Bu analiz, İsrail ile İran arasında yaşanan 12 Gün Savaşı öncesi ve sonrasındaki bölgesel dinamikleri ele alıyor; savaşın Türkiye açısından yarattığı fırsatları ve zorlukları değerlendiriyor. Analizde, İran’ın zayıflamasının ardından Türkiye ile İsrail’in bölgesel stratejik dengede başlıca rakipler olarak öne çıktığı ileri sürülüyor. Bu rekabetin tırmanma riski taşıdığı başlıca alan ise Suriye olarak öne çıkıyor.
Christopher Phillips, Ortadoğu bölgesel siyasetinin neredeyse her on yılda bir yeni parametrelere, değişimlere, ayrışma çizgilerine ve baskın ideoloji/kimliklere sahne olduğunu öne sürmektedir. 2000’li yılların ilk on yılı, 11 Eylül saldırıları, Irak’ın işgali ve Arap dünyasının İran karşısındaki kilit başkenti Bağdat’ın düşüşüyle şekillendi. Bu on yıl, İran’ın bölgedeki gücünün artışına ve diğer iki Arap olmayan aktör olan Türkiye ile İsrail’in etkisinin yükselmesine tanıklık etti. Aynı zamanda şiddet yanlısı devlet dışı aktörlerin bölgedeki rolü arttı, mezhebi kimlikler üzerinden yeni ayrışmalar oluştu ve İran ile Suudi Arabistan’ı karşı karşıya getiren bir “Yeni Ortadoğu Soğuk Savaşı” ortaya çıktı.
2010’lu yıllarda ise bölge halk ayaklanmaları ile sarsıldı. Başlangıçta değişim umudu yaratan bu gelişmeler, zamanla yeni bir otoriterleşme dalgası ve iç savaşlarla sonuçlandı. Çok katmanlı ve çok aktörlü bir savaş olan Suriye iç savaşı, bölgesel ve uluslararası rekabetin merkezi hâline geldi. İran’ın nüfuzunun büyümesinde kritik bir rol oynadı; Tahran ve ona bağlı silahlı gruplar Esad rejimiyle birlikte savaşarak rejimin ayakta kalmasını sağladı ve dolayısıyla Hizbullah’ın Lübnan’daki gücünü de daha da artırdı.Savaş boyunca Esad karşıtı pozisyonuyla öne çıkan Türkiye, Suriyeli muhalifleri ve mültecileri ağırladı; ve 2016 sonrası Suriye’ye doğrudan askerî müdahalede bulundu. Öte yandan, İran’ın artan etkisini giderek daha ciddi bir tehdit olarak algılayan İsrail, bu nüfuzun sınırlandırılması için Körfez monarşileriyle iş birliği yapabileceği ortak bir zemin buldu.
2020’li yıllar ise “normalleşmiş bir Ortadoğu” umuduyla başladı. Suriye’de kırılgan bir denge kurulması ve ardından ülkenin Arap Ligi’ne yeniden entegre edilmesi, Türkiye’nin Müslüman Kardeşler’e verdiği desteği bırakıp Mısır ve Körfez ülkeleriyle ilişkilerini onarması, İbrahim Anlaşmaları’nın imzalanmasıyla İsrail’in Bahreyn, BAE, Sudan ve Fas’la normalleşmesi ve İran-Suudi Arabistan diplomatik yakınlaşması gibi gelişmeler erken 2020’lerin belirleyici eğilimini “normalleşme” hâline getirdi.
