1
Demokratikleşme mi, rövanşizm mi, ya da..., Aydın Engin, Perspectives"
AKP-Gülen hareketi ekseninde Türkiye'nin yakın geleceği, Ruşen Çakır, Perspectives1
Ergenekon davası bir olanak mı, bir handikap mı?, Ali Koç, Perspectives1
KCK davaları ve yargı, Fikret İlkiz, Perspective2
İfade özgürlüğünde sorun Terörle Mücadele Kanunu’dur, Fikret İlkiz, Perspectives5