Feminist Dış Politika: Kriz ve Çatışma Ortamından İleriye Doğru Bir Yol

Bu makale toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının, barışın sağlanması ve siyasi çıkmazlarda (ve şiddet içeren çatışmalarda) dönüşümün tetiklenmesi açısından hayati bir önem taşıdığını savunuyor. Feminist dış politikanın, günümüzün ikili ya da küresel çaptaki çok çeşitli krizlere yanıt vermede yetersiz kaldığı sıkça ileri sürülüyor. Bu fikre tüm gücüyle karşı çıkan bu makale, tam tersi bir argümanı savunuyor ve feminist dış politikanın tam da toplumsal cinsiyet eşitliği fikrine dayandığı için ilerlemenin tek yolu olduğunu iddia ediyor. Makale, feminist dış politikanın hangi koşullar altında çatışma içindeki devletlere bir çözüm sunmak adına pratik ve gerçekçi bir model olabileceğini, okuyucuları gelecekte daha bağlama özgü okumalar yapmaya teşvik edecek şekilde ele alıyor.

Bu makale "Feminist Dış Politika ve Güney Kafkasya" dosyasının bir parçasıdır. Heinrich Böll Vakfı tarafından Ekim 2022'de Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Türkiye ve Almanya'dan karar alıcılar, sivil toplum temsilcileri ve akademisyenlerle gerçekleştirilen çevrimiçi bir atölye çalışmasının yansımalarına dayanmaktadır.

2022 yılında da demokrasi ve kadın hakları, aralarında Sırbistan, Macaristan, Bosna-Hersek, İtalya ve İsveç’in de yer aldığı, ancak bunlarla sınırlı olmayan Kuzey yarımküredeki popülist gruplar tarafından seçilen hükümetler ve sağcı partilerin kampanyaları tarafından tehdit edilmeye devam etti. Ekonomik ve finansal krizle küresel çapta artan hayat pahalılığı da bu belirsizlik ortamına katkıda bulunarak, çoğu zaman ötekileştirilen grupların aleyhine toplumsal protestoları ya da huzursuzluğu körükledi (ve daha da körükleyebilir de).

Son yıllardaki genel eğilimi takiben bu yılki olaylara otoriterlik, şovenizm ve neo-emperyalizmin, en uç örnek olarak da Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı şeklinde gerçekleşen hesaplaşması damgasını vurdu. Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki gerilim ve Azerbaycan’ın Ermenistan’ı Bakü’nün şartlarına uygun bir barış anlaşmasını kabul etmeye zorlama girişimleri de ölümcül çatışmaları tetiklemeye devam etti. Dönüşümün yaşandığı taraftaysa, devletin zalimane tepkisine rağmen (genç) İranlı kadın ve erkeklerin güçlü bir yükselişine, feminist bir devrime tanık olmayı sürdürüyoruz.

Geride bıraktığımız zaman(lar) sıklıkla, bir (küresel) krizin diğerini tetiklediği (ekonomik krizin yol açtığı finansal kriz) ya da her biri kendi içinde başka felaketleri körükleyen (küresel salgın ya da Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaş gibi) yeni acil durumlarla daha da şiddetlendiği, birbirinin ardı sıra gelen ve üst üste binen krizler dizisi olarak tanımlandı. Ancak birbirini kovalayan bu krizlerde eşitsizliğin oynadığı rolse yine sıklıkla göz ardı edildi.  

Özellikle böylesi tehlikeli zamanlarda, çatışma çözümü için gereken cevaplara acilen ihtiyaç var. Ne var ki son yıllardaki krizlere verilen yanıtlar tüm çatışmaların merkezinde yer alan bir meselenin, yani eşitlik meselesinin çabucak ikinci plana itildiğini gösteriyor.

Feminist bir dış politikanın başarılı bir dış politika modeli olabilmesi için, bu tür bir politikanın günümüzün küresel ilişkilerindeki acil sorunlara cevap vermesi gerektiği sık sık, hele de Almanya’nın yeni taahhütleri bağlamında daha da sık dile getiriliyor. Bir diğer deyişle buradaki argümana göre feminist bir dış politika ancak “sert siyasetle” başa çıkmamıza yardım edebilirse, meşru bir siyasi eylem biçimi oluşturabilecek.

Dolayısıyla sorulması gereken soru açık: Feminist bir dış politika, özellikle de otoriter devletler veya liderlerle doğrudan mücadele halindeyken bu testi geçebilir mi? 

Feminist dış politika nedir?

