Bir demokratikleşme illüzyonu olarak Ergenekon

PDF

‘Derin devlet’ denen yapılanma çeşitli adlarla dünyanın hemen her tarafında var olan bir örgüt aslında. Çünkü devletin olduğu her yerde bir de ‘derin devlet’ var. Kesin olarak bilemesek de en azından ‘Avrupa’nın kimi ülkelerinde vardı’ dememiz gerekiyor. Çünkü birçok Kuzey Atlantik Paktı (NATO) ülkesinde fazla uzak olmayan tarihsel kesit içinde ‘Gladyo’, ‘Rüzgâr Gülü’, ‘Kılıç’, Süper NATO’, ‘Gehlen Harekatı’ gibi isimlerle derin devlet deşifre oldu. Gladyo’nun, eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) sosyalist devrim ihracına karşı ırkçı-milliyetçi unsurların savaş gücü olarak set oluşturulması fikrinden yola çıkılarak, Soğuk Savaş döneminde NATO tarafından kurdurulduğunu da bu sayede artık biliyoruz.

Dehşet verici kanlı olaylara imza atan, ‘derin devlet’ diye anılan yarı resmi bu paramiliter örgüt, Türkiye’de yaşayanların hiç de yabancısı olmadığı bir kavram. Kimi zaman ‘kontrgerilla’ ya da dünyadaki yaygın ismiyle ‘Gladyo’ olarak da anılsa, Türkiye’deki her kanlı ve karanlık olayda, neye tekabül ettiğini bilmeden de olsa, herkes derin devletten şüphelenir. Ancak ‘devlet’ denen iktidarın merkezine kadar taşınan siyasi ilişkiler ağı nedeniyle derin devletin illegal faaliyetleri siyasal konjonktüre göre birbirinden farklı biçimlerde açıklanmaya çalışılır. Son yıllarda ‘derin devlet’ adı daha bir duyulur oldu. Bu durumun çok bilindik nedeniyse 2007 yılı ortalarında başlayan ‘Ergenekon’ adı verilen soruşturma ve davalar zinciri.

Başlangıçta bir derin devlet temizliği görüntüsünde başlayan Ergenekon operasyonlarında dokunulmayanlara dokunuluyor, Susurluk döneminin kışlanın kapısında kalan yarım hesapları tamamlanıyordu sanki. Daha Susurluk’un ortaya çıktığı 1996’da adları deşifre olmuş asker ile polis kökenli bazı derin devlet artıklarının gözaltına alınıp tutuklanması, birçok kanlı eylemin, cinayetin resmi faili olan Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Birimi (JİTEM) mensuplarının yakalanması, kanlı arşivlerine ulaşılması, bombaların, silahların ele geçirilmesi, gerektiğinde kullanılmak üzere gömülmüş cephanelerin kazıldıkları yerlerde bulunması, soruşturmanın büyüklüğü kadar ülkeyi faili meçhul cinayetler ve mezarsız ölüler cehennemine çevirenlerle hesaplaşmanın kapılarının açıldığı gibi iyi niyetli bir izlenim yarattı herkeste. Doğal olarak demokratikleşme ve sivilleşme talepleri ön plana çıktı. Ergenekon soruşturmalarına deyim yerindeyse kör inançla sahip çıkan liberalleşme yanlısı kesimlerin demokratikleşme istemleri, asıl olarak Avrupa Birliği (AB) ile bütünleşme doğrultusundaki tercihleri ile ilintiliydi. Ancak AB sürecinin belirsiz bir geleceğe ertelenmesi, birliğin genişlemek bir yana, yaşanan ekonomik ve siyasi krizler nedeniyle kendi bütünlüğünü devam ettirip ettiremeyeceğinin şüpheli hale gelmiş olması süreç içinde AB’ye sırtını dönen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının da elini güçlendirdi.

