“Doğa temelli çözümler” tuzağı

Analiz

“Doğa temelli çözümler” kavramına ilişkin var olan tanımlar epey muğlak olduğundan yoruma, hatta manipülasyona açıklar. Biyoçeşitliliğin yok edilmesi ve fosil yakıt kullanımı bakımından mevcut durumun olduğu gibi sürdürülmesinin sebebi olan kurumsal tekellere ve çıkar gruplarına dair karmaşık pek çok gerçek, bu kavramın arkasına gizleniyor.

Okuma süresi: 13 dakika
Teaser Image Caption
Brezilya, São Sebastião da Grama’da bir yeniden ağaçlandırma çalışması.

Son yıllarda kurumsal pazarlamada ve devletlerarası iklim ve biyoçeşitlilik konferanslarında “doğa” sık sık sorun çözücü bir unsur olarak tasvir edilir hale geldi. Doğal hayatın korunması alanında çalışan büyük STK'lar ve maden endüstrisi alanındaki dernek ve meslek birlikleri “doğa temelli çözümleri” (DTÇ) canhıraş savunur oldu.

Ne var ki DTÇ’nin cezbedici imajının ardında başka bir sömürü biçimi yatıyor: Doğanın karbon depolama kapasitesi ve biyolojik çeşitlilik şirketlerin kâr zincirlerine daha da derinlemesine entegre edilirken, köylüler ve yerli halklar kendi toprakları üzerinde kontrolü kaybetme riskiyle karşı karşıya bırakılıyor. Bir yandan da şirketlerin doğa tahribatı dizginsiz devam ediyor.

DTÇ kavramı -ve sık sık aynı anlama gelecek şekilde kullanılan “doğal iklim çözümleri”- doğaya ait olumlu imgeler olan yeşil, sağlıklı, çeşitli ve dirençli sıfatlarından güç alıyor. Bir yandan sadece çözümlere odaklanılırken, bir yandan da kavramın ardında yatan hafriyatçı (ekstraktivist) ve finansal dürtüler bu olumlu imgeler ardına saklanarak gizleniyor. Bu sayede, DTÇ kavramının aslında kimin işine yaradığına dair sorular ortadan kaldırılmış oluyor.

Nitekim kavramın tanımına içkin muğlaklık sebebiyle de DTÇ’nin çözmeye niyetlendiği öne sürülen sorunlardan (bu sorunların yaratılmasından) esasen kimin sorumlu olduğu irdelenmeden duruyor. Bu da çelişkili yorumlara yol açıyor: Oxford Üniversitesi bünyesindeki DTÇ Girişimi’nin Doğa Temelli Çözümler örnek çalışma platformu ve Avrupa Komisyonu’nun Doğa Temelli Çözümler Oppla Havuzu gibi, mangrov ormanları restorasyonundan geleneksel tarım uygulamalarına kadar uzanan pek çok girişim, arazi restorasyon projelerini ön plana çıkararak topluluk sahipliğine vurgu yapıyor. Böylece petrol ve madencilik şirketleri, orman alanlarında geleneksel tarımı yasaklayan veya kısıtlayan doğa temelli çözümlerin yanı sıra “kale muhafazasıyla” korunan alanları ve şirketlerin topluluk arazileri üzerinde kontrolünü genişleten çözümleri öne çıkartıyor.

Bu girişimlerin hepsinin ortak bir noktası var: Hiçbiri doğanın korkunç tahribatının sorumlularını ifşa etmiyor. Palm yağı şirketlerinin palm yağı plantasyonlarını genişletmek için gözünü kırpmadan ormanları yok ettiğinden veya çabalarının kendi endüstriyel plantasyonlarını kurarken tahrip ettikleri arazileri onarmaya çalışmaktan ibaret olduğundan bahseden var mı? Yok.

Bu girişimler arasında şirketler tarafından petrol, gaz veya kömür çıkarmak, altyapı inşa etmek, madencilik veya tarımsal sanayi amacıyla doğanın tahribine son verme gayesiyle hareket eden de yok.

Dolayısıyla, dikkatleri bu dev şirketlerin başını çektiği tahribattan başka tarafa çevirmek için, “çözüm” örneklerinde ön plana çıkartılan gruplara, yani kadınlara, çiftçi topluluklara, balıkçılara ve yerli halklara suç atılıyor.