Feminist bir dış politikanın (çatışma içindeki) devletler ya da toplumlar için gerçekçi bir model olup olmadığının anlaşılması adına bu tür bir politikanın ne anlama geldiğinin, nereden geldiğinin ve “f-kelimesinin” niçin korkulacak bir şey olmadığının anlaşılması gerekiyor.

Araştırmalar barış, demokrasi ve ekonomik refahın ancak eşitlikçi toplumlarda mümkün olabileceğini kanıtlıyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği, siyasi tartışmalarda genellikle ikincil ya da idealize edilmiş bir lüks olarak sunulsa da araştırmalar istikrarlı bir toplumsal cinsiyet eşitliğinin, adil ve sürdürülebilir bir toplumun ve siyasal sistemin bel kemiği olduğuna da işaret ediyor.

Bu bilgiyse bizlere kadınların ve ötekileştirilen grupların içinde bulunduğu gerçekliklere özel bir önem vermemizi gerektiriyor. Böylesi bir bilgi, aynı zamanda kadınları ve politikalarla çatışmaların, toplumsal cinsiyetleri ya da sosyal konumları nedeniyle toplumun farklı fertlerini ne şekillerde etkilediğini görünür kılmamızı, bunun ardından da politikaları buna göre düzenlememizi şart koşuyor. Bu, özellikle de hem geleneksel ve daha ziyade devlet merkezli anlayışlar (savaş, ekonomik kriz, vs.) hem de daha yeni, insan merkezli anlayışlar (iklim krizi, kadınlara ve diğer ötekileştirilen insanlara yönelik gündelik şiddet krizi, sosyal kriz, vs.) anlamındaki “krizler” için geçerli.

2014 yılında İsveç, açıkça toplumsal cinsiyet eşitliğine adanmış bir hükümetin parçası olarak dünyada feminist bir dış politikayı kararlılıkla hayata geçiren ilk ülke oldu. İsveç, feminist dış politikasını üç “R” stratejisine dayandırmıştı: Haklar (rights), temsil (representation) ve kaynaklar (resources). Bu strateji tüm kadınların ve kız çocuklarının insan haklarından tam olarak yararlanmalarının teşvik edilmesi, karar alma süreçlerine katılımlarının ve bu süreçlerde etki yaratmalarının önünün açılması ve kaynakların toplumsal cinsiyet duyarlılığı olan programlara tahsis edilmesi anlamına geliyordu. Bu üç “R” daha sonra bağlama dair duyarlılığın ortaya konulması amacıyla dördüncü bir “R” olan “gerçeklik” (reality) ile tamamlanmıştı. Ancak 2022’de seçimle İsveç’te başa gelen yeni sağcı hükümet, feminist sıfatının “İsveç dış politikasının İsveç değerlerine ve İsveç çıkarlarına dayanması gerektiği gerçeğini anlaşılmaz hale getireceği” gerekçesiyle ülkenin feminist dış politikasını ıskartaya çıkarmakta gecikmedi. Öte yandan ülkedeki dışişleri bakanı söylem düzeyinde toplumsal cinsiyet eşitliğine bağlı kalmaya devam etti. Bu yeni politika, bu haliyle toplumsal cinsiyet eşitliğiyle kadınların güçlenmesini dışlayıcı ve heteronormatif bir anlayışla yeniden yorumlayan günümüz sağcı mantığını ortaya koyuyor. Dolayısıyla dış politikaya yönelik bu yeni yaklaşımın uygulamada kendini nasıl göstereceği henüz belli değil. Zira toplumsal cinsiyet eşitliğine evet, ama feminizme hayır mı?

Bir etiket olarak feminizm- Ne işe yarar?

Bir politikayı feminist yapan nedir? Bir şeyin ifade ediliş tarzı farklı şekillerde önem taşısa da, kuşkusuz buradaki durum yalnızca “feminist” kelimesinin bir sıfat olarak stratejik kullanımından ibaret değil. Bununla birlikte feminist olarak adlandırılan her şeyin –hâlâ radikal– bir fikir olan eşitlikçi toplumlar ve politikalar yaratma fikrini başaramayabileceğini ve feminizmi çerçevelemenin kadın hakları savunucuları arasında dahi birtakım itirazlara yol açabileceğini unutmamak gerek.  