Sivilleşme ve demokratikleşme illüzyonu

Soruşturmayla ilgili ortaya çıkan ilk iddianamede, soruşturmaya kör bir inançla sahip çıkan AKP yanlısı ve Fethullah Gülen cemaatine bağlı medya manipülasyonlarıyla yaşananın bir derin devlet temizliği olduğuna kamuoyu inandırılmak istenmişti. Zaten iddianamenin 46. sayfasında Ergenekon olarak adlandırılan örgütün kuruluşu anlatılırken, ‘Ergenekon terör örgütü en başta, ‘derin devlet’ ifadesi ile anılan, ülkemizde birçok kanlı eylemler gerçekleştiren, gerçekleştirdiği bu eylemlerle ciddi kriz, kargaşa, anarşi, terör ve güvensizlik ortamı oluşmasını amaçlayan ve bunu kısmen de olsa başararak ülkemizin gelişme ve kalkınmasının önünde engel olan bir örgüttür’ deniyordu.

Derin devlet yapılanmasının komünizmle mücadele amacıyla NATO tarafından birçok ülkede kurdurulduğu anımsatılan iddianamede, ‘Ancak zaman içerisinde amaçları dışına çıkmış ve bir kısım kişi ve zümrelerin kendi amaç ve ideolojilerini gerçekleştirmek için kullandıkları birer terör örgütüne dönüşmüştür. Dünyadaki birçok ülke İtalya örneğinde olduğu gibi bu oluşumlarla gerekli mücadeleyi yapmış ve bunu başardıklarında ‘hukuk devleti’ olabilmişlerdir’ denerek amaç da tarif edilmişti.

Şu satırlar da yine aynı iddianamenin 47. sayfasından:

‘20. yüzyılın sonlarına doğru Susurluk’ta meydana gelen bir trafik kazası ile ülkemizdeki bu kanlı örgütün kapıları kısmen de olsa aralanmıştır. Fakat örgütün o dönemdeki etkinliği ve gücü nedeniyle yeterince derinleştirilememiş, sadece buz dağının görünen yüzü aydınlatılmış ve örgüt amaçları doğrultusunda karanlık eylemlerine devam etmiştir.’

Yaklaşık 2 bin 500 sayfalık iddianamesinde savcı, sık sık altını çizerek yıllardır varolan, bu soruşturma vesilesiyle ‘Ergenekon’ adıyla vücut bulan derin devlet örgütünün Türkiye’yi mafya ve terör cennetine çevirdiğini, birçok kanlı, karanlık olayın ardında bilinen, ancak kamu kurumlarındaki gücü nedeniyle aktörlerine dokunulamayan bir örgüt olduğunu anlatıyordu. O uzun ilk iddianamede ve sonrasında devam eden operasyonlar vesilesiyle hazırlanan diğerlerinde de hep aynı illüzyon yaratıldı: Bugüne dek buz dağının görünen kısmına şahit olunan derin devlet artık soruşturuluyor. Türkiye sivilleşmesini tamamlayarak demokratik bir hukuk devleti olacak.

Ancak bu iddialı ‘amacına’ karşılık iddianamelerde ‘Ergenekon’ diyerek bir yandan derin devleti tarif ederken öte yandan örgütün devletin içinde değil, dışında olup devlete sızmaya çalıştığı çelişkisine de imza atılıyordu. Kimi sanıkların asker olmasının Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) temsil ettiği anlamına gelmeyeceği, Ergenekon’un güvenlik bürokrasisindeki hiçbir kurumla ilgisinin bulunmadığı, gizlice örgütlenerek ve kendisine derin devlet süsü vererek devletin tüm kurumlarına sızmayı amaçladığı aynı iddianamelerde sürekli vurgulanıyordu. Zaten yaratılan bu havaya karşın onca bilgi kirliliği içinde iddianamede sanıklara yöneltilen somut suçlamanın, sadece kimi şüphelilerin birbiriyle telefon irtibatından öte gitmeyen ilişkileri üzerinden bağ kurulan kanlı Danıştay baskını ve Cumhuriyet gazetesinin bombalanmasından ibaret olduğu da gözden kaçırıldı. Ergenekon soruşturmasının ilk iddianamesinin 56. sayfasındaki şu satırlar, aslında soruşturmaların sınırını da çizmiş oluyordu:

‘Kendilerini ‘derin devlet’ olarak niteleyen Ergenekon yapılanmasının devletin hiçbir resmi kurumuyla irtibat ve alakasının bulunmadığı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve yürürlükteki kanunların gizli-kapaklı bir oluşuma müsaade etmediği gibi kanunların genel yapısı itibarıyla da halihazırda devletin denetimi altında olmaksızın devletin yetkilerini kullanacak hiçbir kurum ve kuruluşun bulunmadığı, bulunmasının da mümkün olmadığı açıktır.’