Ancak bu dönem uzun ömürlü olmadı. İbrahim Anlaşmaları kapsamında İsrail’in Körfez ülkeleriyle ile normalleşme zemini hala korunuyor olsa da, 7 Ekim Hamas saldırılarının ardından bölge yeni bir çatışma sarmalına sürüklendi ve 2000’li yılların üçüncü on yılı da savaş temasıyla şekillenmeye başladı. Şu ana kadar gelişen bölgesel dinamikler, Filistin meselesinin geri plana itilmesi pahasına İsrail’in yükselişine, İran ve müttefiklerinin zayıflamasına ve bunun Türkiye’nin bölgesel rolünü sınayan gelişmelere sebep olabileceğine işaret ediyor. Bu bağlamda, Haziran ayındaki İsrail-İran savaşı (12 Gün Savaşı) İran ve müttefikleri, İbrahim Anlaşmaları vesilesiyle Körfez monarşilerinden aldığı destekle İsrail ve Katar’la sınırlı bir işbirliği içindeki Türkiye arasında yaşanmakta olan bölgesel liderlik mücadelesinin bir parçası olarak okunabilir.
Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki saldırısı sonrasında İsrail, İran ve onun vekil güçleriyle çatışmayı tırmandırmak için stratejik bir alan kazandı. 2024 yılı boyunca İsrail, İran’ın Suriye’deki varlığına ve Hizbullah’a yönelik nokta atışı operasyonlar düzenledi. Bu operasyonlar İran’ın doğrudan misillemelerine yol açtı. Kasım 2024’te Heyet Tahrir el-Şam öncülüğündeki muhalif gruplar Şam’a yürümeye başladığında, İran bu isyanı bastıracak güçten yoksundu ve sonuçta ülkedeki etkisini kaybetti. İsrail’in son saldırıları ise daha önce benzeri görülmemiş türdendi: İran’daki çeşitli nükleer, askerî ve enerji tesislerinin yanı sıra üst düzey generaller ve liderler doğrudan hedef alındı. Bu saldırılar, İran’ın bölgesel nüfuzunu çökertmeye yönelik son bir hamle, ABD ile olası bir yeni nükleer anlaşma ihtimalini ortadan kaldırma ve Tahran’ı hem bölgesel hem küresel düzeyde yalnızlaştırarak rejim değişikliğine zemin hazırlama çabası olarak yorumlandı.
İsrail İran savaşında Türkiye’nin pozisyonu ve olası fırsatlar
İsrail’in İran’a yönelik saldırısının başlamasıyla birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan, X hesabından yaptığı paylaşımda Netanyahu hükümetinin “pervasız, saldırgan ve hukuk tanımaz eylemlerinin Ortadoğu’yu ve dünyayı felakete sürükleme gayretinde olduğunu” belirtti ve Türkiye’nin “bölgede daha fazla kan, yıkım ve çatışma” görmek istemediğini vurguladı. Öte yandan ABD Başkanı Trump ile de iyi ilişkilerini sürdürmek isteyen Erdoğan uluslararası toplumu “küresel ve bölgesel istikrarı hedef alan İsrail eşkıyalığını durdurmaya” çağırırken ABD’nin İran’a yönelik hava saldırılarını doğrudan kınamaktan kaçındı.
Trump’ın yeni döneminin başından bu yana Türk-Amerikan ilişkileri ivme kazanmış durumda. Türkiye’ye yeni atanan ABD Büyükelçisi Tom Barrack, aynı zamanda Türkiye’nin büyük önem atfettiği Suriye Özel Temsilciliği görevini de yürütüyor. Büyükelçinin Türkiye’ye F-35 satışı ihtimaline ve yıl sonuna kadar CAATSA yaptırımlarının kaldırılabileceğine dair açıklamaları, Ankara’nın Washington’la ilişkilerinde yeni bir sayfa açma isteğini de yansıtıyor. Bu bağlamda, ABD’yi açıkça eleştirmemek, Erdoğan’ın İran ile ABD arasında potansiyel bir arabuluculuk rolü oynamasına olanak sağlayabilir. Böyle bir rol, sadece Erdoğan’ın imajını değil Türkiye’nin küresel konumunu da güçlendirecektir ve bu sayede iç politikada destek toplamak için de kullanılabilir.
