Günümüzün otoriter yöneticileri kurbağa kaynatır gibi yavaş yavaş ısıyı artırarak sizi kaynatacak. Hukukun üstünlüğü ile yönetilen demokratik bir devletin vatandaşı olarak, kendinizi bir sabah aniden otoriter bir rejimin içinde bulmayacaksınız. Hiç fark ettirmeden her yanınızı saracak. “Milli egemenliğin yeniden kazanılması”, “milli gurur” gibi boş sloganların arkasına saklanmış olarak.
Sırf soyunuzun tarihine saldırmak amacıyla ülkenize dışarıdan “yabancı değerler” sokulduğuna dair bir şeyler duymaya başlayacaksınız. Çocuklarınız, vatandaş olmanın, ulusunuza kök salmış esas dinin müridi olmak anlamına geldiğini öğrenmeye başlayacaklar. Bu günlerden birinde, kamu medyasında azınlıklara veya bağımsız hakim ve savcılara yönelik başka bir saldırı haberini daha gördükten sonra elinize bir keçeli kalem ve karton alıp üstüne tek bir sözcük yazacaksınız: “Anayasa”. Gözaltına alındığınızı ve göz altına alındığınız şehir merkezine 40 km uzaklıktaki ücra bir polis karakoluna götürüldüğünüzü fark ettiğinizde çok şaşıracaksınız. Ama artık içine sıkışıp kaldığınız o kaynayan kazandan atlamak için çok geç olacak.
Bu cümleleri yazmak kahredici. Hukuksuz bir ülkede hukukçu olmak kahredici. Ama bir kez susarsak, otoriterler kazanır. O yüzden susmayacağım. Hatta AB, NATO, BM ve Avrupa Konseyi üyesi Polonya’da yerle bir edilmekte olan insan hak ve özgürlüklerini savunmak için sesinizi neden yükseltmeniz gerektiğine dair üç neden sunacağım size.
Birinci neden: Sizi böyle korkutuyorlar
Bugün, barışçıl bir protestocunun gözaltına alınması üzerine yapılan şikâyet sonucunda açılan davanın duruşmasındaydım. Polonya’da hukukun üstünlüğü ilkesinin içinde bulunduğu krizin aynı zamanda sizin de sorununuz olduğunu düşünmemin birinci nedeni bu duruşmadır. Mevcut iktidar koalisyonunun 2015’teki parlamento seçimlerini kazanmasından bu yana Polonya’da, bir demokratik hukuk devletinin işleyişini sürdürmesi için hayati önemde olan anayasal denge ve denetim mekanizmalarına yönelik benzeri görülmemiş bir saldırı yaşanıyor. Yeni siyasi iktidar karşısında ilk düşen Anayasa Mahkememiz oldu; mahkeme şu anda tamamen yeni hâkimlerden oluşuyor, bunlardan ikisi iktidar partisinde eskiden milletvekilliği yapmış isimler. Bu hâkimler cumhurbaşkanı önünde yemin ettikten sonra iş başına geldiler, eski iktidar çoğunluğunun seçtiği adaylar henüz görevlerinin başındayken üstelik. Bir sonraki adım, Adalet Bakanına aynı zamanda Genel Savcı yetkisi verilerek başsavcılık makamının gaspedilmesiydi; bu suretle iktidar Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun siyasi denetimini ele geçirmiş oldu ki bu, ülkedeki tüm yeni hâkim atamalarının, kelimenin tam anlamıyla, siyaseten programlanabileceği anlamına geliyordu.
Ama bütün bunların elimizde bir karton parçasıyla barışçıl bir gösteri yaptığımız yerden gözaltına alınıp 40 km uzaktaki bir polis karakoluna götürülmemizle ne ilgisi var? Şöyle ki; yürütme ve yasama erkleriyle çok yakın temas halindeki bir Anayasa Mahkemesi, bu erklerin siyasi gündemlerine meyyaldir ve genellikle belirli siyasi fikirler lehinde hükümler verir. Örneğin, 22 Ekim 2020’de yaptığı gibi, aslında ülkede kürtajın yasaklanması anlamına gelen bir düzenlemeyi onaylayabilir. Esasen, şimdi hamileliğin sonlandırılması sadece iki durumda mümkün: hamileliğin kadının sağlığı ve yaşamını tehdit etmesi ve bir tecavüz fiilinin sonucu olarak ortaya çıkması durumunda. Tam da bu yüzden, devletin elleri sizin veya kız kardeşinizin, annenizin, kız arkadaşınızın, arkadaşınızın veya kızınızın boğazına uzanmış durumdadır. Bunun üzerine barışçıl protesto hakkınızı kullanmak üzere sokağa çıkarsınız. Oysa hâlâ bunu yapabileceğinizi sanmakla, sonuçta demokrasi diye bir şey var diye düşünmekle hata etmişsinizdir.