Bilimsel olarak hatalı bir kavramın yükselişi

DTÇ kavramı ilk olarak Aralık 2009’da Danimarka’nın Kopenhag kentinde düzenlenen 15. BM İklim Konferansı öncesinde “doğal iklim çözümleri” diye ortaya çıktı.

Uluslararası Doğayı Koruma Birliği (IUCN) bu normatif kavramın geliştirilmesine platform sağladı ve bu fikri ilk savunan doğa koruma STK’ları bunu öncelikle korunan alanlarla ilgili programlarına ek finansman sağlayacak bir imkân olarak pazarladılar.

2016-2017 yıllarına gelindiğinde, özellikle de “Doğal iklim çözümleri” başlıklı bir makalenin yayınlanmasının ardından -ki adı geçen makalede “doğal iklim çözümleri”nin 2030 yılı itibariyle küresel ısınmayı yüzde 37’ye varacak bir oranda hafifletmeye yardımcı olabileceği öne sürülmekteydi- kavram yoğun uluslararası ilgi gördü.

Makalenin başyazarları, kavramın en önde savunuculuğunu yapan koruma STK’ları arasında sayabileceğimiz The Nature Conservancy (Doğayı Koruma) adlı kuruluş ile bağlantılı isimlerdi.

Yazıda varılan sonuçlar, yakından incelendiğinde savunulması imkânsız, inandırıcılıktan yoksun ve istenmeyen neticelere yol açma ihtimali yüksek varsayımlara dayanıyor. Örneğin, iddia edilen hafifletme potansiyelinin neredeyse yarısı, yakın geçmişte ağaçsız olan arazilere ağaç dikilmesi anlamına gelen ağaçlandırmadan veya son 50 yıl içinde ormansızlaştırılan yerlerin yeniden ağaçlandırılmasından geliyor.

Ne var ki, bunun olabilmesi için bahsedilen arazinin yaklaşık 700 milyon hektar, yani neredeyse Avustralya kıtası büyüklüğünde olması ve büyük bir kısmının da besbelli ki Küresel Güney’de yer alması gerekiyor. Oysa makalede, bu büyüklükte bir arazi kullanımında yapılacak değişikliğin yaratacağı siyasi, ekonomik ve sosyal sıkıntılar tümüyle göz ardı edilmiş.

Nitekim birçok iklimbilimci, “doğal iklim çözümlerinin” potansiyel etkisinin iklim değişikliğine anlamlı bir yanıt oluşturacağı fikrini reddediyor ve bunun yan etkileri konusunda uyarılarda bulunuyor. Bu tür DTÇ girişimlerinin “ekolojik sınırları” üzerine yayımlanan bir yazıda, böylesi kitlesel ağaçlandırma adımları atabilmek için geniş araziler gerekmesinin yanı sıra, bu durumda söz konusu olacak ciddi nitrojen ve fosfor girdilerine ve yoğun gübre uygulamasından kaynaklanan ekolojik yan etkilere de dikkat çekiliyor. Ne var ki, eleştiri konusu makale dayandığı kusurlu varsayımlara yönelik tüm bu eleştirilere rağmen, DTÇ’nin sahip olduğu kabul edilen potansiyele dair bilimsel kaynak olarak anılmaya devam ediyor.

Muğlak tanımlar 

2016 IUCN Dünya Koruma Kongresi’nde kabul edilen bir kararda “doğal iklim çözümleri”, “bir yandan toplumsal sorunları etkili ve uyarlanabilir şekilde ele alırken, bir yandan da insanlara esenlik ve biyolojik çeşitlilik açısından faydalar sağlayan doğal veya değiştirilmiş ekosistemleri korumaya, sürdürülebilir biçimde yönetmeye ve onarıp iyileştirmeye yönelik eylemler” olarak tanımlanıyor.

