Bostandan ormana: Çayın tahakkümünde dirençli kökler

Makale

Doğu Karadeniz’in dik yamaçlarını kaplayan ‘çay’, yalnızca bir tarımsal ürün değil; emeği, ekolojiyi ve hafızayı dönüştüren bir kalkınma projesi. Ancak bostanlar ve kızılağaçlar, bu homojen yeşil örtünün, yani çayın gölgesinde farklı bir geleceğin imkânlarını hatırlatıyor.

Gündoğan köyünden bir çay manzarası
Teaser Image Caption
Gündoğan köyünden bir çay manzarası, Ardeşen/Rize. Fotoğraf: Fatma Genç

Dünyada kişi başına çay tüketiminde ilk sırada yer alan Türkiye’de çay, sıradan bir içecek değil; gündelik hayatın vazgeçilmez eşlikçisi ve toplumsal ilişkilerin bağlayıcısı. Üretimi de belirli bir coğrafyada: Tamamı Doğu Karadeniz’de; ağırlıkla Rize olmak üzere, Trabzon, Artvin ve Giresun illerinde.[1]

Bu ölçekte yoğunlaşmış bir üretim coğrafyasına bakanlar için resim hep aynı: Uçsuz bucaksız çay tarlaları. Kartpostallarda, haberlerde, belgesellerde bu homojen yeşillik, sürekli yeniden üretiliyor. Oysa bu “doğanın kendiliğinden oluşmuş bir resmi” değil; emek süreçleri, toplumsal ilişkiler, devlet ve piyasa müdahaleleriyle kurulmuş politik ve ekolojik bir terkip. Yakından bakıldığında, bu tek ürünlü manzaranın içinde ve kıyısında başka ritimlere sahip alanlar beliriyor: Evlerin önü ya da çay bahçelerinin arasında küçük bostanlar ile dere kenarlarında ve yamaçlarda inatla büyüyen kızılağaçlar. Çayın mutlak hâkimiyetinin içinde sessizce nefes almayı sürdüren bu küçük dünyalar, başka bir manzaranın imkanını hatırlatıyor.

Rize'den görünümler
Rize'den görünümler, AHRIZ003, Salt Araştırma/Rize Koleksiyonu

Benim için bu dünyalar yalnızca bir araştırma konusu değil; çocukluğumun manzarası. Çayla bostanın birbirine karıştığı, kızılağaçların dereyi tuttuğu bir köyde büyüdüm. Bu metin, o kişisel hafızayla 2025 sonbaharında çay köylerindeki keşif görüşmelerinin kesişiminde yazıldı. Hanelerin gündelik üretimlerine, bostanlarına, tohum pratiklerine, kızılağaçla ilişkilerine ve çayın hayatlarını nasıl ördüğüne dair anlattıkları, gözlemlerim ve okumalarımla birleşen ve manzaranın görünmeyenlerini açığa çıkaran anlatılar olarak değerlendirildi. 

Çayın gölgesi ve hayatı örme biçimi

Çay, Doğu Karadeniz’de Osmanlı zamanı “alternatif bir tarımsal ürün”ken, 20. yüzyılın başından itibaren Cumhuriyet’in modernleşme ve kalkınma projesinin taşıyıcısı olarak sahneye çıktı. Coğrafi zorlukları ve ekonomik geri kalmışlığı nedeniyle Doğu Karadeniz için işaret edilen[2], çay tarım ve sanayisini birleştirecek stratejik bir ürün haline geldi. 1930’ların başında Rize’de fidanlıklar kuruldu, tohum transferiyle yeni bir tarımsal düzenin altyapısı atıldı.[3] Ücretsiz fidan dağıtımı, teşvikler ve alım garantileriyle çay kısa sürede bölgenin hakim ürün haline geldi. 1930’ların sonunda “memleketin ekonomik davası”na dönüştü. Çay üzerinden bölge ekonomiye entegre edildi, köylü piyasa ilişkilerine sıkıca bağlandı, ulusal kimlik gündelik pratikler üzerinden pekiştirildi. 