İkinci neden: sizi ezmek için kanunu böyle çiğniyorlar
Hükümet, istediğini yapabileceğini çok erken fark ettiğinden, pandemi nedeniyle olağanüstü hal uygulamamaya karar verdi; uygulasaydı takdirle karşılanırdı ama bunu bile bile yapmadı, çünkü istediği şey bu değildi, olağanüstü hal ilanı bir süre sonra özgürlüklerin kısıtlandığı algısına yol açabilirdi. Ne yaptı peki? Hukuku çiğnedi ve Anayasayı hiçe saydı. Nihayetinde kim peşini kovalayacaktı ki? Polonya Anayasası’na göre normlar hiyerarşisinde en alt sırada yer alan yönetmeliklerle hükümet etmeye başladı. Yönetmelikler, yasalardan önce gelir oldu (normal zamanlarda yönetmelikler, bugün artık yerini almış bulundukları yasaların uygulanış biçimini gösteren teknik düzenlemelerdir). Toplantı ve gösteri düzenlemek böyle bir düzenlemeyle apaçık yasaklandı; elbette Covid-19 önlemleri nedeniyle. Kolluk kuvvetleri bu yasağı, sağlık kurallarına uymadıkları gerekçesiyle protestocular üzerinde uygulamaya başladı. Yanlış bir şey yapmadığını bilen protestocuların çoğu, kimlik göstermeyi reddetti; bu davranışın da başlı başına kabahat kapsamında değerlendirilmesi, uymayanları gözaltına almak için yeterli bir neden haline geldi.
Barışçıl protestocuların gözaltına alınması sürekli yargısal şikayetlere konu oluyor. Vatandaşlar, ombudsmanlık kurumu ve sivil toplum kuruluşları, bu gözaltı uygulamalarının yasallığını, dayanağını ve haklılığını sorguluyor. Bazı mahkemeler protestocularla aynı fikirde; toplanma özgürlüğünü yasaklayan düzenlemelerin anayasaya aykırı olduğunun ve polisin kimseye rastgele kimlik soramayacağının altını çiziyorlar. Bazı mahkemelerse, gözaltıların polis tarafından gerçekleştirilmesi durumunda, kişinin bir kabahat işlediğinden şüpheleniliyorsa ve usulüne uygun olarak tutanak tutulup savcıya bildirilmişse bu gözaltıların yasal dayanağa sahip olduğu fikrinde.
Üçüncü neden: sizi böyle yalnızlaştırıyorlar
Yani devletiniz açıkça insanların özgürlüklerine engel oluyor. Ama sizin için mücadele edecek AB ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) var, değil mi? Yine yanlış. İlk olarak, Nisan 2020’de, Polonya Yüksek Mahkemesi bünyesinde görev yapan Disiplin Dairesi hakkında geçici tedbir uygulanmasına karar verildiğini duyuran Avrupa Adalet Divanı’na (AAD) bir bakalım. Hâkimler, savcılar ve avukatlar hakkındaki disiplin soruşturmalarını yürütmekle görevli, yarı yargısal yetkilere sahip olan bu Daire’nin tamamı, artık siyasi bir niteliğe bürünmüş olan Hâkimler ve Savcılar Kurulu tarafından atanmış hâkimlerden oluşuyor. Bundan dolayı, ülkedeki hukukun üstünlüğü ilkesini savunan ve bu dairenin bağımsız olmadığını gören hiçbir hukukçu, Polonya ve Avrupa hukuk standartları bakımından bu daireyi bir yargı organı olarak kabul etmez. Disiplin Dairesi, kendisi ile ilgili davada nihai bir karar verilinceye kadar faaliyetine ara vermesini gerektiren geçici tedbir kararını görmezden geldi. Yetmedi, Avrupa Adalet Divanı’nın verdiği bu geçici tedbir kararına uyması gerekip gerekmediğini Anayasa Mahkemesi’ne sordu; aslında, AB hukukuna uymam gerekiyor mu, gerekmiyor mu sorusuydu bu.
Bu soru, hukukun üstünlüğü konuları açısından hiç de iç açıcı görünmüyor, özellikle de Anayasa Mahkemesi’nin başkanlığı görevini yürüten kişinin, yani Julia Przyłębska’nın yakın zamanlarda söylediği “Diğer (insan hakları ve özgürlükleri konularını ele alan) mahkemenin AİHM kararları Polonya hukuk sistemini hiçbir şekilde etkileyemez” sözü düşünüldüğünde. Buradan, Anayasa Mahkemesi’nin Avrupa Adalet Divanı konusunda da aynı mantıkla hareket edeceği, yani AAD’nin etkide bulunduğunu ileri sürecçeği varsayılabilir.
Ama yine de yukarıda anlatılanları neden kafaya takasınız ki? Çünkü bu bir şablondan başka bir şey değil ve bu şablon tekrar tekrar kullanılabilir. Polonya’da, Macaristan’da, Çek Cumhuriyeti’nde, Almanya’da, Fransa’da, İspanya’da, Yunanistan’da... her yerde.