Birleşmiş Milletler Çevre Meclisi (UNEA) Mart 2022’de IUCN’nin benimsediği tanıma benzer şöyle bir DTÇ tanımı getirdi:

“Bir yandan sosyal, ekonomik ve çevresel sorunları etkili ve uyarlanabilir şekilde ele alırken, bir yandan da insanlara esenlik, ekosistem hizmetleri ve dayanıklılık ile biyolojik çeşitlilik açısından faydalar sağlayan doğal veya değiştirilmiş kara, tatlı su, kıyı ve deniz ekosistemlerini korumaya, muhafaza etmeye, onarıp iyileştirmeye, sürdürülebilir bir şekilde kullanmaya ve yönetmeye yönelik eylemler.”

Sulak alanların veya ormanların restorasyonu ve geleneksel tarım uygulamaları gibi DTÇ kavramına yaygın şekilde destek verilmesine yardımcı olacak türden faaliyetlerin bu muğlak tanımlara dahil edilmesi mümkün. Ancak daha yakından incelendiğinde, DTÇ kavramının yerli halkların veya köylü çiftçi topluluklarının bilge öğretileri, kozmolojisi, kadim bilgileri ve sürdürülebilir geçim kaynaklarıyla örtüşmediği görülüyor. Kavrama ilişkin kabul edilen tanımlar ne tür projelerin DTÇ olarak nitelenemeyeceğini veya hangi kriterlerin bunları tanımlayacağını net bir şekilde açıklamıyor. Dolayısıyla, büyük ölçekli “kale muhafazası” tarzındaki koruma projeleri de, endüstriyel ağaç plantasyonları da, tarım projeleri de bu tanımın içine eşit bir şekilde giriveriyorlar. Bu tür faaliyetler karbon ve biyoçeşitlilik dengeleme uygulamalarına halihazırda egemen olup, finansal yatırımcılar açısından öncelikli bir ilgi alanı oluşturuyorlar. Aynı zamanda bu kavrama destek çıkan şirketlerin arzuladığı karbon ve biyoçeşitlilik kredisi hacimlerini sağlamak bakımından da ihtiyaç duyulacak faaliyet türleri arasında yer alıyorlar.

Uzun lafın kısası, DTÇ’ne yönelik mevcut tanımlar epey muğlak; yoruma ve hatta manipülasyona fazlasıyla açıklar. Biyoçeşitliliğin yok edilmesi ve fosil yakıt kullanımı konusunda mevcut durumun sürdürülmesinin ardında yatan yerleşik menfaatlere ve kurumsal güç tekellerine ilişkin karmaşık gerçeklerin gizlenmesine yardımcı oluyorlar.

Bu kolaylaştırıcılık, iklim çöküşünün ve biyoçeşitlilik kaybının semptomları arasında yer aldığı çok katmanlı krizleri sona erdirmek için gereken yapısal değişikliklerin ciddiyetle ele alınmasını geciktirdiği sürece cazibesini koruyabilir. Ne var ki sistemsel değişim ihtiyacı ortadan kalkmayacak ve kurumsal sektörlerin en sevdiği DTÇ olan karbon ve biyoçeşitlilik dengeleme uygulamalarının insan hakları ve ekolojik açıdan felaket yarattığını gösteren kanıtlara her geçen gün yenileri eklenmeye devam edecek.

Dolayısıyla DTÇ kavramı, sadece dikkatimizi sera gazı emisyonlarının azaltılması ve biyolojik çeşitlilik kaybının durdurulması gibi zaruri gerçeklerden başka tarafa çevirmekle kalmayıp, aynı zamanda topluluk haklarını da ihlal ediyor. Doğa temelli çözümlerin iklim eylemi ve biyoçeşitliliğin korunması için yeni bir arazi gaspı dalgasını tetikleme riskinin yanı sıra, hem kavramsal olarak hem de uygulamada iklim çöküşü ve biyoçeşitlilik kaybını çözmenin önünde tehlikeli bir engel oluşturduğu da böylece görünür hale geliyor.

