Sınırlı ortaklıklar: Geç AKP döneminde Çin-Türkiye ilişkileri

shutterstock_1578059446

Son on yılda Çin’in, başta Kuşak ve Yol Girişimi (KYG) olmak üzere, gitgide daha etkin ve ısrarcı bir küresel aktör olarak sahneye çıkması, yeni oluşmaya başlayan post-liberal uluslararası düzeni şekillendiren en önemli faktörlerden biridir. ABD ile Çin arasındaki dev güç rekabetinin tırmanmasıyla küresel ilişkilerdeki muğlaklıklar da arttı, bunun sonucunda savaş sonrası liberal uluslararası düzen açısından temel arz eden yapısal sıkıntılar ortaya çıktı. Çin ve diğer büyük BRICS ekonomileri gibi yeni güç odaklarının sahnede belirmesi, bilhassa küresel güç dengelerinin Çin lehine yükselişe geçtiği 2008 yılındaki küresel mali krizin ardından Batı’nın hakimiyetini büyük oranda sarstı. Kimi akademisyenlerce “çok katmanlı dünya” olarak nitelenen mevcut uluslararası düzende, Pekin’in kuralları “hibritlik çağında” veya “iki-aradalıkta” Washington’ın kurallarına ciddi ciddi kafa tutmaya başladı. Mevcut bağlam içerisinde var olan bir başka önemli boyut da, yeni ortaya çıkan post-liberal uluslararası düzenin beraberinde getirdiği yeni siyasi-ekonomik peyzajın dünyanın dört bir yanında zuhur etmekte olan güçlere daha büyük bir manevra alanı açıyor olmasıdır. Dış politikada “stratejik özerklik” arzusu besleyen Türkiye de dahil olmak üzere, gitgide daha çok sayıda devletin, bir tarafta ABD önderliğindeki liberal demokrasiler ile diğer tarafta Çin ve Rusya arasında yaşanan büyük güç çekişmesinde “iki-arada” konumlandığını görüyoruz. Bu yazı, bahsi geçen bağlam çerçevesinde geçtiğimiz on yıl içerisinde Çin-Türkiye ilişkilerinde süregelen ekonomi politiği konu ediniyor.

Türkiye, Batı ile NATO ve AB üzerinden yürüttüğü kurumsallaşmış ilişki ve Ortadoğu, Balkanlar ve benzeri komşu bölgelerde giderek genişleyen nüfuz alanı ile hem bölgesel hem de küresel olarak orta güç konumunda bulunan, gelişmekte olan önemli bir devlet. Bugün iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ilk yıllarında ülke, ekonomi ve demokratikleşme alanlarında AB’nin ve IMF ve Dünya Bankası gibi başlıca Washington kurumlarının etkisi altında büyük reformlara imza atmıştı. Ancak 2010’ların başından itibaren Küresel Güney’le olan ilişkilerini genişleterek kendisini uluslararası alanda yeniden konumlandırmaya başladı. Aynı dönemde, tüm dünyada yükselen sağ popülizmin bir parçası olarak, AKP iktidarı altında da adım adım bir otoriterleşme yaşandı.

Çin-Türkiye ilişkilerindeki yükseliş ise, parçalanarak değişen ve gitgide çok kutuplu hale gelen küresel düzen ışığında, 2010 yılında iki ülke arasında imzalanan Stratejik İşbirliği Anlaşması’yla başlayıp 2015 yılında Türkiye’nin KYG’ne katılmasıyla ve Asya Altyapı Yatırım Bankası’ndan (AIIB) beklentilerinin artmasıyla devam etti. O tarihten bu yana iki ülke arasındaki ilişkiler ekonomik işbirliği, sosyal alışveriş ve kültürel diyalog yoluyla hızlı bir genişleme kaydetti. Çin-Türkiye ilişkilerinin son dönemde kazandığı yeni açı bakımından ise üç kritik dönüm noktasından bahsetmek gerekir.

Bunlardan ilki, AKP’nin 2011 yılında kazandığı ve Türkiye’nin siyasal iktisat düzeninde yeni bir başlangıca tekabül eden üçüncü seçim zaferidir. Ülkenin Pekin normları doğrultusunda uygulanan “devlet kapitalizmine” doğru meyledişi bu dönemde daha da belirgin bir hal aldı. Türkiye ekonomisi, AKP döneminin ilk yıllarında post-Washington ittifakı normlarıyla bağlantılı olarak “toplumsal ve yasal düzenlemeler alanındaki neo-liberalizm”den uzaklaşarak sonradan gitgide hibritleşen otoriter bir devlet kapitalizmi modeline kaydı. Bu husus, Çin ve Rusya’nın Türkiye’nin yeni kalkınmacı yaklaşımı üzerinde önemli bir etkiye sahip göründüğü mevcut bağlam açısından hayati önem taşıyor. 2018 yılında başkanlık sistemine geçilmesiyle yeni bir hibrit model ortaya çıktı ve “Pekin normlarının” giderek artan etkisini kanıtlar şekilde hızla hakimiyet kazandı.