Eski sosyalist toplumlar kadın hakları ve eşitlikçi hareketler konusunda etkileyici bir geçmişe sahip olsalar da, Batılı feministlerin bağlama duyarsız bir feminizm anlayışını dönüşüm geçiren bu devletlere ve toplumlara ihraç etme çabaları çoğu zaman yerel (Batılı olmayan) aktivistler tarafından şüpheyle karşılandı. Tabii ki bu, feminizmin Orta ya da Doğu Avrupa ülkelerinde bir şansı olmadığı anlamına gelmiyor, öte yandan feminist bir (dış) politikanın, toplumsal gelişimdeki farklı mirasları daha fazla ciddiye almasını gerektiriyor. Örneğin Güney Kafkasya’da yalnızca kadınların ve ötekileştirilen grupların bugün ve geçmişte yaşadıkları gerçeklikleri merkeze alan bir feminizm, bu bölge için dönüştürücü bir değişim getirebilir ve “Batı’dan ithal ideoloji” söylemine karşı bir esneklik kazandırabilir.

Feminizmin ya da feminist dış politikanın tek bir tanımı yok ve muhtemelen de hiçbir zaman olmayacak, kaldı ki bu esasen iyi bir şey, zira amaç asla tekdüzelik olamaz. Bununla birlikte belli bir ortak paydanın varlığı da önemli. Böylesi bir ortak anlayış, feminist dış politikanın teorik açıklamaları arasında (akademisyenler veya düşünce kuruluşları tarafından sunulan ve tartışılan) daha kolay yer alabilir ve genellikle aşağıdan yukarıya güçlü bir öğeye sahip daha radikal bir dönüştürücü ve yıkıcı politika kavramıyla ilgilidir.

Pratikteyse hedef ve uygulama arasında çoğu zaman bir uçurum var ve bu durum kısmen de olsa feminist dış politikanın muğlaklığı ya da basite indirgenerek anlaşılması veya uyarlanmasıyla açıklanabilir.

Örneğin İsveç hükümeti feminist dış politikasını sürekli bir çalışma yöntemi olarak sunmuştur ki bu da toplumsal cinsiyetin ana akımlaştırılması fikriyle, yani her bir karar ya da eyleme toplumsal cinsiyet eşitliği boyutunun dahil edilmesi hedefiyle ilintilidir. Bununla birlikte İsveç’teki icra tarzı, feminist bir politika için akademisyenlerin ya da aktivistlerin taleplerinin gerisinde kaldı. Bu arada Mart 2023’te Almanya hükümeti de feminist bir dış politika için kendi kılavuz ilkelerini görücüye çıkaracak. Bu kılavuzun, Alman yaklaşımının gerçek bir dönüşümden ziyade görünüşe odaklandığı yönündeki eleştirilere karşı bir yanıt teşkil edip etmeyeceğini hep birlikte göreceğiz. Geçtiğimiz yıllar içinde Gündem 1325’in uygulanmasına ilişkin olumlu yönde bir değişim yaşansa da Almanya, dünyanın en büyük silah ihracatçıları arasında yer almaya devam ediyor ve daha bu yıl, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı geniş çaplı saldırısının ardından, askeri harcamalar için yüz milyarlık bir fon ayrılmasına karar verdi. Oysa feminist literatüre bakıldığında militarizasyon, neredeyse tam bir ağız birliğiyle eşitlikçi feminist politikanın temel fikirlerine aykırı görülüyor. 

Feminizm ve Sert Siyaset: Bir Çelişki mi?

Tarih mütemadiyen bizlere yaklaşmakta olan güçlü bir kriz söyleminin, toplumsal cinsiyet eşitliğine hizmet eden politikaların erozyona uğramasına yol açtığını gösteriyor. Bu, örneğin (Almanya’nın ani askeri büyümesi vakasında görüldüğü üzere) fonların “önemli alanlara” kaydırılması ya da bu alanlara doğru seferber edilmesi yoluyla gerçekleşiyor. Başka bir örnek vermek gerekirse, Avrupa Birliği’nde toplumsal cinsiyet eşitliğine dair yapılan bir çalışma 2008/2009 finansal krizinin 1990’lı yıllardaki ilerici toplumsal cinsiyeti ana akımlaştırma girişimleri için nasıl keskin bir dönüm noktası olduğunu göstermektedir, çünkü eşitlik ve sosyal politikalar birden ikincil olarak kabul edilmiştir.

Ermenistan ya da Azerbaycan gibi şiddetli çatışmaların devam ettiği veya barışın olmadığı, ama göreli bir istikrarın hüküm sürdüğü Gürcistan gibi ülkelerde ya da bölgelerde böylesi dış veya iç krizler, muhtemelen sosyal yapıların ve devlet yapılarının daha da zayıflamasına yol açarak, bu yerlerin sonu gelmeyen bir kriz ve istikrarsızlık uçurumuna daha da sürüklenmesine neden olabiliyor.

