Göç hikayelerinin nasıl ulus-ötesi ve kültürler-ötesi bir niteliğe bürünebildiğini, kendisini ulus-devletin referanslarından özgürleştiren ve uzun zaman boyunca bastırılmak zorunda kalınmış olan bir kültürel mirası yeniden keşfeden genç kuşağa bakarak anlamak mümkün.
Bu yazı, ulus-ötesi ve kültürler-ötesi bir zeminde, birbirinden çok farklı kesişim kümelerini harmanlayan bir ailenin torunu olan Rüya’nın[1] perspektifine odaklanıyor ve onun, hem ailesinin göç hikayeleriyle hem de aidiyet, katılım ve temsiliyetle nasıl başa çıktığını anlatıyor. Bu çalışma, çokkuşaklı göçmen işçi ailelerde kimlik süreçleri, ayrımcılık deneyimleri ve güçlendirme stratejileri üzerine yaptığım uzun süreli etnografik araştırmanın sonuçlarına dayanıyor.
Yazının hazırlanması sürecinde reşit olan Rüya, Almanya’da gerçekleşen son seçimlerde ilk kez oy kullandı. Ama büyükanne ve büyükbabaları, Almanya’da yaşayan ancak Alman vatandaşı olmayan 10 milyondan fazla insan gibi oy kullanamadılar. Rüya’nın annesinin ebeveynleri, Duvar inşa edildikten birkaç yıl sonra “misafir işçi” olarak Türkiye’den Batı’ya, o zamanki Batı Almanya’ya gelmişlerdi. Babasının ebeveynleri ise, Yunanistan’dan o zamanki Doğu Almanya’ya siyasi mülteci olarak sığınmışlardı.
Rüya’nın annesi Türkiye’de bir köyde dünyaya gelirken, babası Doğu Almanya’da, dayısı Batı Almanya’da doğmuştu. Kendisi, erkek kardeşi ve kuzenleri ise Duvar yıkıldıktan sonra birleşen Almanya’nın çeşitli kentlerinde dünyaya geldiler.
Rüya’nın büyükanne ve büyükbabaları uzun ve zorlu bir çalışma hayatının ardından yaklaşık 20 yıl önce emekli olduklarında, doğdukları ülkeyle göç ettikleri ülkeler arasında, yani Almanya-Türkiye ve Almanya-Yunanistan güzergahlarında gidip geldikleri bir dönem başladı. Bu yolculuklar ve farklı yerlerde yaşamak üzerine kurulu bu rutin, Rüya’nın baba tarafından dedesinin hastalanıp hayatını kaybetmesine kadar devam etti. Büyükannesi bakıma muhtaçtı. Büyükbabanın mezarı şu anda Neustadt’ta bir Yunan mezarlığında bulunuyor. Avrupa’nın merkezinde yer alan ve tarihsel olarak Doğu ile Batı arasında sürekli değişen kozmopolit bir göç şehri olagelmiş olan Neustadt, sürpriz bir biçimde Rüya’nın annesinin ve babasının aileleri için nesiller boyunca bir yuva oldu. Ailenin çocukları ve torunları da, bütün ulusal, etnik-kültürel, dini ve dil bariyerlerine rağmen sınırlar ötesine gidip gelen ve ülkeler arasında köprüler kuran fertler haline geldiler.
Ama bir taraftan da hem göç ettikleri ülkede hem de kendi ülkelerinde hak ettikleri kabul ve onayı göremediler ve bu durum hem Batı Almanya’nın “misafir işçileri” hem Doğu Almanya’nın sözleşmeli işçileri hem de mülteciler için geçerliydi.