İkinci kritik dönüm noktası, 2016 yılında Türkiye’de yaşanan 15 Temmuz darbe girişimidir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan darbe girişiminin ardından Batı’yı alenen itham eden beyanlarda bulunmuş; özellikle de darbeyi planladığına inanılan ve 1999 yılından beri ABD’de yaşamakta olan Fethullah Gülen’i iade etmediği ve darbeye karşı çıkmadığı için ABD’ye ve Gülencilere sığınma hakkı tanıdığı için AB’ye veryansın etmişti. Erdoğan darbenin ardından verdiği demeçlerden birinde Türkiye ile ABD arasında uzun bir geçmişe dayanan ortaklığı şu ifadelerle sorgulamıştı: “Amerika’ya sesleniyorum: Nasıl bir stratejik ortaklık bu?” Bu gelişmeler Türkiye’nin ABD ve başlıca Avrupalı güçlerle ilişkilerinde ciddi bir gerilemeye ve dümenin Rusya-Çin eksenine doğru kırılmasına yol açtı.

Üçüncü dönüm noktası ise, Türkiye’nin 2018 yazında yeni başkanlık sistemine geçişinden beri yaşadığı mali çöküş ve art arda yaşanan döviz krizleriyle ilgilidir. Bu finansal dalgalanmaların temelinde hem iç hem dış faktörler yatıyor. Ulusal açıdan bakıldığında, aşırı otoriter başkanlık sistemi, karar alma süreçlerinin merkezileştirilmesi, yatırımcıların beslediği güvenin büyük bir erozyona uğramış olması ve Merkez Bankası gibi başlıca düzenleme kurumlarının özerkliğini kaybetmesi sonucunda büyük bir yabancı sermaye payının ülkeden ayrıldığına şahit oluyoruz. Bunun yanı sıra, dış politika alanında da ABD ile Türkiye arasındaki ikili ilişkiler gitgide zayıflayarak nihayetinde ABD’nin Türkiye’ye yönelik ekonomik yaptırımlar uygulamasına yol açtı. 2020 yılında ortaya çıkan COVID-19 pandemisi ekonomik gidişatı daha da zayıflattı. 2023 sonu itibariyle Türk lirasının ABD doları karşısındaki değeri yaklaşık beş yıl içerisinde %600’den fazla düşüş göstermiş durumdaydı. Türkiye’nin yaşadığı bu mali krizi aşmak için Batı kurumlarına alternatif yeni finans kaynakları arayışına girmesiyle Çin-Türkiye ikili ilişkileri bir başka açı daha kazandı. Türkiye, Şubat 2024 itibariyle ülkedeki projelere ilişkin onaylanan yaklaşık 4,3 milyon dolar ile AIIB kredilerinin, Hindistan’dan sonra, en büyük ikinci alıcısı haline geldi.

Ekonomi rakamları, Türkiye’nin 2015 yılında KYG Anlaşması’nı imzalamasının ardından ülkedeki Çin kaynaklı doğrudan yabancı yatırımda (DYY) keskin bir yükseliş yaşandığını, anlaşmadan önce 82 milyon dolar değerinde olan yatırımların bir sonraki yıl 624 milyon dolara çıktığını, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası verilerine göre 2022 yılına ait son DYY rakamlarının 1,7 milyar dolara ulaşarak Türkiye’deki Çin DYY toplamının zirveye ulaştığını gösteriyor. Ancak Türkiye’ye giren DYY kaynaklarının en üst sırasında yer alan isim Çin değil; bu noktada AB hakim pozisyonunu halen koruyor, 2022 yılında tek başına Hollanda’dan gelen DYY toplamının 29,13 milyar dolar olduğu açıklandı. Japonya ve Singapur’un Türkiye’ye yönelik DYY rakamları da 2022 yılında sırasıyla 4,7 milyar dolar ve 11,39 milyar dolar ile Çin’in çok daha ilerisinde yer alıyor.

Ticaret açısından bakıldığında Türkiye ithalata bağımlı bir ülkedir. Ancak Çin ile arasındaki ithalat ve ihracat rakamlarında gözlenen makas toplam ticaret hacmine kıyasla çok daha kritik bir seviyede seyrediyor. Öyle ki, 2023 yılında Türkiye’nin Çin’den toplam ithalat hacmi 35 milyar dolar civarındaydı. Bunun karşılığında Türkiye’nin Çin’e ihracatı 3,3 milyar dolarla sınırlı kaldı – Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre diğer ticaret ortaklarıyla kıyaslandığında bu rakamlar çok çarpıcı bir farka işaret ediyor. Buna karşılık, Türkiye’nin 2023 yılındaki ithalat hacmi toplamının yaklaşık yüzde 30’u (106 milyar dolar) ve ihracat hacmi toplamının yüzde 40’ı (104 milyar dolar) AB üyesi 27 devletle gerçekleştirildi. Veriler yakından incelendiğinde şöyle bir tablo ortaya çıkıyor: Türkiye’nin Çin’le olan bağlantıları artmakla birlikte, Batı ve AB ile olan ticaret ve yatırım ilişkileri çok daha önemli olmayı sürdürüyor. Dahası, Türkiye’nin Çin’le yürüttüğü ticari ilişkilerin aksı, AB ile sürdürülen ticaretin aksine, dev bir makas içeriyor. Türkiye, Batılı olmayan süper güçler –yani Çin ve Rusya– karşısında, AB ve ABD’ye nazaran çok daha büyük bir ticaret açığı sergiliyor.