Türkiye, uzun süredir İran’ı ve onun bölgesel vekil ağını dikkatle takip etmekteydi. Son on yılda iki ülke özellikle Suriye sahasında bir nüfuz mücadelesi yürütmelerine rağmen, enerji ve ticaret gibi alanlarda seçici işbirlikleriyle kırılgan bir denge kurmuşlardı. Bu nedenle İran’ın bölgesel pozisyonundaki zayıflama, Ankara açısından stratejik bir kazanç olarak görülüyor. Türkiye, aynı zamanda nükleer silahlara sahip bir İran ihtimalinden de kaygı duyuyordu; çünkü bunun bölgedeki güç dengelerini net bir şekilde Tahran lehine değiştirebileceğini düşünüyordu. Bu açıdan İran’ın nükleer programının sınırlandırılması, Türkiye’nin çıkarlarıyla örtüşüyor. Böyle bakıldığında, her ne kadar son bombalamalar İran’ın nükleer kapasiteye ulaşma motivasyonunu artırabilecek olsa da, kısa vadede İran’ın etkisinin zayıflamış olması, Türkiye’nin bölgesel pozisyonunu güçlendirdi.
Öte yandan İsrail de bu çatışmalarla birlikte, İran kadar olmasa da, kendi gücünün sınırlarını görmüş oldu. İran’ın nükleer tesislerine ağır darbeler vurulmuş, ABD’nin desteğiyle yürütülen bombalamalar eşliğinde operasyonlar düzenlenmiş olsa da, İran’ın nükleer altyapısında ne düzeyde bir tahribat yaratıldığına dair kesin bir bilgi bulunmamakta. Buna karşın İran da İsrail’i hedef alarak bazı merkezleri vurdu, ayrıca İsrail’in İran’da rejim değişikliğine dönük stratejisinin başarısız olduğu da görüldü. İsrail’in sınırlarının da açığa çıkması, Türkiye’nin bölgesel stratejik hesapları açısından önemli bir unsur olarak sayılabilir.
Zayıf bir İran, Türkiye’nin lehine mi?
The National Interest dergisinde yayımlanan bir makalede, Türkiye’nin zayıf ve bölünmüş bir İran görmeyi tercih edeceğini öne sürülüyor. Ancak bu iddiaya, şüpheyle yaklaşılmalı. Zira İran’ın -ve dolayısıyla bölgesel müttefiklerinin- zayıflaması, Türkiye’nin bölgesel güç projeksiyonu açısından avantaj sağlayabilirken; İran’ın bölünme senaryosu da ciddi riskler barındırıyor. En başta, bu durum İran’daki Kürt grupları güçlendirebileceği ve bu grupların özerklik taleplerini körükleyebileceği için Türkiye’nin stratejik çıkarlarına doğrudan bir tehdit oluşturuyor. Özellikle PKK’nın silahsızlanma sürecinin sürdüğü ve iç politikada “Terörsüz Türkiye” sürecinin son derece kırılgan ilerlediği bir dönemde, bölgedeki Kürtlerin kazanılabileceği yeni bir ivme Ankara açısından son derece sorunlu olabilir.
Her ne kadar savaş sona ermiş olsa da, çatışmanın uzaması Türkiye açısından sınır ötesi tehditler yaratabilirdi. İran’da yaşanabilecek olası bir istikrarsızlık, petrol fiyatlarının artmasına ve Türkiye’ye yönelik doğalgaz akışının sekteye uğramasına yol açabilir. Bu ise halihazırda kırılgan bir yapıya sahip olan Türkiye ekonomisi için ciddi bir risk demek. İran, Türkiye’nin doğalgaz ihtiyacının yaklaşık yüzde 13,5’ini karşılıyor ve buradaki herhangi bir aksama, ekonomik istikrarı ciddi biçimde etkileyebilir. Çatışmanın uzaması ayrıca, İran’dan Türkiye’ye olası mülteci akınları konusunda da endişeler yaratırdı. Bu durum, hâlihazırda Türkiye’deki milyonlarca Suriyeli sığınmacıya dair yürütülen tartışmalar ve geri dönüş programları sürerken, ekonomik ve toplumsal baskıyı daha da arttırabilirdi.
