İki cihan arasında Türkiye: Jeopolitik açıdan Çin’in yükselişi ve Batı’nın cevabı

Bayrak tr-us-china

Çin’in yükselişi ve bunun uluslararası sistem üzerindeki olası sonuçları, en azından 1990’lardan beri basın, akademi ve diplomasi çevrelerinde süregiden bir tartışma konusudur. 2008 yılında dünya çapında yaşanan mali krizin ardından, devlet regülasyonlarına ve merkezi düzeyde planlamaya ağırlık veren “Çin Modeli” neoliberal kapitalizme alternatif olarak yeni bir önem kazandı. Bunun sonucunda küresel jeopolitik büyük oranda Çin ile ABD arasındaki rekabet etrafında şekillendi ve Rusya tarafından desteklenen Çin karşısında, ABD de AB ile Japonya’yı kendi yanına çekti. Washington, Çin’in bu yükselişini, en azından Barack Obama yönetiminden bu yana, ekonomi, siyaset ve teknoloji alanlarında ABD hegemonyasına doğrudan bir meydan okuma olarak algılıyor. 2016 yılında Donald Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmasının ardından ise Çin ile ABD arasındaki gerilim başka boyutlar kazanarak ticaret savaşları, teknoloji casusluğu ve COVID salgını gibi yepyeni alanlara yayıldı. Peki Türkiye günümüzde Çin ile ABD arasındaki bu “Yeni Soğuk Savaş”ın neresinde konumlanıyor? Türkiye uzun zamandan beridir NATO ittifakına üye ve AB’ye aday ülke olsa da, bu soruya doğrudan, kestirme bir cevap vermek güç.

“Batı’nın düşüşü mü, Doğu’nun yükselişi mi?”

Günümüzde Türk dış politika çevrelerinde sıkça kullanılan “stratejik özerklik” terimi Ankara’nın mevcut Çin-ABD rekabeti çerçevesine sıkıştırılmak istemediğini gösteriyor. Ancak bu iki büyük güçle sağlıklı bir mesafeyi koruyarak ilişki kurmak pek de kolay değil. Türkiye’nin Suriye, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları ve geçmişte yaşanan başka birçok meseleye ilişkin anlaşmazlıklar sebebiyle ABD ve AB ile bozulan ilişkisi bu pazarlığı daha da çetrefilli hale getiriyor. Öte yandan Türkiye NATO’ya üye ve bu transatlantik askeri ittifak 2022 yılında gerçekleştirdiği Madrid Zirvesi’nde Rusya ile Çin’i resmen bir tehdit unsuru olarak ilan etmiş bulunuyor. Bu durum, en hafif tabirle, Türkiye’nin kendisini ortada konumlandırışını askeri ve teknolojik açılardan sürdürmesinin daha da zorlaşacağı anlamına geliyor. Bu hassas dengeleri anlamak için Türkiye’nin şu anda yaşadığı S-400 krizine veya 2013 yılında Çin’le başlattığı füze ihalesinden vazgeçmiş olmasına bakmak yeterli.