Derin devletin sadece adı var

Öncelikle Ergenekon’un bir örgütten ziyade, aralarında çeşitli ilişkilerin olduğu kimi şüphelilerin de bulunduğu ırkçı, faşist, siyasal İslam ile Kürtler ve sosyalist solu hedefine koyan darbe yanlısı ultra milliyetçi bir zihniyeti yansıttığını belirtmekte fayda var. Bu bağlamda bu zihniyetle bağı olduğu düşünülen, ‘failleri biliniyor’ olsa da bu satırların yazarınca birer derin devlet suikastı olduğuna inanılan yakın tarihli üç önemli olayı anımsatalım. Birbirinin peşi sıra yaşanan, dini azınlık mensuplarına yönelik bu suikast ile cinayetler zincirini Trabzon’da rahip Andrea Santoro, İstanbul’da Ermeni sosyalist gazeteci Hrant Dink, Malatya’da Hıristiyan dinine mensup olan ve İncil basımı yapan Zirve Yayınevi’nde çalışan Alman uyruklu Tilman Ekkehart Geske ile Necati Aydın, Uğur Yüksel’in öldürülmeleri olarak sıralayabiliriz.

Buraya kadar dile getirdiklerimizden ve derin devletin Türkiye’de ne anlama geldiğinden yola çıkarak birkaç anımsatmada bulanmakta fayda var. Türkiye’de ‘derin devlet’ dendiğinde akla gelebilecek olanları bir çırpıda sayarsak şunlarla karşılaşıyoruz: 1950’lerden başlayarak 6 -7 Eylül olayları da dahil olmak üzere Türkiye’de yaşayan dini, etnik azınlık mensuplarına yönelik saldırı ve provokasyonlar. Özellikle 12 Eylül 1980 darbesinin yapı taşlarını oluşturan kitle katliamları. Faillerinin devletin aktörleri olduğuna hemen herkesin inandığı suikastlar. Tek taraflı ateşkeslerle kesintiye uğramış olsa da Kürt sorunundan kaynaklı olarak 1980’li yılların ortalarından bu yana PKK ile süren savaş. Bu savaşın kirindeki en önemli paya sahip olan JİTEM’in illegal faaliyetleri. Yine JİTEM’e bağlı olarak Kürt illerinde çeşitli kıyımlara imza attığı Ergenekon soruşturmaları vesilesiyle kanıtlanan ancak faaliyetleri bu soruşturmanın kapsamına alınmayan Türkiyeli Kürtler arasında ‘Hizbulkontra’ olarak bilinen Hizbullah örgütünün faaliyetleri. Köy yakma, boşaltma ve zorunlu göç uygulamaları. Bombalı saldırılar. 1990’lı yıllarda Türkiye devletinin sistematik bir mücadele yöntemi olarak kullandığı ve insan hakları örgütlerinin raporlarına göre kurbanlarının sayısı 2 binin üzerinde olan gözaltında kayıplar. Hemen her biri cezasız bırakılan işkence vakaları ve yargısız infazlar...