Kürecik radar üssü
Savaşın başlamasıyla birlikte, 2012’den bu yana faaliyette olan ve ağırlıklı olarak İran kaynaklı tehditlere karşı Ortadoğu’dan gelen sinyalleri toplayan NATO kontrolündeki Kürecik Radar Üssü üzerine hararetli bir tartışma da başladı. Tartışmalar iki başlık etrafında yoğunlaştı: İlki, radar üssünün Türkiye topraklarında bulunmasının İran tarafından bir saldırı gerekçesi oluşturup oluşturmayacağı sorusuydu; ikincisi ise, Kürecik’ten toplanan istihbaratın savaş sırasında İsrail’le paylaşılıp paylaşılmadığı ve bu sayede İran’dan gelen füzelere erken uyarı sistemiyle müdahale edilmesine katkı sağlanıp sağlanmadığıydı.
Burada ilk sorunun cevabı görece net sayılabilir: Kürecik, doğrudan ABD’ye ait değil, NATO’ya ait bir sistem; dolayısıyla olası bir saldırı NATO’nun 5. Maddesini ve kolektif savunma mekanizmasını devreye sokacak bir zemin oluştururdu. Bu da İran’ın göze almak istemeyeceği bir durum. Bu nedenle, İran’ın Kürecik’e doğrudan saldırması son derece düşük bir ihtimal olarak değerlendirilebilir.
Ancak ikinci sorunun cevabı daha karmaşık. Ankara, savaş boyunca Kürecik’in İsrail’in çıkarlarına hizmet ettiğine dair iddiaları resmî olarak yalanladı. Aslında Kürecik’in kurulduğu günden bu yana, İran’a dair istihbaratın İsrail’le paylaşılıp paylaşılmadığı yönünde tartışmalar zaman zaman gündeme geldi. Buna karşın hem Ankara hem de NATO yetkilileri, sistemin yalnızca NATO üyelerinin güvenliğine hizmet ettiğini, üçüncü taraflarla – özellikle İsrail’le – bilgi paylaşımının söz konusu olmadığını farklı zamanlarda defalarca vurguladı.
Buna rağmen, son savaşta ABD’nin İran’a yönelik düzenlediği hava saldırılarında Kürecik’ten elde edilen istihbaratın kullanıldığı ve bu durumun dolaylı biçimde İsrail’in çıkarlarına hizmet ettiği yorumlanmıştır. Muhalefet, Türkiye’nin dolaylı yoldan İsrail’in savunmasına katkı sağladığını savunarak hükumeti eleştirmiştir.
Yeniden sekillenen bölgesel rekabet
12 Gün Savaşı ile birlikte İran’ın bölgedeki gücü daha da zayıflarken, Türkiye kendini İsrail’le artan bir rekabetin içinde buldu. Türkiye, İsrail’in bölgedeki güç kazanımını bir tehdit olarak görürken; İsrail de Türkiye’nin artan rolü karşısında açıkça endişelerini dile getirmeye başladı. Özellikle Esad rejiminin çöküşü ve Şara liderliğindeki geçici hükümetin kurulmasının ardından, İsrail’de “Türkiye’nin bölgesel yayılmacılığına karşı ‘şimdi değilse ne zaman?’” tonunda daha sert uyarılar yükseldi. Türkiye’nin yükselinin yarattığı “tehdide” karşı İsrail parlamentosu Knesset’in, İsrail liderliğini harekete geçme ve politika üretecek araçlarla donatma yönündeki çağrıları ve çeşitli çatışma senaryoları, İsrail basınında yaygın şekilde yer aldı.
