Avukat Tunçay Koç: “Çevreye duyarlı turizm ve atık yönetiminde sınıfta kaldık”

Söyleşi

Yıllardır çevre davalarında avukatlık yapan Tunçay Koç'a göre, orman ve su gibi geleceğimiz için hayati öneme sahip varlıklar, özelleştirme politikaları nedeniyle tükeniyor. Gerekli önlemler alınmadığı takdirde, küresel iklim krizinin etkileriyle çok daha erken yüzleşme riskiyle karşı karşıyayız.

Okuma süresi: 8 dakika
2023 yili Kemer'de orman yanginlari
Teaser Image Caption
2023 yılının Temmuz ayında Kemer'de orman yangınları sırasında turizm faaliyetleri aynı hızla devam etmişti.

Türkiye’de yasa dışı ve doğal çevreyi tahrip eden turizm yatırımlarına karşı mücadelenin uzun bir geçmişi var. Aktivistler, bir yandan mevcut yasal düzenlemelerin çevre ve ekoloji lehine geliştirilmesi için çalışırken, diğer yandan da kuralları ihlal eden ve çevreye zarar verenlere karşı hukuki mücadele veriyor.

Türkiye’de doğal ve tarihi alanların korunmasına ilişkin hukuki çerçeve, koruma mekanizmaları ve çevre aktivistlerini ilgilendirebilecek diğer hukuki konular hakkında avukat Tunçay Koç ile konuştuk.

Tunçay Koç, 1996 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Uzun yıllar Antalya Barosu Çevre ve İmar Kurulu’nda görev aldı. Ardından Türkiye Barolar Birliği Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu’nda çalıştı.

Hâlihazırda, Çevre ve Ekoloji Hareketi Avukatları (ÇEHAV) ile Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi.

Tuncay Koç portrait
Lawyer Tuncay Koç

Türkiye genelinde çevreye duyarlı turizm politikalarının mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Turizmin gelişimi ve çevre koruma açısından mevcut mevzuat ne halde?

Aslında turizm ve çevre politikaları birbiriyle çelişen iki alan. Turizm, insan merkezli bir faaliyet; gezip görmeye, ziyaret etmeye dayalı. Bu da doğal ya da tarihi/arkeolojik alanların daha fazla insan etkisine maruz kalması demek. Bunun sürdürülebilir olabilmesi için, turizmin doğal ve kültürel alanlar üzerindeki etkisinin asgariye indirilmesi lazım. Ne yazık ki ülkemizde bu yapılmıyor; bu alanlar turizm faaliyetlerinden olumsuz etkileniyor. Şunu net ifade etmeliyim, biz çevreye duyarlı bir turizm anlayışı geliştiremedik ve atık yönetimi konusunda da sınıfta kaldık. Türkiye’de tarihi, arkeolojik ya da doğal alanların geleceğine değil, turistik alanların konforuna öncelik tanınıyor.

Mevzuata gelirsek, bu alanda tek bir yasal düzenlemeden söz edemeyiz. Uygulanması gereken temel bir Çevre Kanunu var. Bunun dışında Orman Kanunu, Milli Parklar Kanunu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, turizm tesislerine dair özel yönetmelikler gibi birçok düzenleme mevcut. Yani konuya ilişkin çok sayıda yasa ve yönetmelik var; fakat bunların bütüncül ve entegre bir şekilde uygulanmasında ciddi sorunlar yaşanıyor.

Antalya özelinde, özellikle Antalya-Finike hattında nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz?

Antalya’nın batısı, doğusuna göre çok daha fazla koya sahip; doğal zenginlik açısından da daha şanslı. Ayrıca Phaselis gibi antik kentler de bu bölgede. Özellikle Kemer-Kumluca hattında çok sayıda plaj ve otel var. Burada kıyı kullanımında deniz ve plaj odaklı bir turizm anlayışı hâkim. Ama plajların büyük kısmı otellere ya da özel işletmelere tahsis edilmiş durumda. Yerel halkın bu alanlardan ücretsiz faydalanması her geçen gün daha da zorlaşıyor.

Oysa Kıyı Kanunu, kıyıların kamunun hüküm ve tasarrufu altında olduğunu açıkça ifade eder. Ancak devlet, bu tasarruf hakkını özel işletmeler lehine kullanıyor. Bunun da toplumsal bedeli yüksek. Diğer yandan, denizi koruyacak yeterli altyapının olmadığını görüyoruz. Kumluca-Finike hattı ise geniş tarımsal alanlara ev sahipliği yaptığı için turizm burada çok gelişmemiş durumda.

Turizmin gelişmeye başladığı ilk yıllara kıyasla durum iyiye mi gitti kötüye mi? Bugün çevre bilinci daha yüksek diyebilir miyiz?