Peki, soruşturmada rol alan, Fethullah Gülen cemaatinin üyesi olduğuna yönelik haklarında çeşitli iddialar bulunan polis, yargı mensupları ile AKP yanlısı olanlar ve yine bu cemaate bağlı medyanın derin devletin soruşturulduğu propagandasını yaptığı Ergenekon yargılamalarında bu anılan karanlık süreç soruşturma konusu edildi ya da ediliyor mu, sorusunu şöyle yanıtlayabiliriz: Maalesef hayır. Yukarıda kısaca belirtilen örnek olaylar ve diğer derin devlet faaliyetlerinin hiçbirisi ne yazık ki Ergenekon soruşturmasının ilgi alanına girmedi. Her biri derin devlet mağduru olduğu düşünülen kurbanların yakınlarının Ergenekon davalarına müdahil olma talepleri bizzat yargılamayı yapan mahkemece reddedildi. Ardında Ergenekon çetesinin olduğu iddia edilerek bu çeteyle ilgili her iddianamede sıkça atıf yapılan, hatta kimi sanıklarınca açıkça tehdit ettiği bilinen ve Ergenekon soruşturma sürecinin en önemli meşruiyet aracı kılınan Hrant Dink suikastı dahi bu davanın konusu edilmedi. Ne acıdır ki derin devletin en büyük av sahasına dönüşmüş olan PKK ile yürütülen savaşta Kürt halkını sindirmeye yönelik cinayet ve katliamları sadece medya üzerinden soruşturmalara meşruiyet kazandırmak için propaganda malzemesi olarak kullanılırken soruşturmalarda yer almasından imtina edildi.

Amaç derin devlet tasfiyesi değil

Yukarıda da anlatmaya çalıştığımız üzere soruşturmalar bir türlü derin devletle hesaplaşma boyutuyla yürümedi. Niyet okumalardan yola çıkan savcılar, somut delillerle değil, polisin dikte ettiği soyut suçlamalarla planlama aşamasında kalmış darbe girişimlerinin soruşturmasına indirgedi bu fırsatı. Başta AKP ve Gülen cemaati, daha sonraysa sadece bu cemaatin karşıtlarının hedef olduğu, muhalif her sesin kısılmak istendiği, geçmişe dayalı bir takım siyasi hesapların görülmeye çalışılması nedeniyle hedef haline getirilmek istenenler hakkında üretilen sahte deliller ya da hukuki bütünlüğü bozacak eklemeler yapılan belgelerin sıklıkla karşımıza çıktığı bir soruşturma oldu. Yani asıl dert, Gladyo ile hesaplaşmak ya da kontrgerillanın tasfiyesi değil, aralarında suça bulaşmış kişilerin de bulunduğu şüpheliler araç kılınarak her kimlikten, siyaseten muhalif olanların sindirilmesi, korkutulması ve intikam alınmasıydı. Bu gerçeği dile getirenlere de hep aynı suçlama yöneltildi: Ergenekonculuk. Hatta derin devlet faaliyetlerini soruşturma konusu edinen yargı mensuplarından mesleki kariyerini bu konuyla ilgili çalışmalarla geçirmiş gazetecilere kadar muhalif ya da hukuki manada sıkıntılı bu soruşturmalara eleştirel mesafe alan birçok kişi çeşitli komplolarla, sahte delillerle Ergenekon soruşturmalarının sanığı haline getirildi.

Bu soruşturma zinciri zaman içerisinde sadece Fethullah Gülen cemaatinin AKP iktidarı eliyle güvenlik bürokrasisi ile yargı başta olmak üzere idari yapı içinde yatay ve dikey örgütlenmesine olanak sağlayan bir intikam, sindirme operasyonu haline dönüşmüştür. Geçmişlerinde komünizmle mücadele dernekleri kuruculuğu bulunan ve kendileriyle aynı amaç doğrultusunda faaliyet gösteren derin devleti alkışlayan bu zihniyetin şimdilerde derin devlete ‘düşman’ görünmeleriyse ironik olmasının yanı sıra elbette ki mide bulandırıcı. Bu soruşturmalar zincirinin adeta bir koruyucu zırh olduğu AKP nezdindeki siyasal İslam iktidarının sağlamlaştırılıp sürekli hale gelmesi, bunun sonucu olarak da hem poliste hem yargıda zaten büyük oranda gerçekleştirilmiş olan Fethullah Gülen cemaati örgütlenmesinin bürokrasinin ve ekonominin her alanında yaygınlaşmasının önündeki tüm engellerin kaldırılması amacında olduğu gün gibi ortada duruyor. Bu tespitten yola çıkarak Ergenekon soruşturmalarında sanık olan ve kamu vicdanında suçlu olduklarına dair genel kanaat bulunan kimi şüphelileri aklamaya çalıştığım düşünülmesin. Aksine bu şüphelilerden isimleri tüm Türkiye tarafından gayet iyi bilinen bazılarının, soruşturma konusu edilen ve maalesef ki edilmeyen çeşitli suçlara karışmış olduğu ortada. Ancak Ergenekon soruşturmaları kamuoyu vicdanında da suçlu olduğu bilinen bu kişilerin bu suçlarını yargılama konusu yapmamaktadır. Adlı adınca söylersek:, Ergenekon süreci gerçek suçluları gerçek suçlarından yargılamamaktadır.