Bugün itibariyle Türkiye sadece jeopolitik açıdan değil, normatif yönleriyle de Doğu ile Batı arasında yer alıyor. Ülkenin demokrasi notunun gitgide düşmesi Ankara ile Brüksel’in arasını açan bir konu olmayı sürdürüyor. Türkiye’de Çin’e ilişkin algı çok olumlu olmayabilirse de, Türk toplumu içerisinde Amerikan karşıtlığının da bir o kadar güçlü olduğu ve hatta 2023-2024 Gazze krizinin ardından daha da sabit bir hal kazandığı söylenebilir. Washington’ın açıktan İsrail yanlısı tutumu Türkiye’de hoş karşılanmazken, Pekin’in Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da izlediği dış politika Ankara cenahında daha çok yankı buluyor. Gazze krizinden kısa bir süre önce, Çin halihazırda bu bölgede ekonomik açıdan yeterliliği ve siyasi nüfuzu dolayısıyla ABD’nin yerine geçme potansiyeline sahip yeni büyük güç olarak kucaklanmıştı. Çin’in Suudi Arabistan ve İran gibi bölgede uzun süredir rekabet içerisinde bulunan ülkelerle kurduğu dostane ilişkiler de arabuluculuk ve barış inşası olasılığını arttıran faktörler arasında sayılabilir. ABD yönetimi her ne kadar İsrail’i desteklemek için Ortadoğu’ya sert yumruğunu tekrar indirmiş gibi görünse de, Çin’in gelecekte Arap ülkeleri arasında popülerliğini devam ettirme ihtimali yüksek. Pekin’in bölgede askeri operasyonlar yürütmek, savaş çıkarmak veya işgal başlatmak gibi bir hevesinin olmaması da hanesine büyük bir artı puan kazandırıyor. Türkiye birçok yönden Batı Yarımküreye daha yakın durmakla birlikte, Çin’in bölgede nispeten daha iyicil bir aktör görünümüne sahip olduğu konusunda komşularıyla aynı görüşü paylaşıyor.

Geçmişte ortaklaşılan yarı-sömürgecilik ve şimdiki zamana damgasını vuran pragmatizm

Pekin ile Ankara’nın üzerinde hemfikir olduğu başka konular da var. Örneğin her iki ülke de, gelişmekte olan ülkelerin küresel yönetişimle ilgili kuruluşlarda daha fazla söz sahibi olmasını talep ediyor. Türkiye, Çin’e oranla, geçmişte insani sebeplerle müdahale konusuna genel anlamda daha ılımlı bakmış olsa da, iki ülke de toprak egemenliği ve içişlerine karışmama ilkelerine vurgu yapıyor. Kosova veya Suriye’deki iç savaş konusunda açık görüş farklılıkları[1]  bir yana, ikisi de Batı’nın müdahalelerine kuşkuyla yaklaşıyor – 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında her ikisinin de Avrupa emperyalizmine ilişkin edindiği kolektif hatıraların bu hissiyattaki payı yadsınamaz.

Çin’in Türkiye’de nispeten iyicil bir imaja sahip olması, elbette ki her alanda işbirliği sağlıyor değil. Yerel seviyede bakıldığında Türk şirketleri Ortadoğu’da, Orta Asya’da ve Afrika’da günlük yaşamda Çin’le rekabet etmeyi sürdürüyor. Çin son yıllarda Orta Asya üzerindeki ekonomik nüfuzunu, başta ticaret anlaşmaları, krediler ve enerji yatırımları yoluyla büyük ölçüde arttırmış olsa da, Türkiye de bölgeyle olan kültürel, tarihsel ve dilsel bağları sayesinde yumuşak güç avantajını sürdürüyor. Bu hususi ilişkiler, en başta Türk Devletleri Teşkilatı olmak üzere, çeşitli kurumsal mekanizmalar aracılığıyla yürütülüyor. Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle benzer kültürel bağları bulunuyor ve bölge üzerinde nüfuzunu en çok da tarihsel rabıtalar ve İslamiyet üzerinden hissettirme yoluna gidiyor. Fiili açıdan bakıldığında, Çin ve Türk inşaat firmaları Arap ülkelerinde birbiriyle rekabet halinde görünüyor; Suriye’nin yeniden inşasına yönelik süreç de bu rekabetin kızışacağı yeni bir potansiyel alan oluşturuyor. Türk şirketlerinin başarısı tabii bir yandan da ülkedeki ekonomik darboğazın gidişatına bağlı.