Mayıs ekim arasındaki toplama dönemi, kırsal yaşamın temel zaman çizelgesi haline geldi, kadın ve çocuk emeği görünmez biçimde üretime çekildi, geçimlik ürünler geriledi. 1960’lara gelindiğinde teşvikler ve yeni fabrikalarla çay tarımı hızla yayıldı, bölge ekonomisi büyük ölçüde çaya bağımlı hale geldi. Sisli yamaçlarda uzanan monokültürel doku, hem geçim alanı hem de bir görsel temsil aracıydı.

Rize, 1946, FFT739114, Salt Araştırma/Zarflar Koleksiyonu.
Rize, 1946, FFT739114, Salt Araştırma/Zarflar Koleksiyonu.

Çay tarımının yayılmasıyla daha önce mısır, darı, meyve ağaçları ve hayvancılıkla çeşitlenen birçok alan zaman içinde çay bahçelerine dönüştü. Arşiv kayıtları ve bölgesel çalışmalar, çayın genişlemesiyle birlikte farklı ürünlerin ve karma arazi kullanım biçimlerinin gerilediğini, devlet desteklerinin ağırlıkla çay üzerinden kurgulanmasının bu süreci hızlandırdığını gösteriyor. (Özyurt, 1989; Çağatay, 2021).[4] 

Bugün Rize, Trabzon, Artvin ve Giresun’da toplam tarım alanının önemli bir bölümü çaya ayrılmış durumda. Özellikle Rize’de tarımsal alan neredeyse bütünüyle çaylık, hane gelirinin büyük kısmı çay ve çaya bağlı sektörlerden sağlanıyor.[5] Bu makro tablo, sahadaki anlatılanlarla da kesişiyor. Görüşmecilerden biri, “Çay her yeri kapladı, bostanlar azaldı” derken, bir diğeri “Buralar hep bahçeydi” diyerek çay öncesi topoğrafyayı hatırlıyor. 

Çay takvimleri, fabrika teslim tarihleri ve kampanya dönemleri, hane yaşamının ritmini belirliyor, “memlekete gitmek” dahi çay zamanlarına göre planlanıyor. Çay, yalnızca toprağın değil, zamanın, borcun ve emeğin de örgütleyici ekseninde.

Çayın yayılmasıyla birlikte ekolojik etkiler de görünürleşti. 1924 tarihli kanunla teşvik edilen kızılağaç baltalıklarının çay lehine tarıma açılması, özellikle Rize’de ormansızlaşmayı ve heyelan riskini artırdı. Kızılağaç meşcerelerinin çay bahçelerine dönüştürüldüğü sahalarda toprak organik maddesinin azalması, toprak yapısının bozulması ve erozyon eğiliminin artması, kimyevi gübrenin rutinleşmesiyle[6] birleştiğinde dik yamaçları daha kırılgan hale getirdi. İklim krizinin yağış rejimini öngörülemezleştiren, ani sağanakları sıklaştıran etkisi, bu kırılgan arazi kullanım deseniyle üst üste binerek hem çay tarımını hem de bölgeyi sel ve heyelanlar karşısında daha savunmasız bıraktı. (Yüksek, 2017Yüksek & Kalay, 2002, Yener, Duman, Satıral ve Avşar, 2017).

Yine de sahaya yakından bakıldığında çay rejiminin tam anlamıyla tamamlanmış bir monokültür olarak işlemediği görülüyor. Çayın arasında ve kenarında farklı üretim ve yaşam biçimlerinin küçük adaları yaşamaya devam ediyor. Bostanlar ve kızılağaçlar, bu “eksik homojenliği” görünür kılan başlıca alanlar.

Bostanlar: Çaylığın kenarında, evin önünde kurulan küçük evren

Ön saha çalışmasında görüşülenlerin neredeyse tamamı bir bostanı olduğunu söyledi. Çoğu evin hemen önünde, bir kısmı “çaylığın içinde ya da kenarında” konumlu. Bostanlar, çaydan tamamen ayrı bir “ikinci manzara” değil, çayın hegemonik varlığının içine gömülü, küçük ölçekli ara mekanlar.