Peki bu döngü nasıl kırılır?

Kriz Döngüsünü Kırmak: Feminizm ve Barış

Feminist yaklaşımlarda temsilin önemli bir rolü vardır; ancak gerçek bir temsil toplantılardaki katılımcıların çeşitliliğinden daha fazlasını içerir. Sorumlu mevkilerdeki kadın sayısının artırılmasının siyasetteki cinsiyetçi dinamikleri değiştirmedeki işlevi yadsınamaz. Diğer yandan yüksek makamlarda ataerkil fikirlerle uyumlu hareket eden kadın halihazırda yeterince var. Bu nedenle de mevcut patriarkal yapıya yalnızca birkaç kadın daha eklemek, gerçek bir değişim getirmez. Döngünün kırılabilmesi için daha kapsamlı bir eyleme ihtiyaç var.

İhtiyaç duyulan şey, karar alma süreçlerinin tüm yönlerinde kadınların ve marjinal grupların somut temsilidir. Kadınların ve ötekileştirilen grupların katılımının ve seslerinin anlamlı bir etki yaratabilmesinin sağlanması için de zihniyetlerin ve yapıların değiştirilmesi gerekir. Daha radikal bir feminist dış politika nosyonu, daha önce tanınmayan aktörlere masada yer verdiği gibi, onların seslerinden, görüşlerinden ve deneyimlerinden yararlanmayı da taahhüt eder. Dahası ezber bozan, yani küresel ilişkilerdeki alışılageldik yöntemin ezberini bozan bir feminist dış politika kavramı, anlamlı bir etkinin yaratılması adına paranın da yer değiştirmesi gerektiğini kabul eder.

Dolayısıyla feminist bir dış politika, diplomatik ilişkilerde ya da savaş sonrası yeniden yapılanmaya ilişkin tartışmalarda (ki bunlar iyi birer başlangıç noktası olsa da) tek başına ve olsa ne hoş olur türünde bir strateji olarak görülemez. Aksine bu tür bir politika gerek içteki politikalarda gerekse dış ilişkilerde dönüştürücü bir değişimi uygulamaya kararlı ve her şeyi kapsayan bir model olmalıdır. Güçlü bir dışişleri bakanlığı kararlı bir feminist gündemle büyük bir etki yaratabilir; ancak bu, örneğin savunma, ticaret ya da kalkınma politikalarının feminist pratiğin temel değerleriyle uyumlu olmaması halinde her zaman güvenilir olmaktan uzak olacaktır.

Barış, özellikle de eşitliğe ve salt devletler arasında değil, ama aynı zamanda toplumların içinde de keskin güç asimetrilerinin olmamasına dayanır. Her ne kadar savaş ya da şiddet, ilk bakışta devletler ya da gruplar arasındaki rekabetten kaynaklanıyor gibi görünse de, çoğu zaman ataerkil bir güç anlayışına ve tahakküm için ya da tahakküme karşı verilen bir mücadeleye gelip çatar. Bu dinamiklerin, özellikle de ezilenlerin bakış açısından anlaşılması içinse feminist akademisyenler uzun bir süredir patriarkal toplumsal yapılarla olan bağlantıya dikkat çekmektedir.

Aile içi şiddete maruz kalma, yalnızca sosyal hayata katıldığı için bile sürekli güvensizlik içinde olma, üreme haklarından mahrum edilme ya da cinsel suçluların sınırlı olarak kovuşturulması gibi yasal adaletsizlik örneklerinden de görüleceği üzere kadınların ve ötekileştirilen diğer grupların gündelik yaşamda maruz kaldıkları şiddetin sürekliliği savaş ve baskıyla aynı mantığı izler. Kadına yönelik şiddet son derece keskin güç asimetrilerinden kaynaklanır. Her feminist hareket de genellikle tehlikeli derecede şiddet yanlısı olan toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı grupların tepkisiyle karşılaşır. Dolayısıyla barış için çalışmak (toplumsal cinsiyet) eşitliği için çalışmayı da gerektirir.

Peki Ama Ne Yapmalı?