Günümüzde Çin-Türkiye ilişkilerine geniş ölçüde pragmatizmin damga vurduğu söylenebilir. Ancak yukarıda değinilen rekabet alanları bir yana, Türkiye, Çin’i ekonomik bir partner, bir yatırımcı ve bir kredi kaynağı olarak görüyor; 2013 yılında Çin’in Kuşak ve Yol Girişimini (KYG)[2]  başlatmasının ardından bu rollerin kapsam ve çerçevesi daha da artmış durumda. KYG’ye yönelik algıların son yıllarda tepetaklak düşüşe geçtiği Avrupa’nın aksine, Ankara bu projeye inancını ve bağlılığını azaltmaksızın sürdürüyor. Çin’in Türkiye’deki KYG yatırımlarının toplam hacmi, Türkiye’nin Asya ile Avrupa arasında son derece önemli bir coğrafi konuma sahip olduğuna ilişkin uzun zamandır neşredilen görüşü destekler nitelikte olmasa da, Türkiye’de KYG’ye yönelik genel kanaat halen olumlu yönde. Çin’in Türkiye’deki KYG yatırımları arasında başı Kumport[3]  ve İstanbul-Ankara hızlı tren projeleri[4]  çekiyor. KYG’nin Türkiye’de popülerliğini sürdürüyor olmasının bir başka sebebi de, Trans-Hazar Uluslararası Taşımacılık Rotası olarak da bilinen “Orta Koridor[5] ” inşasına yönelik beklentilerde aranabilir. Hazar Denizi, Kafkasya ve Türkiye bağlantıları üzerinden Orta Asya’dan Avrupa’ya uzanması planlanan bu ticaret rotası 2015 yılında KYG çerçevesine dahil edilmesinden çok önce Türkiye’nin gündemine girmişti. Arkasındaki finansal destek halen belirsiz olmakla birlikte, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından, Kuzey Koridoru’na veya Trans-Sibirya tren yoluna alternatif oluşturabileceği için, Orta Koridor Avrupa açısından yeni bir cazibe kazanmış bulunuyor.

Türkiye’nin Çin ile arasındaki yüksek ticaret açığının (2022 yılında 38 milyar dolara ulaştı) da Çin-Türkiye ilişkilerini felce uğratacak bir faktör olduğunu söylemek pek mümkün değil. Yakın bir tarihte benimsenen Uzak Ülkeler Stratejisi[6]  gibi bazı devlet politikalarıyla Türkiye’nin Asya-Pasifik ülkelerine ihracat kapasitesi arttırılmaya çalışılsa da, söz konusu çabaların bu asimetrik ilişkinin yapısal yönlerini değiştirme ihtimali oldukça düşük. Türkiye’nin halihazırda yaşadığı ekonomik sıkıntılar da, IMF reçetelerinden kaçınmak bakımından Çin’i ideal bir kredi kaynağı haline getiriyor. Keza, bilhassa BRICS zirvelerinde gündemin ilk sırasında yer alan “dolarsızlaştırma” tartışması da Türkiye’deki karar mercilerinin dikkatini cezbediyor.

Türkiye’nin Çin ile ABD arasında stratejik özerkliğini muhafaza edebilmesi için, Pasifik’in her iki ucuna – ideolojik değilse bile – coğrafi uzaklığının yarattığı dezavantajları en aza indirmenin yollarını bulması gerekecek. Bugün Türkiye Çin merkezli küresel tedarik zincirlerinde kilit bir rol oynamadığı gibi, Batı’nın küresel üretim alanında Çin’in sahip olduğu hakimiyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan “friendshoring” (dost ülkelerle ticaret yapma) politikalarından da pek nasiplendiği söylenemez. AB ve ABD tarafından desteklenen ve gelişmekte olan dünyada Çin’in dev boyutlardaki Kuşak ve Yol Girişimine muadil olması amaçlanan Küresel Geçit[7]  (Global Gateway) veya Daha İyi Bir Dünyayı Yeniden İnşa Et[8]  (Build Back Better World) gibi büyük bağlanırlık (connectivity) projeleri bakımından da benzer bir görünüm mevcut. Çin Kuşak ve Yol Girişiminin Türkiye açısından ilk baştaki vaatlerini karşılayamadığı açık olmakla birlikte, Türkiye’nin bahsi geçen bu yeni Batı girişimlerinde büyük bir rol kapıp kapmayacağı da hakeza belirsiz bir konu. Buna ilaveten, teknoloji alanındaki “ayrıklaştırma” (decoupling) beklentileri de Türkiye açısından yeni sorunlar yaratabilir; zira ülke 5G altyapısı inşasında kendisini Çinli teknoloji devi Huawei’ye teslim etmiş durumda. Öngörülebilir gelecekte Türkiye’nin Çin’le yürüteceği çok yönlü işbirliğinin, ihracat malları bakımından Avrupa pazarlarına bel bağlamayı sürdüren bir NATO ülkesinde gerçekleşeceği unutulmamalı. Dolayısıyla Ankara’nın Washington ile Pekin arasında kendisine rahat bir manevra alanı bulup bulamayacağı sorusunu sormaya kimse pek gönüllü değil.