Türkiye ile İran arasında paralellik kuran analizler de giderek yaygınlaştı. Michael Rubin, Türkiye’nin “yerli savunma sanayisi, sivil görünümlü nükleer programı ve Hamas ile Hizbullah’a verdiği destekle terörü sponsorluk düzeyine taşıyan dış politikası”yla İran’la benzerlik gösterdiğini iddia etti. Bu unsurların “İsrail karşıtı söylemlerle birleşerek tehlikeli bir paralellik yarattığını” savunan Rubin, Batı’ya “Türkiye’den gelebilecek potansiyel tehdidi göz ardı etmeme” çağrısında bulundu. Türkiye tarafındaki analizler de İsrail’i sınırlamaya dönük bir çerçeve ihtiyacına işaret etti. Murat Yeşiltaş, “gerilimi azaltmaktan ziyade artırmaya dayalı bir stratejik akılla hareket eden İsrail gibi aktörleri sınırlamak için önleyici çerçevelerin” uygulanması gerektiğini belirtti. Ancak, iyi bilindiği üzere, askerî güçle desteklenmediklerinde bu tür çerçevelerin etkili olması mümkün gözükmüyor.
Her ne kadar Türkiye ile İsrail arasında olası bir çatışma fikri kamuoyunda ve analizlerde sıkça dillendirilse de, iki ülkenin doğrudan birbirini hedef alan bir saldırıya girişmesi hâlâ düşük bir ihtimal. Birincisi, böyle bir askerî çatışma NATO’yu doğrudan işin içine çeker. İsrail’in Türkiye’ye saldırması durumunda, Ankara da NATO’nun 5. Maddesini devreye sokabilir. Tersine, Türkiye’nin İsrail’e saldırması durumunda da İsrail, Türkiye’nin NATO’dan çıkarılması için ABD’ye baskı yapacaktır. Ve her iki senaryo da ittifakın geleceği açısından ciddi riskler gündeme getirir.
İkincisi, bölgesel düzlemde zaten hassas olan dengeler içinde iki önemli müttefikin çatışması ABD’nin çıkarlarına aykırı olacağından Washington’un böyle bir çatışmayı önlemek için devreye girmesi yüksek ihtimaldir. Üçüncüsü, iki ülke birbirinin toprak bütünlüğünü de doğrudan tehdit etmemektedir. Geçtiğimiz yıl Erdoğan her ne kadar “Hamas, Gazze’de Anadolu’nun ileri hat savunmasını yapıyor” diyerek Hamas’ın Türkiye’yi de hedef alan İsrail yayılmacılığına karşı direndiğini öne sürse de, somut olarak iki ülkenin karşılıklı bir toprak tehdidi söz konusu değildir.
Ayrıca Türkiye kamuoyunda İsrail’le doğrudan bir savaşa destek de sınırlıdır. IstanPol’un yakın tarihli Türkiye kamuoyu araştırmasına göre, katılımcıların yalnızca yüzde 37’si Türkiye’nin İsrail politikasının Filistin halkının yararına olduğunu düşünürken; yüzde 40’ı Türkiye’nin bu konuda ulusal çıkarlarını ve güvenliğini öncelemesi gerektiğini belirtmiştir. Bölgesel diplomasi ve arabuluculuğa öncelik verilmesini savunanların oranı ise yüzde 26,1 olarak kaydedilmiştir. Her ne kadar geçtiğimiz nisan ayında Türkiye ile İsrail’in Suriye özelinde gerilimi azaltmak için yürüttüğü görüşmeler önemli bir gelişme olarak değerlendirilse de, taraflar arasındaki gerilimin sürmesi hâlinde olası bir çatışmanın yaşanabileceği başlıca alanın da Suriye sahası olacağı öne sürülebilir.
Ortadoğu'da yeni güç dengesi
12 Gün Savaşı, Suriye devletinin ve yeni yönetimin zayıflığını da gözler önüne serdi. İran-İsrail Savaşı’nda taraf olmaktan çekinen Şam, çatışmanın içine çekilme endişesiyle herhangi bir pozisyon almaktan kaçındı ve iki zorluk arasında sıkıştı. Bir yandan, Suriye’nin yeni yöneticileri İran’a karşı bir sempati beslemiyor; zira on yılı aşkın süredir İran ve müttefikleriyle savaştılar ve Tahran’ın bölgesel gücünün gerilemesini arzu ediyorlar. Öte yandan, İsrail’in aşırı güç kazanması da rejim üzerindeki baskıyı artıracağından, özellikle Golan Tepeleri ve son bir yılda etrafına inşa edilen yeni yerleşimler bağlamında, endişe duyuyorlar. Bu açıdan İran’ın zayıflaması, şimdiye dek Şam’ın çıkarlarına hizmet etti.