Çay tarlası ve bostanlar, Ardeşen/Rize
Çay tarlası ve bostanlar, Ardeşen/Rize. Fotoğraf: Fatma Genç

Bostanlarda domates, fasulye, karalahana, kabak, marul, soğan, sarımsak, mısır gibi çok sayıda ürün bir arada. Bostanlar yalnızca ek gıda alanı değil, yüksek biyoçeşitlilik içeren mikro ekosistemlerin varlığına işaret. Aynı zamanda tekil çay rejiminin aksine, toprak, bitki ve insan arasındaki ilişkileri çoğullaştıran küçük agroekolojik adacıklar, “direnç cepleri” olarak okunabilir.

Ürünlerin kullanım biçimi, bostanların ekonomik rolünü açığa çıkarıyor. Görüşmelerde bostanlar neredeyse istisnasız biçimde öncelikle “ev içi tüketim”le ilişkilendirildi, fazlası varsa komşu ve akrabayla paylaşılıyor, satış sınırlı ve ikincil. Bostanlar piyasa için değil, hane ve yakın topluluk için işleyen geçimlik gıda alanları. Gıdanın bir kısmının bu yolla piyasadan çekilmesi, çaydan gelen nakit gelirin üzerindeki baskıyı kısmen azaltıyor, kırılgan haneler için piyasa dalgalanmalarına karşı somut bir “tampon” oluşturuyor.

Tohum pratikleri de bostanların hafızayla ilişkisini görünür kılıyor. Bazı haneler her yıl belirli ürünlerden tohum ayırıp aileden öğrenilmiş yöntemlerle sakladıklarını anlatırken, bazıları “tohumlar artık eskisi gibi değil” diyerek yerel tohumların kaybını vurguluyor. Tohum, burada yalnızca biyolojik bir materyal değil, kuşaklar arası bilgi aktarımının taşıyıcısı. Bostanlar bu nedenle hem gıdanın hem de tohum ve bilgi hafızasının mekanı.

Emek örgütlenmesine dair cevaplar, feminist politik ekoloji literatürünün tanıdığı bir tabloyu yeniden üretiyor: “Bostanı kim yapıyor?” sorusunun yanıtı çoğunlukla “annem”, “babaannem”, “eşim”. Kırsal gıda üretimi ve müştereklerle kurulan ilişki, sıklıkla kadınların görünmez emeği üzerinden yürüyor, Doğu Karadeniz bostanları da istisna değil. Bostanlar, kadınların bilgi ve öznellik alanı olduğu kadar, onları ev ve yakın çevreye bağlayarak ataerkil işbölümünü yeniden üreten mekansal düzenin de parçası.

Katılımcıların bostanı tarif ederken kullandıkları ifadeler, bu alanların duygulanımsal boyutunu da açıyor. Bostan, bir görüşmeci için “evin bereketi”, bir başkası için “köy demek bostan demek”; kimi için “terapi”. Çocukluk anıları –ayı korkusu, gizlice salatalık toplamanın heyecanı, sabah yumurtasına katılan otların kokusu– bostanı güçlü bir bellek mekanına dönüştürüyor. Bostan, gıdanın yanı sıra aile içi ilişkilerin, utanç ve gururun, yas ve neşenin de depolandığı bir yer.

Bu çok katmanlı maddi ve duygusal gerçeklik göz önüne alındığında, bostanları “direniş alanı” olarak görmek hem mümkün hem de sınırlı. Bir yandan çaydan gelen nakit geliri tamamlıyor, çay işçiliğini sürdüren bedenleri besliyor ve çay rejiminin yeniden üretimine katkı sağlıyor. Diğer yandan tek ürünlü manzara içinde biyoçeşitlilik, yerel tohum, komşuluk ve paylaşım pratiklerine alan açarak hegemonik rejimin tam anlamıyla tamamlanmasını engelleyen çatlaklar üretiyor.