Geriye dönüp bakıldığında, Çin ile Türkiye arasında artan ekonomik ilişkilerin siyasi açıdan da esaslı etkiler doğurduğu anlaşılıyor; bunun en bariz örneği, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yapılan bir değerlendirmeye göre Çin’in geçtiğimiz on yıl boyunca insanlığa karşı suç işlediği Uygurlar konusunda Türkiye’nin takındığı tutumdur. Çin’in Uygurlara ve Uygur bölgesindeki diğer Türki topluluklara uyguladığı kötü muamele küresel toplumdan ciddi tepki çekti, en az dokuz ülke parlamentosu bu mezalimi kınayan kararlar alırken, aralarında BM’nin de yer aldığı pek çok ülke ve kurum çeşitli platformlarda endişelerini dile getirdi. Fakat, hatırı sayılır bir Uygur diasporasına kucak açan ve Uygurlarla arasında köklü etno-kültürel ve dinsel bağlar bulunan Türkiye bu konuda nispeten sessiz kaldı. 2009 yılında, Urumçi’de yaşanan 5 Temmuz olaylarının ardından, o tarihte başbakan olan şu anki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Çin’in Uygurlara uyguladığı muameleyi “adeta bir soykırım” olarak nitelendirmişti. Ancak başta takınılan bu proaktif tavrın aksine, Türkiye’nin benimsediği resmî söylem, Uygur meselesi hakkında kapalı kapılar ardında “hassasiyetleri aktarmakla” sınırlı kaldı, Çin ile suçluların iadesine ilişkin imzalanmış olan resmî antlaşma ise halen TBMM huzurunda onaylanmayı bekliyor. Bunun başlıca sebepleri arasında ekonomik kazanç beklentilerine ve Çin’in ağır bir tepki gösterme ve diplomatik baskı uygulama ihtimaline işaret edilebilir. Türkiye’deki iktidar seçkinlerinin Çin’in baskısına direnip diren(e)meyeceğini ve Uygur meselesine dair daha çok sesini çıkarıp çıkar(a)mayacağını muhtemelen ülkenin ekonomi-politik durumuna ve jeopolitik yönelimine ilişkin gelecekte ortaya çıkacak dinamikler belirleyecek.

Özetle, geçen on yıl içerisinde Çin ile Türkiye arasındaki ilişkileri tanımlarken ciddi sınırlılıklara sahip bir ortaklıktan bahsedilmesi en uygun ifade olacaktır. Çin’in KYG ve AIIB gibi küresel projelerinin yükselişi, geleneksel müttefiklerinden uzaklaşarak seçeneklerini çeşitlendirmek suretiyle dış politikasında özerklik arayışında olan hevesli bir orta güç diye nitelendirilebilecek Türkiye açısından hatırı sayılır bir fırsat oluşturuyor. “Batı ve Ötekiler” arasındaki ayrım önümüzdeki dönemde gitgide daha da önem kazanabilir. Türkiye kendisini, karar alma sürecinde temel payandasını belirleyerek dış politika yöneliminde radikal bir seçim yapmak açısından kritik bir noktada bulabilir.

Çin, Suudi-İran diplomatik ilişkilerinin normalleştirilmesine ve BM’de Filistinlilerin haklarının savunulmasına ilişkin sergilediği son çabalardan da anlaşıldığı üzere Ortadoğu’da aktif bir rol oynamaya başladığı içindir ki, Türkiye de bölgesel anlaşmazlıklarda, Rusya ile Ukrayna ve daha yakın bir zamanda İsrail ile Filistin arasında arabulucu olarak özgün bir rol üstlendiğini göstermeye çalışıyor. Çin-Türkiye ilişkilerinin ekonomik işbirliği bağlamında ve post-liberal uluslararası düzende Küresel Güney içerisinde beliren bir gruplaşma biçiminde artarak devam edeceğine şüphe yok. Ancak ticaret hacmindeki dev makas, DYY açısından karşılanmayan beklentiler ve odağında Uygur meselesinin yer aldığı siyasi güven yoksunluğu, iki ülke arasındaki ilişkilerin daha fazla serpilmesi önünde temel kısıtlılıklar oluşturmayı sürdürecek gibi görünüyor. Türkiye’nin Batı’yla yapısal olarak iç içe geçmiş olması, Çin-Türkiye ikili ilişkileri açısından hem bir fırsat, hem de bir engel oluşturabilir; hangi ihtimalin ağır basacağını ise Türkiye ve Çin’deki politika mercilerinin Türkiye ile Batı arasındaki mevcut kurumsallaşmış ittifakı verimli bir şekilde araçsallaştırma becerisi belirleyecek.