Geçici Şam hükümeti, 8 Aralık’tan bu yana İran’ın rolünü sınırlamaya çalışıyor. Suriye’nin güneyinde, özellikle Lübnan sınırından Hizbullah’a giden silah sevkiyat hatlarının kapatılması yönündeki girişimlerde belirli ölçüde başarı sağlandı. Mayıs ayında Humus’tan gelen haberler, bazı askerî operasyonların tedarik zincirini sekteye uğrattığını ortaya koydu. Ayrıca, savaş sırasında sosyal medyada paylaşılan görüntülerde, Suriyeli yetkililerin Hizbullah’a gönderilmekte olan silahlara el koyduğu görüldü. Ancak Suriye’nin kuzeydoğusunda İran bağlantılı grupların etkisi hâlâ yüksek. Özellikle “İran İslam Direnişi” adlı grubun ABD üslerine düzenlediği saldırılar, İran’a bağlı yapıların bu bölgede hâlâ faaliyet gösterdiğini ortaya koyuyor.
İran’ın Suriye’deki etkisi gerilerken, ülke Türkiye ile İsrail arasındaki artan rekabetin merkezi haline gelmiş durumda. Yıllardır Suriyeli muhalefete destek veren ve yönetimdeki yeni liderlerlerden bazılarıyla yakın ilişkileri olan Türkiye, 8 Aralık sonrası dönemde Suriye’de kendisi için önemli bir alan oluştuğunu gördü. Öte yandan İsrail de yeni rejim karşısında fırsatlar kovaladı; Golan çevresindeki kontrolünü arttırmayı ve Suriye’deki Dürzi azınlıkla ilişkilerini güçlendirmeyi hedefledi. İran’ın rolünü ve silah rotalarını sınırlandırma yönündeki Şam’ın tutumunu destekleyen İsrail, Türkiye’nin Suriye’deki rolünü ve etkisini ise yakından izliyor. Nisan ayında Türkiye’nin bölgede askerî üs kurma planlarını bir “kırmızı çizgi” ilan eden İsrail, Ankara’nın Suriye’nin siyasi altyapısının inşasında aktif rol alma, savunma ve güvenlik sektörlerine müdahil olma, ekonomik ve ticari ilişkileri geliştirme, yaptırımların kalkması sonrası yeniden inşa süreçlerine katılım gibi hedeflerine set çekmeye çalışıyor. Türkiye ile İsrail arasında Suriye bağlamında gerilimi azaltmak için görüşmeler yapılmış olsa da, Suriye sahası doğrudan bir savaş değilse bile karşılaşma potansiyeli barındıran bir zemin olmaya devam ediyor.
Son gelişmeler, 12 Gün Savaşı sonrası İsrail ile Suriye arasında bir barış anlaşması için görüşmelerin hız kazandığına işaret ediyor. İran’ın ve Hizbullah’ın zayıflaması, bu açıdan Türkiye’yi İsrail-Suriye normalleşmesinin karşısındaki başlıca aktör hâline getiriyor. İsrail’den gelen haberler, Türkiye ile yaşanan rekabetin bu barış arayışında temel itici unsurlardan biri olduğunu gösteriyor. Esad rejiminin devrilmesinin ardından İsrail, 1974 tarihli saldırmazlık anlaşmasını geçersiz ilan etti ve Golan çevresindeki yerleşimlerini genişletti. İki ülke arasında görüşmelere dair bilgiler, İsrail’in Golan Tepeleri’nin kendisine ait olduğu konusunda ısrar ettiğini gösteriyor ki bu, Şam tarafından kabul edilmesi muhtemel olmayan bir talep. Suriyeli yetkililerden talep edilenler arasında şunlar da var: Ülke içinde Türk askerî üssüne yer verilmemesi, İran ya da Hizbullah varlığına izin verilmemesi ve Şam’ın güneyinde, Golan’a yakın bölgelerde askerî konuşlanma yapılmaması. Ancak böyle bir anlaşma, yeni rejimin meşruiyetini ciddi şekilde riske atabilir. Buna karşın İsrail, Direniş Ekseni’nin ciddi biçimde zayıfladığı bu dönemde Suriye ile anlaşmak için bir fırsat penceresi yakaladığını düşünüyor.