Kızılağaçlar: Derenin etrafında, çaylığın içinde sessiz bir hafıza

Görüşmecilerin neredeyse tamamı kızılağacı “dereyi tutan”, “heyelanı önleyen”, “toprağı ve suyu koruyan” bir ağaç olarak tarif ediyor. Yoğun yağış ve dik yamaç koşullarında köklerin toprağı tuttuğu, selleri ve kaymaları kısmen engellediği bilgisi yerel ortak bilginin parçası.

Doğu Karadeniz, Türkiye’nin en yoğun heyelan bölgelerinden biri. Dere yataklarının yapılaşmaya açılması, HES inşaatları, orman alanlarının tarım ve maden nedeniyle tahribi, dik topoğrafya ve kısa sürede yoğunlaşan yağışlarla birleştiğinde sel ve heyelanların sıklığını ve yıkıcılığını artırıyor. Resmi raporlar ve bölgesel ormancılık çalışmaları, derin kök sistemi ve toprağı tutma kapasitesi yüksek kızılağaç meşcerelerinin riskleri azalttığını, kızılağaçlıkların çaya veya başka kullanımlara açılmasının yamaç stabilitesini zayıflattığını gösteriyor.

Rize’de bol miktarda bulunan kızılağaçlıklardan bir görünüm
Rize’de bol miktarda bulunan kızılağaçlıklardan bir görünüm. Kaynak: Türkiye Cumhuriyeti. (1973). Cumhuriyet’in 50. yılında Rize: 1973 il yıllığı.

Buna karşın görüşmeciler, kızılağaçların son yıllarda belirgin biçimde azaldığını, çaylıkların içinde ve çevresinde “gölge yaptığı için”, “çay tarlası açmak için” ya da “odun/kereste ihtiyacı” gerekçesiyle sistematik kesimlere konu olduğunu aktarıyor. Böylece kızılağaç, bir yandan toprağı ve suyu koruyan “doğal sigorta”, diğer yandan çay rejiminin ve yerel ekonominin dayandığı “ucuz doğa”lardan biri haline geliyor.

Kızılağaç ve çay tarlası, Ardeşen/Rize
Kızılağaç ve çay tarlası, Ardeşen/Rize. Fotoğraf: Fatma Genç

Madencilik baskısı da bu tablonun başka bir yüzü. Rize ili özelinde yapılan değerlendirmeler, il sınırları içinde çok sayıda maden ruhsatı bulunduğunu gösteriyor.[7] Bu durum, dere boyu orman kalıntılarıyla çaylıkların yalnızca tarımsal genişleme değil, madencilik ve buna eşlik eden altyapı projeleri tarafından da kuşatıldığını ve parçalandığını düşündürüyor.

Kızılağaçların kültürel dünyadaki yeri de bu ekolojik tabloya yeni bir derinlik katıyor. Lazca ve Gürcücede kızılağaç için kullanılan isimlerin “nemli yerin ağacı” anlamına gelmesi, ağacın yalnızca fiziki değil duygusal bir mekana ait olduğunu ima ediyor. 

Bazı görüşmeciler mezar içi perdelerinin ve tabut tahtalarının kızılağaçtan yapıldığını, “geç çürüdüğü için” tercih edildiğini, başkaları ilkbaharda yeni sürgünlerden yapılan düdükleri, dallarda sallanılan çocukluk oyunlarını, yaprakların yaralara basıldığını anlatıyor. Kızılağaç, bu anlatılarda yas, oyun, gündelik şifa ve zanaatla iç içe geçmiş kültürel bir aktör, çayla kaplanmadan önceki “eski manzara”nın gölgesini taşıyor. Bu nedenle “ekolojik hafıza” ifadesi, hem çay öncesi orman örtüsünün kalıntılarını hem de bu ağaçla kurulan çok katmanlı ilişkileri kapsıyor. Bir görüşmecinin dediği gibi kızılağaç, “memleket manzarası”. 