İklim değişikliği ve biyoçeşitlilik konusundaki BM politika tartışmalarına dahil olmak

Doğa temelli çözümler kavramına bir tanım getiren UNEA kararının çıkartılması, bu kavramın çok taraflı bir forumda devletler tarafından ilk kez resmi olarak tartışılıp kabul edilmesi anlamına geliyordu. BM iklim ve biyoçeşitlilik müzakere metinleri, sırasıyla Paris Anlaşması ve biyoçeşitliliğin korunması hedeflerine ulaşılmasında doğanın rolünü uzun zamandır kabul etse de, DTÇ’nin ihtilaflı niteliği, bu kavrama yönelik atıfların müzakere edilen BM konferans metinlerini içeren nihai taslaklardan çıkarılmasına neden olmuştu. Ancak 2020 tarihli Küresel Biyoçeşitlilik Çerçevesi’nin kabulüyle devletlerin bu kavramı BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’ne dahil etmesi sonucunda bu durum değişti. Aslında, DTÇ’ne yönelik kurumsal pazarlamaların büyük bir kısmı her ne kadar karbon konusuna odaklı olsa da, kavramın devletlerarası seviyede rağbet görmesi öncelikle biyoçeşitlilik konusunda yürütülen BM müzakereleri bağlamında gerçekleşmiş görünüyor.

Aralık 2022’de BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi 15. Taraflar Konferansı’na (COP) katılan ülkeler nezdinde Kunming-Montreal Küresel Biyoçeşitlilik Çerçevesi (GBF) kabul edildi. Küresel Biyoçeşitlilik Çerçevesi’ni onaylayan ülkeler hep birlikte, bir yandan yerli halkların ve yerel toplulukların haklarına saygı gösterirken, bir yandan da 2030 yılına kadar kara ve deniz alanlarının yüzde 30’unun korunmasını ve bozulan ekosistemlerin yüzde 30’unun yenilenmesini taahhüt etmiş bulunuyor. Bunlar 30x30 hedefleri olarak da anılıyor. GBF kapsamındaki 8. ve 11. hedefler ise özel olarak “doğa temelli çözümlere” atıfta bulunuyor. Her bir hedefte belirtilen eylemlerin derhal başlatılarak 2030 yılına kadar tamamlanması öngörülüyor.

Hükümetlerin hedefleri Ulusal Biyoçeşitlilik Stratejileri ve Eylem Planlarına (NBSAP'lar) dönüştürmesi gerektiğinden, bu Eylem Planları DTÇ’nin yerli halklar ve köylü topluluklar üzerindeki etkisi bakımından daha fazla gösterge sağlayacak. Söz konusu NBSAP’ları konu edinen bir değerlendirmeye göre, bugüne kadar değerlendirme kapsamına alınan NBSAP’ların yalnızca üçte biri, biyolojik çeşitliliği korumaya yönelik en etkili stratejiler arasında yer aldığına dair son derece sağlam kanıtlar bulunmasına rağmen yerli halkların ve yerel toplulukların haklarının güçlendirilmesine ilişkin şartlar içermekteydi.

Yerli halkları ve kadim bilgileri tanımaya yönelik stratejiler içeren NBSAP’lar ise, bu bilgilere yönelik hakları korumak veya bunların uygulamaya geçirilmesini finanse etmek yerine bilgiyi belgelemeye öncelik tanıyor. Yerli halklar ve yerel topluluklar da NBSAP’lar kapsamına alındıkları yerlerde olsa olsa uygulama ortağı olarak tanınıp, çoğu zaman tam ve eşit ortaklar olarak değil, genellikle koruma altındaki alanların (ortak) yöneticileri olarak sıfatlandırılıyor.

Hükümetlerin 2024 yılı sonuna kadar güncel NBSAP’ları sunmaları gerekiyor. Güncel NBSAP’lar ilk turnusol testine imkan sağlayacak: Bakalım UNEA tanımında, devletlerarası bildirilerde ve Küresel Biyoçeşitlilik Çerçevesi’nde anılan yerli halkların ve yerel toplulukların haklarına saygı gösterilmesi gerekliliği, yerli halkların ve kadim toplulukların toprakları açısından DTÇ’nin yarattığı etkileri saptayan eylem planlarında yansıma bulacak mı? 