Diasporadaki torunlar kuşağında bastırılan ve unutturulmak istenenlerin yeniden canlanması
“Benim pek hoşuma gitmeyen şey, Zazacayı çok iyi öğrenememiş olmamız. Türkçeyi önemsemiyorum. Benim öğrenmek istediğim dil, Zazaca. Köklerimin bu dilde olduğunu hissediyorum. Bütün hücrelerimde hissetmek istiyorum bu dili. Çünkü giderek yok oluyor, ölüyor Zazaca. Bir gün çocuklarım olduğunda, onlara, ‘Öğrenmenizi istediğim bazı şeyler var’ diyeceğim.”
Rüya’nın bir depremzede olan büyükbabası Hasan, 60’lı yılların sonunda “misafir işçi” olarak Dersim’den Almanya’ya gelmiş, aradan epeyi bir zaman geçtikten sonra sırasıyla önce eşi Gülperi’yi, sonra dört çocuğunu Almanya’ya getirmiş. Rüya’nın annesi Gül bu çocuklardan biri. Bu arada ailenin Almanya’da bir çocuğu daha olmuş, onu ise torunlar izlemiş. Şu anda üniversiteye giden Rüya gibi hepsi burada doğup büyümüşler.
Aile köyden göç edene kadar ağırlıklı olarak Zazaca konuşuyorlarmış. Anne Gülperi eskiden olduğu gibi şimdi de sadece Zazaca, daha doğrusu Zazaca-Türkçe karışımı bir dil konuşuyor.
Rüya’nın annesi Gül 70’li yılların başında, henüz yedi yaşındayken Neustadt’a geldi ve okula başlar başlamaz doğrudan Türk misafir işçi çocukları için düşünülen yabancılar sınıfına kaydedildi. Sınıfta Türkçe’yi ilk kez öğrenirken ana dili Zazacayı unuttu. Zazaca konuşan bir çocuk olarak önce Türkiye kökenli arkadaşları tarafından dışlandı. Karma sınıfa geçtiğinde ise ona atfedilen Türklük nedeniyle aynı muameleyi gördü. Gül, Zazaca’nın ona verdiği aidiyetin ve buna bağlı olarak toplumdan çifte yabancı yaftalamasıyla dışlanan ‘yabancı’ kimliklerinin bilincine ancak ailesiyle birlikte göç ettiği bu yerde vardı. Nispeten ayrıcalıklı statülere sahip olan ve resmi olarak tanınan iki grup tarafından kabul görmek için, bilinçdışı bir stratejiyle ailesinin dili olan Zazacayı bastırdı ve unuttu. Buna paralel olarak resmi dil statüsündeki iki yabancı dil öğrendi: Önce çoğunluk toplumunun dili olan Almancayı ve diaspora toplumunda hakim durumda olan Türkçeyi.
Rüya’nın annesinin ailesi Türkiye’de Tovar’da yaşarken Zazaca henüz varlığı kabul edilmeyen yasak bir dildi ve bu dil, Türkçeden farklı olarak Hint-Avrupa dillerinin İrani diller alt sınıfında yer alıyordu. Türkiye’de ise toplumda baskın olan tek resmi dil Türkçeydi, bugün de öyle. Hasan ve ailesi, aynı zamanda Alevi oldukları için toplumda baskın olan ve devletin meşru gördüğü Sünni mezhebinden ayrılıyorlardı ve farklıydılar.