Kızılağaç. Fotoğraf: Fatma Genç
Kızılağaç. Fotoğraf: Fatma Genç

Çay tarımından önce dere boyları ve karma orman örtüsünde yaygın olan kızılağaçlar, kimi yerde çaylığa dönüşmüş, kimi yerde gölge yaptığı için sistematik budama ve kesimlere maruz kalmış. Bugün kızılağaç, hem çayın yayılmasının önündeki fiziksel engellerden biri, hem de çay üretiminin toprak ve su rejimine yaslandığı doğal altyapı. Çay rejiminde hem sömürülen hem de onu sınırlayan, her iki pozisyonu aynı anda taşıyan bir aktör olarak varlığını sürdürüyor.

Direnen kökler ve çoğul bir manzara ihtimali

Bostanlar ve kızılağaçlar için “sessiz direniş alanları” ifadesini kullanmak, ancak bu alanların çay rejimiyle kurduğu çift yönlü ilişkiyi tanıyarak mümkün. Bu alanlar çayın bütünüyle dışında değil, tam kalbinde, etrafında ve sınırlarında.

Bir taraftan bostanlar ve kızılağaçlar, çay rejiminin yeniden üretimine destek: Bostanlar çay sezonlarında çalışan bedenleri besliyor, hane bütçesini piyasa gıda fiyatlarına karşı kısmen koruyor, kızılağaçlar toprağı ve suyu tutarak dik yamaçlarda çay üretiminin sürdürülebilirliğine zemin sağlıyor, odun ve kereste olarak yerel ekonomiye dahil oluyor. 

Diğer taraftan aynı bostanlar ve kızılağaçlar, çay monokültürünün tam anlamıyla tamamlanmasını engelliyor. Bostanlar yüksek biyoçeşitliliğe sahip gıda cepleri olarak yerel tohum pratiklerini, komşuluk ve paylaşım ilişkilerini canlı tutuyor, “köy demek bostan demek” cümlesi, köy tahayyülünün çaya indirgenemediğini gösteriyor. 

Kızılağaçlar, tüm kesimlere rağmen dere kenarlarında ve yamaçlarda geri gelebilen “arsız türler” olarak çayın yayılmasını sınırlayan fiziksel sınırlar çiziyor. Mezarlık ritüelleri, çocukluk oyunları ve manzara algısı üzerinden çay merkezli olmayan bir hafıza hattını koruyor. Bu çelişkili konum, kapitalist tarımsal rejimlerin sahada hiçbir zaman pürüzsüz ve eksiksiz işlemediğini anımsatıyor. 

Yerel ekolojiler ve toplumsal pratikler, hegemonik projelerle sürtünme içinde çatlaklar, aralıklar ve fazlalıklar üreterek var oluyor. Bostanlar ile kızılağaçlar, Doğu Karadeniz çay rejiminin bu çatlaklı doğasını açığa çıkaran ara mekanlar. Direniş, burada büyük kopuşlardan çok, uyumsuzluk, geciktirme, farklı ritimlerle yaşama ve homojenleştirici mantığa tam olarak uymama üzerinden işliyor.

Çay rejimini anlamak ve dönüştürmek için bakışı yalnızca çay tarlalarına değil, onların arasına ve kenarına yerleşmiş bu mekanlara çevirmek gerek. 

Bostanlar ve kızılağaçların gıda güvenliği, yerel tohum ve bilgi aktarımı, toprağın ve suyun korunması, belleğin ve duygulanımın sürekliliği açısından kritik roller üstlendiği, çay rejiminin emek, ekoloji ve ekonomi bakımından yeniden üretimine de eklemlendikleri açık. Bu diyalektik gerilim, çay üretimi için geliştirilecek önerilerin basit bir “ya çay ya bostan/kızılağaç” ikiliği üzerinden kurulamayacağını ortaya koyuyor. 