Bir dengeleme mekanizması

DTÇ tanımı getiren UNEA kararında, DTÇ’nin sera gazı emisyonlarının süratli, derinlemesine ve sürekli azaltılmasına ikame oluşturamayacağı açıkça ortaya kondu. BM iklim ve biyoçeşitlilik sözleşmelerine danışmanlık yapan IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) ve IPBES’in (Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetlerine İlişkin Hükümetlerarası Platform) bilim kurulları tarafından hazırlanan ortak bir çalıştay raporunda da DTÇ’nin, Paris Anlaşması’nın net-sıfır ve uzun vadeli hedefleriyle paralellik arz eden, iddialı ve geniş kapsamlı emisyon azaltma stratejileriyle birleştirilmesi gerekliliği vurgulanıyor. Fakat petrol şirketlerinin büyük ölçüde DTÇ’ne dayanan ve kurumsal sera gazı emisyonlarında “süratli, derinlemesine ve sürekli azaltıma” ilişkin hiçbir emare içermeyen “net-sıfır” emisyon stratejileri bu hususu tamamen yok sayıyor. Bu stratejiler gelecek on yıllarda fosil karbon çıkartılmasına son verme taahhüdü de içermiyor.

“Doğa temelli çözümleri” veya “doğal iklim çözümlerini” açıkça destekleyen şirket ve ticaret birliklerine baktığımızda dünyayı en çok kirleten isimleri görüyoruz: BP, Chevron, Equinor, Total, Shell, Eni, Petrobras, BHP, Dow Chemical Company, Bayer, Boeing, Microsoft, Novartis, Procter and Gamble, HSBC, Woodside Energy, International Paper, Olam, Coca-Cola, Danone, Unilever ve Mars.

Doğa tahribatına son vereceklerini söylemedikleri gibi, sera gazı emisyonlarını “süratli, derinlemesine ve sürekli azaltma” taahhüdünde de bulunmuyorlar.

Aksine, İtalyan fosil yakıt şirketi Eni, 2050 yılına kadar enerjisinin yüzde 90’ını hâlâ fosil gaz yakıtlarla üretmeyi öngörüyor. Üstelik bunu bir net-sıfır emisyon stratejisi olarak pazarlıyor, fosil karbon yakılmaya devam edilmesi sebebiyle ortaya çıkacak sera gazı emisyonlarını dengelemek için de doğa temelli çözümlere yaslanacak.

Shell’in “net-sıfır” emisyon taahhüdü de emisyonlarının büyük bir kısmını dengelemek için DTÇ kullanımı içeriyor. Keza, dünyanın yedinci büyük petrol üreticisi olan Fransız fosil yakıt şirketi Total, Kongo Cumhuriyeti’nde “20 yıl içinde 10 milyon tondan fazla karbondioksit tutulması” amacıyla “40 bin hektarlık bir orman” dikmeyi planladığını duyurdu. Sivil toplum örgütleri bu projenin çevresel ve muhtemelen sosyal bir felaket yaratacağını söylüyor. Projenin iklim krizine etkisi ya çok kısıtlı olacak, ya da Hiç olmayacak. Bu yeşil aklama, Total’in özel olarak Kongo’daki ve bir bütün olarak Afrika kıtasındaki petrol imtiyazlarından kaynaklanan sera gazı emisyonlarını da örtbas etmiş olacak.

The Nature Conservancy kuruluşunun da açıkça amaçladığı gibi, doğa temelli çözümler kaçınılmaz olarak ve hızla, “emisyonları başka yöntemlerle azaltacak olsa daha yüksek maliyetlere girişmesi gerekecek şirketlere kredi musluklarını açabilecek” bir mekanizma haline gelmiş durumda. Başka bir deyişle, şirketlerin gerçek anlamda karbonsuzlaştırmadan kaçınmaları ve biyoçeşitliliği yok etmeye devam edebilmeleri için ucuz bir yol sağlıyor.

Brezilya’daki Suzano gibi tarım ve plantasyon şirketleri için DTÇ, bir yandan olağan tahripkar iş modellerini sürdürürken, bir yandan da yeşil görünmelerini sağlayacak yeni bir potansiyel gelir kapısı.

Friends of the Earth’ün de işaret ettiği gibi, dünyanın en büyük kirleticileri açısından DTÇ, Paris Anlaşması’nın sıcaklık hedefleri doğrultusunda kirletici faaliyetlerde azaltmaya gitme zaruretinin yarattığı mali güçlükleri ortadan kaldıracak veya hükümetlerin ve kamuoyunun çevresel adalet konusundaki kaygılarının yarattığı zorunluluklardan kaçınmaya yardım edecek bir mazeret imkanı sağlıyor.