Ancak, İsrail’in 16 Temmuz’da Şam’daki Savunma Bakanlığı’nı hedef alan ve Suveyda’daki Dürzi topluluğuna destek gerekçesiyle düzenlediği saldırılar, en azından geçici olarak barış görüşmelerini riske atmış görünüyor. Bu gelişmeler, İsrail’in Suriye’deki stratejik çıkarları ve bunların Türkiye’ye etkisi konusunda da kritik sorular doğuruyor. 16 Temmuz’daki saldırılardan önce, Suveyda’da Dürziler ile Bedevi aşiretler ve Suriye ordusu arasında çatışmalar yaşanmış, Şam yönetimi sahada Dürzi sivillere yönelik infazlar gerçekleştirmekle suçlanmıştı. İsrail’in bombardımanları, sadece İsrail ordusuna katılan Dürzilere olumlu bir mesaj vermekle kalmayıp, aynı zamanda Suriye ordusunun güneydeki varlığını engelleme amacını da taşıyor. Diğer taraftan bu saldırılar, İsrail’in yeni rejimi zayıf tutarak kendi şartlarını kabul ettirmeyi hedeflediğini gösteriyor.
Bu durumun Türkiye’nin çıkarlarına iki açıdan aykırı olduğu söylenebilir: Birincisi, Türkiye’nin Suriye tahayyülünde işleyen, bütüncül, merkezi bir devlet var. Zayıf bir Suriye, Türkiye’nin güney sınırında daha fazla istikrarsızlık anlamına geliyor. Şam, İsrail’in planlarına daha açık hâle gelebilir ve güneydeki kontrolü kaybederek güçlü bir merkezi yapı kuramaz. İkincisi, zayıf bir Suriye devleti, Kürt grupların devlet yapısına ve merkezi orduya entegre edilmesinde başarısız olabilir. Bu da Türkiye’nin PKK ile yürüttüğü “barış süreci” açısından ciddi sorunlar yaratabilir.
12 Gün Savaşı, Türkiye açısından özellikle İsrail’le ilişkilerde yeni gerilim alanları yarattı. Suriye’yi dış politikasının merkezine alan Türkiye bölgede etkisini artırmak için elinde hangi araçların bulunduğunu yeniden değerlendirmeli ve İsrail’in bölgesel rolünü sınırlamak istiyorsa, İsrail-Suriye normalleşmesini nasıl engelleyebileceğini stratejik olarak düşünmelidir. Ayrıca Türkiye, sınır kapılarının açılması, ekonomik iş birlikleri, güvenlik konseyleri kurulması ya da konut inşası gibi vaatlerin ötesine geçerek, yeni Ortadoğu’nun ihtiyaçlarına uygun bir strateji de geliştirmelidir. Zira yeni bölgesel düzlem aktörlerin giderek esnek ittifaklar kurduğu, çok katmanlı ilişkiler inşa ettiği ve ilişkilerini hem sert hem yumuşak güç unsurlarıyla sürdürmekte olduğunu gösteriyor.
Bu makale, Heinrich Böll Stiftung ile IstanPol'ün ortak projesi kapsamında kaleme alınmış ve ilk olarak IstanPol internet sitesinde yayınlanmıştır. Metinde ifade edilen görüşler yazara aittir.