Hatırlayarak, yüzleşerek ve barışarak sağaltım
Devletin 1938’de Dersim’de yaptığı ve bugüne değin yüzleşilmeyen kitle katliamından Maraş ve Sivas’ta yaşanan ölümcül pogromlara ve günümüzdeki ayrımcılık biçimlerinin tamamına varan bir yelpazede, Zazaca konuşan Alevilerin tarihine ve yaşanmışlıklarına da inkar, ayrımcılık, baskı ve şiddet damgasını vurdu, tıpkı ayrımcılığa uğrayan Ermenilerin, Hıristiyanların ve Kürtlerin başına geldiği gibi. Yüzleşilmeyen bu tarihin gölgesi hala Türkiye’nin ve buna bağlı olarak diaspora toplulukların üzerinde ağır bir yük oluşturuyor. Bu geçmişi hatırlamak, onunla yüzleşmek ve hesaplaşmak ve nihayetinde kalıcı bir barışmanın ve sağaltımın yolunu açmak, Almanya’daki topluluklar için de elzem durumda. Günümüzde yaşanan ulus-ötesi göç, kapı araladığı eleştirel tartışmalar ve buna bağlı olarak Siyahi, Yerli ve beyaz Olmayan İnsanların[2] müdahaleleri sayesinde, özellikle de ayrımcılığa ve (kolonyal) ırkçılığa dair kesişimsel deneyimlerin zaman ve mekan boyunca bir arada düşünmeye olanak veren çok yönlü bir hatırlama tartışması başlatabilir.
Toplumsal ayrımcılığa ve ırkçılığa karşı kendini kanıtlamış bir eylem pratiği olan takiye, yani kişinin kamusal alanda kendi farklılıklarından söz etmemesi ve farklılığını gizlemesi, Rüya'dan önceki kuşaklar için denenmiş ve test edilmiş, varoluşsal bir korunma ve hayatta kalma stratejisi idi. Rüya yukarıdaki alıntıda annesini, dilsel ve kültürel miraslarını ona ve onun nesline aktarmamış olmakla eleştirirken, bu taklit geleneğinin aile içinde Almanya’ya göçten sonra da, ta diasporadaki torunlar kuşağına kadar devam ettiğini anlatıyor. Rüya bir taraftan da durumu kendi içinde eleştirel bir muhakemeden geçirip Zazaca öğrenmek isteğini ve yaşlı kuşakların iç takiyesini kendinden sonraki kuşaklara uygulamama arzusunu dile getiriyor.
Bastırılan, aşındırılan ve unutulmaya çalışılan bireysel, ailevi ve kolektif kültürel mirasın, bizim örneğimizde Zazaca dilinin, torunların ve daha sonraki kuşakların motivasyonuyla ve dili aktif olarak kullanmalarıyla yeniden canlandırılması (sosyal) psikolojide, toplum ve göç bilimlerinde çok iyi bilinen bir olgu. Bilimde “sosyal kalıtım” olarak adlandırılan bu olguyu Rüya şöyle dillendiriyor:
“Bende çoğunlukla şöyle oluyor: Atalarımın hissettikleriyle çok güçlü biçimde bir bağ kuruyorum... Onlar hakkında ne kadar çok şey öğrenirsem bu bağ o kadar güçleniyor ... Kulağa tuhaf gelebilir, ama bir şekilde hissediyorum o acıyı. Kendi dillerini konuşamadıklarında, kültürlerini yaşayamadıklarında hissettiklerini ben de hissediyorum. Sonra onlar bu kadar acı çektiği için ben bunu sonuna kadar dışa vurmalıyım, diye düşünüyorum.”
Öte yandan Rüya’nın kendinden önceki kuşakların örselenme deneyimleriyle empati kurması soyut ya da hayali bir şey değil, aksine, kendisinin maruz kaldığı ayrımcılık ve ırkçılık deneyimlerine dayanıyor. Rüya için, ailesinin yaşadığı ulus-ötesi göçler sırasında, farklı ulusal, etnik, kültürel, dilsel ve dini referanslarla dolu bir bireysel-toplumsal gerçeklik oluşmuş durumda. Bu tür hareket halinde çeşitlenme ve melez müphemlik durumları, Almanya, Yunanistan ve Türkiye gibi homojen olarak tasarlanmış ulusal topluluklar ve bu bağlamda kendilerini aynı şekilde konumlandıran insanlar ve gruplar tarafından kabul edilmesini zorlaştırıyor.