Ayrıca, ağaç dikme programları veya karbon ticareti gibi “DTÇ hizmetleri” sunan şirketler açısından da yeni bir gelir kapısı. Bu haliyle bakıldığında DTÇ, fosil yakıt üreticileri gibi kirletici şirketlerin yanı sıra büyük ormancılık ve tarım şirketlerine de mevcut iş modellerini ve uygulamalarını değiştirmek zorunda kalmadan yararlanabilecekleri bir mekanizma sunuyor.

Göründüğü üzere, iklim değişikliğini ve doğanın çöküşünü durdurup tersine çevirmek o kadar da kolay değil.

“Doğa temelli çözümler” olarak pazarlanan karbon dengeleme projelerinin yerel topluluklara verdiği zarara ilişkin bazı örnekler:

  • Chevron tarafından satın alınan dengelemelerin neredeyse yarısı hakkında, özellikle Küresel Güney’de ve iklim krizinin ön cephelerinde yerel topluluklara zarar verdiği ve ekosistem tahribatına çanak tuttuğu yönünde iddialar bulunuyor.
  • Total’in Kongo Cumhuriyeti’ndeki dengeleme projesi çiftçilerin arazilerini ellerinden alıp geçim kaynaklarını tehdit ediyor.
  • Peru’daki Alto Mayo REDD+ projesinin kapsadığı alanda yaşayan topluluklar, park yetkilileri tarafından yapılan bir dizi tasfiye işlemi sırasında şiddet kullanılarak evlerinden çıkartıldı.
  • Africa Forestry Impact Platform (Afrika Ormancılık Etki Platformu) yakın bir tarihte, Uganda, Mozambik ve Tanzanya’da arazi gaspı, insan hakları ihlalleri ve çevresel yıkım konusunda sicili kirli olan Norveçli bir plantasyon ormancılığı ve karbon kredisi şirketi Green Resources’ı satın aldı.
  • New Yorker’ın ifadesiyle bir “Karbon Karşılığı Nakit Dalaveresi” örneği olarak, South Pole adlı kuruluşun Zimbabve’de yürüttüğü Kariba REDD projesi, Ekim 2023’te skandalla sona ermeden önce en az 100 milyon dolar düzeyinde karbon kredisi toplamıştı.

Daha fazla kaynak için

  • Tamra Gilbertson ve Tom BK Goldtooth. Kasım 2023. COP 28: Why global carbon pricing and trading platforms are false solutions. Heinrich Böll Foundation.
  • Friends of the Earth International. Toolkit for fighting climate false solutions. Ekim 2023. “Doğa temelli çözümlerin” dünyanın dört bir yanındaki topluluklar ve ekosistemler açısından yarattığı etkileri belgeleyen haberler, araştırmalar ve raporlardan oluşan bir koleksiyon içeriyor.
  • Lisa Song. Out of balance. ProPublica. Haziran 2023. Dünya Bankası Grubu, köylerin tahrip edilmesine göz yumdu ve Gine’deki bir maden şirketinin nesli tükenmekte olan şempanzelerin ölümünü şüpheli bir biyoçeşitlilik dengelemesiyle meşrulaştırmasına yardımcı oldu.
  • African Center for Biodiversity. Ağustos 2023. Cultivating diversity for a just agroecological transition of Africa’s food systems.
  • World Rainforest Movement. Nature-based Solutions: Concealing a massive land robbery. Mart/Nisan 2021. Şirketlerin “doğa temelli çözümlerinin” nasıl mülksüzleştirmeye yol açtığını ortaya koyan ve kırsal toplulukların on yıllardır mücadele ettiği endüstriyel ağaç plantasyonları, Koruma Alanları, REDD (Ormansızlaşma ve Orman Parçalanmasından Kaynaklanan Salınımların Azaltılması) projeleri, karbon ve biyoçeşitlilik dengelemeleri, biyoyakıt plantasyonları gibi konuların birçoğunu ele alan sekiz makaleden oluşan bir derleme. Portekizce, İspanyolca, Fransızca ve İngilizcede mevcut.

 

 


Bu makale ilk olarak şurada yayınlanmıştır: www.boell.de