Bu sorunun cevabı bakış açısına göre değişir. Turizm açısından bakarsanız yatak kapasitesi ve turizm gelirleri çok arttı. Geçtiğimiz yıl sadece Antalya’yı 16 milyon turist ziyaret etti. Bu çok yüksek bir rakam ve sektör açısından olumlu.

Ancak aynı zamanda doğal çevre tahrip edildi. Son 40 yılda Türkiye'nin toplam orman alanının yüzde 3,5'i enerji, madencilik ve turizme tahsis edildi. Antalya’daki büyük otellerin çoğu ormanlık alanlara inşa edildi. Bu ekosistemi yok ediyor. Aynı zamanda doğal çevreye taşıma kapasitesinin üstünde bir yük bindiriyor. Otel havuzları ve golf sahaları için çekilen yeraltı suları sebebiyle, su bulmak için daha derinlere inmek gerekiyor.

Geçmişe kıyasla çevre bilincinin arttığını söyleyebiliriz. Ancak Türkiye’de hâlâ antroposantrik bir turizm anlayışı hâkim. Gerekli önlemler de alınmadığından ekosistem hızla bozuluyor.

2002'den bu yana, yani AKP iktidara geldiğinden beri kalkınma ve çevre politikalarında nasıl gözle görülür değişiklikler oldu? Ya da mesela, 2019'da Antalya AKP'den CHP'ye geçtiğinde bir değişim gözlendi mi? 

AKP iktidarı doğal ve kültürel varlıkları yalnızca birer kaynak olarak görüyor. Bu nedenle kısa ve orta vadede bu varlıkları paraya çevirmek istiyor. Bu da doğal çevrenin hızla tahribatına neden oldu. Tarihi ve kültürel alanlara yeterince önem verilmedi, yeterli koruma sağlanmadı. Neoliberal bakış açısı, bu alanlara tamamen para kaynağı gözüyle bakıyor. Bu yaklaşımla ekosistem ve tarihi korumak mümkün değil.

2019’da yerel yönetimin el değiştirmesi mühüm bir sonuç doğurdu: Yeni belediye başkanları devasa projelere girişmiyor. Bu nedenle ekosistem ya da kent altyapısı üzerinde büyük yeni yükler oluşmadı. Ama müthiş bir iyileşme de olmadı.

Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) süreçlerine bölgede ne kadar uyuluyor? ÇED süreçlerinin düzgün işlemesi için ne gerekli? 

Üzülerek söylemeliyim ki ÇED faaliyetleri yalnızca kağıt üzerinde yürütülüyor. Bu durum Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın açıkladığı ÇED istatistiklerinde de açıkça görülüyor. Bugüne kadar çok az sayıda olumsuz ÇED kararı verildi. Büyük projeler birçok küçük projeye bölünüyor, bu da ÇED gerektirmeyen kararlar çıkmasına neden oluyor. Bütün bu işlemler de yeterli ve liyakatli personeli olmayan valilikler eliyle yürütülüyor. Devlet, yetkisini korumacı ve sürdürülebilir bir anlayış yerine neoliberal bir perspektifle şirketler lehine kullanıyor. Öncelikle bu bakış açısının değişmesi lazım. Aksi takdirde Antalya’yı büyük bir susuzluk bekliyor.

WWF, Greenpeace gibi uluslararası STK'lar bölgede aktif mi? Yerel halk tarafından nasıl karşılanıyorlar?

Greenpeace’in Antalya’da bir faaliyeti yok. Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) özellikle Kaş bölgesinin korunması için uğraşıyor. Geçmişe kıyasla yerel halk böyle kuruluşlara daha sıcak yaklaşıyor. Elbette öncelikle yerel halkın güveninin kazanılması gerek, bu da her zaman kolay olmuyor. Ancak WWF, Kaş’ta bunu yapmayı başardı.

Antalya kıyılarıyla ilgili protestolarında başlıca aktörler kimler? Yerel halk mı, yoksa dışarıdan gelen aktivistler mi?

Antalya’da çevreye zarar verecek bir faaliyet protesto edilecekse, bunu mutlaka yerel halk yapar. Doğal çevrelerinin ekosisteminin zarar göreceğini düşünürlerse, mutlaka buranın yerlisi biri önderlik eder. Dışarıdan aktivist gelmez. Ancak çevre konusunda hassas kişiler zaman zaman protestolara destek veriyor.

Bölgede çevre hareketi güçlü mü? Daha çok lokal mi hareket ediyorlar, yoksa aralarında bir dayanışma var mı? 