 [1]Türkiye, Kosova’nın 2008 yılında Sırbistan’dan bağımsızlığını tanıyan ilk ülkelerden biri oldu. Öte yandan Çin, Kosova’yı halen bağımsız bir devlet olarak tanımış değil.

 [2]Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi (KYG) dünya çapında bir altyapı geliştirme stratejisidir. Çin ile 100’ü aşkın ülke arasında bağlanırlık ve ticareti geliştirmeyi amaçlıyor. KYG’nin kapsamı içerisinde Çin’in batı bölgeleri ile Batı Avrupa arasında bağlantı kuracak karayolları, demiryolları, limanlar ve altyapı projelerine yönelik yatırımlar yer alıyor.

 [3]Çin devletine ait kamu iktisadi teşekkülleri, Türkiye’deki Kumport projesinin yanı sıra İtalya, Mısır ve İsrail’i de içerecek şekilde Akdeniz bölgesinde yer alan çeşitli liman projelerini sistemli bir şekilde iktisap ediyor. Buradaki amaç, Çin mallarının Avrupa’daki metropol bölgelerine en düşük liman ve taşıma bedeliyle nakliyesini sağlayacak bir liman ağı kurulması.

 [4]Ankara-İstanbul hızlı tren projesinin ikinci etabı olan İnönü ile Köseköy arasındaki 158 kilometrelik kesim, aralarında Çin Demiryolu İnşaat Şirketi, Çin Ulusal Makine İthalat ve İhracat Şirketi, Cengiz İnşaat ve IC İçtaş İnşaat’ın yer aldığı dört şirketten oluşan bir Çin-Türk konsorsiyumu tarafından inşa edildi.

 [5]Trans-Hazar Uluslararası Taşımacılık Rotası (TITR) olarak da anılan Orta Koridor, Güneydoğu Asya ile Çin’i Kazakistan, Hazar Denizi, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya bağlayacak bir ticaret rotası.

 [6]Türkiye Cumhuriyeti Ticaret Bakanlığı 2022 yılında, ticari ilişkilerin genişletilmesini ve Türkiye’de üretilen mal ve hizmetlerin küresel olarak daha kapsamlı bir şekilde tanıtılmasını hedef alarak Türkiye’nin 18 ülkede ihracat payının arttırılmasına yönelik yeni bir strateji benimsedi.

 [7]Küresel Geçit, Avrupa Birliği tarafından dünya çapında altyapı geliştirilmesine yönelik yatırımların desteklenmesine ilişkin bir stratejik girişimdir. Dijital teknoloji, iklim, enerji, ulaştırma, sağlık, eğitim ve araştırma gibi çeşitli alanların hedeflendiği bu girişim kapsamında, küresel sorunların ele alınması ve sürdürülebilir kalkınmanın desteklenmesi bakımından önem taşıyan yatırımların hareketlendirilmesi amaçlanıyor.

 [8]Daha İyi Bir Dünyayı Yeniden İnşa Et (B3W), G7 grubu tarafından resmi olarak 12 Haziran 2021 tarihinde başlatılmış bulunan bir girişimdir. Düşük ve orta gelirli ülkelerde altyapı geliştirme alanlarına eğilerek Çin’in Kuşak ve Yol Girişimine alternatif oluşturmayı amaçlıyor.