Gerçek suçlular gerçek suçlarından yargılanmıyor

Darbelerle hesaplaşıldığını ve darbecilerin TSK’nin direnişine rağmen tasfiye edildiğini düşünenler de yanılıyor. Varolan kavga yönetme erkinin dışına düşmüş eski kontrgerillalarla, asli görevi derin devleti savunmak olan görev başındaki kontrgerilla arasındaki kıyasıya bir hesaplaşmadan öteye gitmiyor. Tüm bunlar yaşanırken de derin devletin yeni sahipleri ve aktörleri yerlerini almış oluyor. Yani Ergenekon düne dair değil, bugüne dair bir operasyon ve hesaplaşmadır ve bu yüzden bu hesaplaşmayı fark eden, eleştiren herkes hedef haline gelmiştir. Ergenekon soruşturmalarının, Türkiye derin devletinin en açık biçimde ortaya saçıldığı Susurluk sürecindekine benzer bir toplumsal destekten yoksun kalmasının en önemli nedeni de bu oldu.

Yani yürütülen manipülatif propagandanın tersine Ergenekon soruşturmaları Gladyo ya da derin devletin tasfiyesi davası değildir. Soruşturmalardaki derin devlet artığı kimi şüphelilerin Gladyo’da görev üstlendiklerine ilişkin genel kanaat göz önüne alındığında, halen muvazzaf derin devletin çürüğe çıkan kimi personelini terhis ettiğini söylemek yanlış olmaz. Başka bir deyişle tasfiye edilenin Gladyo değil, görevleri bittikten sonra yoldan çıkarak çıkar çetelerine dönüşmüş, ülke ve dünya siyasetini değişen paradigmasının farkında olmadığı için ortalığa döküldüğünde toplumsal barışa kastederek iplerini elinde tutan sahiplerine karşı huysuzluk da eden kimi kontrgerilla artıklarıdır. Ergenekon operasyonları ve soruşturmalarının kontrgerillanın zaten gözden çıkarılmış unsurlarının bir bölümünü tasfiye ettiği gerçeği kadar, alttan alta yepyeni derin bir örgütlenmenin kurumsallaştırılmasını sağladığı da bir gerçek. Yani bu süreçle Gladyo’nun tasfiye edilmesi değil, sahipleri ve aktörlerinin değiştirilmesine tanık olmaktayız aslında. Çünkü AKP ve hükümetinin gayrı resmi ortağı Gülen cemaati çok iyi bilmektedir ki ‘hükümet olmak iktidar olmak’ demek değildir. Asıl başarı iktidar olmak da değil, onu korumayı becerebilmektir. Legal ya da illegal, demokratik ya da değil, hukuki ya da gayri hukuki her halükarda iktidar korunmalıydı. İşte tam da bu yüzden bir yandan askeri vesayeti geriletirken bir yandan da yerine sivil olduğu iddiasındaki vesayetin güçlendirilmesinin aracı haline geldi, Ergenekon soruşturmaları. Bu süreç ‘ülkenin karanlık ve kanlı geçmişiyle hesaplaşma’ adı altında önümüze konmuş, sorgulanmaksızın inanmamız istenmişse de ne derin devlet ne kontrgerilla ne Susurluk ne JİTEM ne de 30 yıllık savaşın suçları soruşturma ya da yargılama konusu yapılmış değil. Ergenekon soruşturmalarına meşruiyet kazandıran en önemli suikastta öldürülen Hrant Dink’ın kanı hâlâ yerdeyken, katilleri yargılanıyormuş gibi gösterilip ardındaki derin devletin eski ve yeni aktörlerinin kimler olduğu ortaya çıkmazken, bu istenmezken nasıl derin devletten kurtulacağımıza inanmamız istenir?