Türkiye’de merkezi bir çevre örgütlenmesi yok ya da çok yetersiz. Protestolar tamamen yerelin gücüyle gelişiyor. Birkaç yıl önce Kaz Dağları’na yapılmak istenen altın madeni gündeme geldiğinde, binlerce kişi oraya giderek protestoya katıldı. Bu biraz da medyada görünürlükle ilgili. Yine Muğla’daki Akbelen ormanlarının kesilmesine karşı birçok kişi kendi imkânlarıyla bölgeye gitti. Antalya’da da yerel halk kendi gücüyle harekete geçiyor. Örneğin Phaselis’te yapılmak istenen inşaatlara bölge halkı karşı çıktı. Ancak dışarıdan birçok arkeolog da projeye karşı görüş açıkladı.

Gelecekteki planlama süreçlerine sivil katılım ne kadar mümkün? Özellikle de tüm yetkiler bakanlıkta toplanmışken... 

Merkeziyetçilik, yerel demokrasi açısından iyi bir yol değil. Bölgeyi bilmeden alınan kararlar başka sorunlar doğuruyor. Her türlü planlamada elbette yerel bileşenlerle birlikte hareket edilmeli. Ancak bu anlayıştan gittikçe uzaklaşıyoruz. Yerel dinamikler yalnızca seçim zamanlarında dikkate alınıyor ve sonrasında unutuluyor. Bu sağlıklı ve doğru bir yaklaşım değil.

Kamunun çevreyi korumada düştüğü eksikliği yerel halk, aktivistler ve sivil toplum telafi edebiliyor mu?

Son 10 yıldır insanlar doğalarını, tarihlerini, denizlerini ve ormanlarını kendi devletlerinden korumaya çalışıyor. Sokaklara dökülüyor, davalar açıyorlar. İnşaat sektörünün büyümesiyle çoğalan plansız taş ve mermer ocakları insanları isyan ettirdi. Orman ekosistemi tahrip oldu, yeraltı suları kirlendi. Isparta-Sütçüler bölgesi çok kötü durumda. Oradaki sedir ormanlarında bir maden ocağı açılmak isteniyor. Bölgede yaşayanlar karşı çıkıyor. Bölge boşsa ya da birlikte karşı çıkacak yeterli insan yoksa, madenler doğaya büyük zarar veriyor.

Turizmin gelişimi, özelleştirme ve soylulaştırma gibi pratiklerle sınıfsal bir mesele haline geldi denebilir mi? 

Dünya üzerindeki turistlerin çoğu, kendi ülkelerinin üst ve üst orta sınıfına mensuplar. Başka yerleri ve kültürleri tanımak güzel, ancak nereye gidersek gidelim karbon ayak izimizi de taşıyoruz. Bir turist, yerel halktan çok daha fazla su ve enerji tüketir, atık üretir. Bu insanların çevresel bir maliyeti var, ama idareler bunu dikkate almıyor. Sadece elde edecekleri turizm gelirine odaklanıyorlar. Türkiye’de de devletin böyle bir çabası yok. Antalya gibi turistik illerde mutlaka bir turizm vergisi olmalı. Bu vergi yerele aktarılmalı, altyapıyı güçlendirmek, atık bertarafı ve denizleri temiz tutmak için kullanılmalı.

Doğal ve tarihi varlıklar neoliberal bir bakış açısıyla değerlendirilmemeli. Kıyıların fiili özelleştirilmesi büyük bir sorun. Özelleştirme politikalarıyla birlikte geleceğin en önemli varlıkları olan orman ve su kaynakları kısa sürede yok oluyor. Önlem almazsak, küresel iklim krizinin etkilerini çok daha hızlı yaşayacağız.

Adil bir çevre politikası için neler yapılmalı?

Öncelikle bazı yasal değişikliklerle yerel halka yeni haklar tanınmalı. Örneğin Maden Kanunu. Eskiden ruhsatlandırma sürecinde il özel idareleri ve valilikler yetkiliyken, şimdi tüm yetki merkezi. ÇED yönetmeliğinde yer alan ve Aarhus Sözleşmesi ile güvence altına alınan bilgi edinme ve katılım hakkı hayata geçirilmeli. Türkiye’de yerel katılım toplantıları tamamen göstermelik ve şirketlerin çizdiği çerçevede yapılıyor. 

Belediye mevzuatında da yerel halkı harekete geçirecek düzenlemeler yapılmalı. Yerel halk karar süreçlerine dahil edilmeli. Bunun için açık ve şeffaf bir bilgilendirme süreci lazım. Yeni bir çimento fabrikası ya da otel inşaatından en son yerel halkın haberi oluyor. Açıklık ve katılımı sağlamak için hükümetin öncelikle yetkisini yerel halkla paylaşmayı kabul etmesi gerek. Bu da bir siyasal bir mücadele alanı.