Burada mesele, çay üretiminin tamamen terk edilip edilmemesi değil, çayın hangi manzara içinde var olacağı. Sadece çay bitkisinden oluşan, heyelan riskini artıran, gıda egemenliğini zayıflatan, hafızayı tek bir yeşile indirgeyen bir manzara mı, yoksa çayın etrafında bostanların, dere boylarında kızılağaçların, yamaçlarda karma ormanların ve sofralarda yerel tohumların görünür olduğu çoğul bir peyzaj mı? 

Bostanlar ve kızılağaçlar, bu ikinci ihtimalin vazgeçilmez parçaları. Onları ciddiye almak, yalnızca geçmişin izlerini korumak değil, iklim krizi, gıda adaletsizliği ve ekolojik yıkım çağında Doğu Karadeniz’in geleceğini ciddiye almak demek. 


[1] Çay üretimi, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde; yüzde 67’si Rize olmak üzere Trabzon, Artvin ve Giresun illerinde, 810 bin dekar alanda 209 bin yaş çay üreticisi tarafından yapılıyor. Yıllık 1 milyon 300 bin tonu aşan yaş çay üretimiyle Türkiye, dünya çay tarım alanlarının büyüklüğü bakımından sekizinci, yaş çay üretiminde ise beşinci sırada (Tarım ve Orman Bakanlığı, 2025).

[2] Çay yetiştirilmesi konusunda 1917 yılında dönemin Halkalı Ziraat Okulu mühendislerinden Ali Rıza Erten’in hazırladığı Şimali Şarki Anadolu ve Kafkasya’da Tetkikatı Ziraiye başlıklı rapor, Batum’un iklim ve toprak özelliklerinin Rize ve dolaylarına benzer olduğunu ve Batum’da yetiştirilen çay, narenciye ve bambunun söz konusu çevrelerde ekilebileceğini belirtmiş. 

[3] Çayın tek tip üretim mantığı bölgenin ormanla kurduğu ilişki, bostan kültürü ve küçük ölçekli geçimlik tarımla çatışıyor. Bunun en görünür ifadesi, 1924 tarihli 407 sayılı kanunda çalılık ve kızılağaçların sökülerek fındık, narenciye ve çay fidanlarının dikilmesinin “mecburi” tutulması. 

[4] Hasan Özyurt’un 1989 yılında yayımlanan Türkiye’de Çay Tarımının Yarattığı Sosyoekonomik Etkilerin Ölçümü başlıklı çalışması, Doğu Karadeniz’de çay tarımının ilk denemelerinin olumlu sonuç vermesinin ardından çayın hızla genişlediğini, aynı dönemde başta mandalina olmak üzere meyve ağaçları, fındık, mısır ve hububat üretiminde belirgin azalmalar yaşandığını ve bu azalmanın en çarpıcı biçimde Rize’de görüldüğünü vurguluyor (Özyurt, 1989). 

[5] Doğu Karadeniz’de çay üretiminin yoğunlaştığı Rize, Trabzon, Artvin ve Giresun’da toplam tarım alanı yaklaşık 3,46 milyon dekar. Bunun yüzde 24’ü (810 bin dekar) çay tarımına ayrılıyor. TÜİK verilerine göre Rize’de toplam tarım alanının yaklaşık yüzde 95’i, Artvin’de yüzde 30’u, Trabzon’da yüzde 16’sı, Giresun’da ise yalnızca yüzde 1’i çaylık olarak kullanılıyor. 

[6] 1940 tarihli 3788 sayılı Çay Kanunu ile birlikte çay tarımında kimyevi gübre kullanılması düzenlenir ve ilerleyen tarihlerde kimyevi gübre çay tarımın önemli bir girdisine dönüşüyor. 

[7] Rize özelinde yapılan güncel değerlendirmeler, il sınırları içinde 229 maden ruhsatı bulunduğunu ve bu ruhsat sahalarının ilin yüzölçümünün yaklaşık yüzde 82’sine karşılık geldiğini ortaya koyuyor (Ataman, akt. BirGün).