Barış için çalışmanın eşitlik (toplumsal cinsiyet eşitliği) için çalışmayı gerektirdiğini ileri sürmek, akıllara kaçınılmaz olarak feminist bir dış politikanın nasıl işlevselleştirileceği sorusunu da getirir. Toplumsal cinsiyet rollerine dair muhafazakâr anlayışların, demokratik olmayan ve hatta otoriter yönetim tarzları ve siyasetteki genel kadın düşmanlığıyla el ele gittiği bir ortamda bu kaygılar daha da artmaktadır.

Geleneksel olarak dönüştürücü ve ezber bozucu bir değişim, sivil toplumun baskısı ve aktivistlerin savunuculuğuyla hayata geçirilmiştir. Bu durum özellikle de toplumsal cinsiyet eşitliğiyle eşitlikçi ve barışçı yapıları ilerleten mücadeleler için söz konusudur. Feminist barışa ve istikrara katkıda bulunabilecek anlatıların oluşturulması ve paylaşılması için güçlü (ulus ötesi) ittifaklar önem taşır. Almanya gibi feminist bir dış politikaya sahip olduğunu ilan eden hükümetlerin, ikili veya uluslararası ilişkilerde bu türden (tabandan gelen) ağların oluşturulmasına ve görünürlük kazanmalarına destek olmaları gerekir. “İşleri başka türlü yapmak” adına en önemli başlangıç noktası, geleneksel diplomasi araçlarına yeni bir yaklaşım getirmektir. Örneğin genel eğilim, feminist olsun ya da olmasın tabandan gelen aktivistlerin, uluslararası örgütlerin kolaylaştırıcılık rolü üstlendiği barış müzakerelerinden yapısal olarak dışlanmaları yönündedir. Bu durum özellikle resmi olmayan örgütler veya daha gevşek yapılı ağlar için geçerlidir.

Ancak inanılır ve hesap verebilir bir feminist dış politikanın izlenmesi, bir hükümetin bir diğer devletle kurduğu daha geniş kapsamlı ilişkiler üzerinde de durup düşünmesini gerektirir. Ticari ilişkiler patriarkal ya da ayrımcı sosyal yapılara nasıl katkıda bulunur? Hatta bu ekonomik bağlar, şiddet içeren çatışmalar için nasıl bir kaldıraç etkisi yaratır? Dış ilişkilerin önceliklerine kimler karar verebilir ve bu önceliklerin şekillendirilmesinde kimler yer alır? Para akışları (hibeler ya da krediler) değiştirilmezse, bir dış politikanın ezber bozan bir şekilde feminist olması pek de mümkün olmaz. 

Alman perspektifinden bakıldığında, Güney Kafkasya’daki barış ve demokrasiye feminist bir katkı, aktif bir barış taahhüdüyle esaslı temsil ve katılımın sağlanmasına yönelik birbiriyle kesişen bir yaklaşım temelinde olmalıdır. Bu da devlet dışı aktörlerin, örneğin sivil toplum temsilcilerinin, ikili ilişkilere katılımlarının sağlanması anlamına gelir. Geniş çerçevedeki sesleri bu politikaların oluşturulmasına dahil etmeden başarılı politikaların sürdürülebilir bir şekilde tesis edilmesi de mümkün olmayacaktır. Bunun için hükümetin kendi temsilcilerini, örneğin resmi ziyaretler yaparken ya da ticaret anlaşmalarını kolaylaştırırken bu türden kılavuz ilkeler temelinde hareket etmekten sorumlu tutması da gerekir. Almanya’daki feminist ağlar ve feminist dış politika savunucuları, çalışmalarını güçlendirmek adına yerel aktivistlerle ittifaklar kurarak ve taleplerini Almanya veya Avrupa Birliği'ndeki politika yapıcılara görünür kılarak Güney Kafkasya'daki feminist mücadeleleri destekleyebilirler.

Sonuç olarak feminist dış politika ve feminist barış, güçlü ulus ötesi dayanışma ağlarının varlığına bağlı uzun süreçlerdir. Kriz döngülerini kırmak adına çaba sarf etmek gerekir, ancak esas olan krizlerin art arda gelmesini durdurmak için eşitliğin ezber bozan bir unsur olması gerektiğini anlamaktır. Bu, feminist dış politikayı krizlerle boğuşan bölgeler için gerçekçi olmayan bir ütopya haline getirmez, aksine uzun süredir başarısız olan geleneksel yaklaşımlara değerli bir alternatif sunar.

Yayının içeriği yazarın sorumluluğundadır ve hiçbir şekilde Heinrich Böll Vakfı Tiflis Ofisi - Güney Kafkasya Bölgesi'nin görüşlerini ifade ettiği şeklinde yorumlanamaz.