Rüya annebaba ve büyükanne.büyükbaba kuşağının aksine kendini güçlendirerek çeşitli stratejiler kullanmayı, aidiyet sıçraması (code switching) ve karışımı (code mixing) uygulayarak konumlandırmayı, ama aynı zamanda müphemlik içinde kalarak her türlü yeni pozisyona açık olmayı öğrendi. Bunu kendisi şöyle dile getiriyor :
“Doğruyu söylemek gerekirse ne olduğumu, kim olduğumu ifade edebilmek çok da önemli değil benim için. Genel olarak da önemli değil ne olduğunu söyleyebilmek. Kimsin sen şimdi, Müslüman mı, Hıristiyan mı, söyle bana nesin? İyi anlaşabildiğin sürece hiç önemli değil bu. Sanırım bir şekilde konumlandırıyorum ben kendimi hep. Düşüncelerim de sabit değil; açık olmak önemli bence, düşüncelerine yapışıp kalmamalısın, her gün yeni insanlarla tanışıyorsun.”
Göç, değiş(tir)mek ve sürekli dönüşüm içinde olmak demektir
Göçler, sadece görünürde kişiye özgüdür. Aslına bakıldığında toplumsal olgulardır, mikro düzeyde çoğunlukla ailevi ilişkilerle iç içe geçmiş durumda ve tek tek bireyler açısından, ayrılık ve kayıp deneyimlerinden uyum baskılarına kadar büyük handikaplar ve zorluklar içerirler. Ancak aynı göç hareketleri bir taraftan da, kalıplaşmış (düşünce) alışkanlıklardan ve zor yaşam koşullardan kurtulmak ve yeni ufuklara kanat açabilmek için bir fırsat bir umut teşkil ediyor.
Rüya’nın iki ailesi de dönüşüm içindeki bu yaşama dair çok iyi birer örnek teşkil ediyorlar. Ulus-ötesi ve kültürler-ötesi bir düzlemde iç içe geçmiş, birden fazla kuşağı içinde barından ailelerin bir üyesi olarak Rüya’nın şahsında ve biyografisinde, kişilerin kendilerini konumlandırma ve ilişki oluşturma biçimleri açısından nesilleri aşan biçimde devam eden çeşitlenmeler ve melezleşmeler, yeni yaşam öyküleri, yeni ailevi ve toplumsal gerçeklikler ve yeni kaynaklar ortaya çıkarıyor. Rüya’nın sosyal ve kültürel anlamda bağlı olduğu toplumlar ve ülkeler Almanya, Türkiye ve Yunanistan , farklılıklarını ve göç bağlamındaki toplumsal gerçekliğin aslında kendi gerçeklikleri olduğunu anlamakta ve içselleştirmekte, kendilerini bu kurumsal ve yapısal dönüşüm sürecine açmakta halen zorlanıyorlar. Öte yandan göçün aktörleri, kendileriyle birlikte bu gerçekliğe de geri dönülmez biçimde ve kalıcı olarak damgalarını vurmuş ve onu değiştirmiş durumdalar. Bu pencereden bakıldığında Rüya’nın kendi biyografisi ve aile biyografisi ve bunları birleştiren yaratıcı bir kimlik oluşturma çabası, hem olası hem de aktüel bir birarada yaşama vizyonunu ve bunun ipuçlarını da ortaya çıkarıyor. Ancak bunu başarmanın yolu her türlü ayrımcılığa ve ırkçılığa karşı yönelen dirençli ve tutarlı bir eylemlilikten geçiyor. Keza göçün damgasını vurduğu toplumsal çeşitliliğin her görünümünün kıymetini bilmek, bunları korumak ve güçlendirmek de gerekiyor. Kalıcı, sürdürülebilir ve açık bir çözülme ve iç içe geçme süreci olarak göç, bu anlamda yaratıcı pratiklerle katı sınırların ve düzenlerin ötesine geçip yeni ve farklı olana açık olmayı, değiş(tir)meyi ve sürekli olarak akış ve dönüşüm içinde olmayı gerektiriyor.