Doğu Akdeniz’deki ihtilaf
Akdeniz, tarihi önemi olan kadim bir deniz. İlk savaş gemileri ve sabit filolar bu sularda kullanılmaya başlandı. Deniz tarihsel olarak Kuzey ve Güney’deki uygarlıklar arasında deniz bağlantısı görevi gördü. Roma İmparatorluğu’nun ekonomik istikrarı Akdeniz su yolları üzerinden Mısır'dan kuzeye kesintisiz devam eden tahıl tedariğine bağlıyken, Doğu Akdeniz’deki barış ortamı Avrupa’nın siyasi istikrarına daima katkıda bulundu. Son zamanlarda bölgede keşfedilen doğal kaynakların Avrupa’ya taşınmasına ilişkin boru hattı projeleri, tarihin tekerrürünün bir başka örneğini teşkil ediyor. Bu bağlamda, Türkiye ile Yunanistan arasında devam eden sorunun barışçıl çözümü günümüz Avrupasının istikrar ve refahına katkı sağlayacaktır.
Bununla birlikte, yakın zamanda keşfedilen doğal kaynaklar bir yandan bölgenin ekonomik refahı için umut verirken, öte yandan da Türkiye ile Yunanistan arasında gerginliğin artmasına ve askeri çatışma riskinin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Tarafların çakışan deniz alanlarında NAVTEX ilan etmeleri ve ihtilaflı bölgelere sismik araştırma gemileri göndermeleri krizi en yüksek noktasına tırmandırdı. Türkiye ile Libya ve Yunanistan ile Mısır arasında yapılan son deniz anlaşmalarıyla çatışma en geniş sınırlarına ulaştı. Esasında söz konusu anlaşmazlık, deniz güvenliği, seyrüsefer ve bölgedeki doğal kaynakların potansiyelinin stratejik önemini vurguluyor. Sorunun askeri ve siyasi yönlerine ilişkin fazlaca tartışma olsa da, anlaşmazlığın hukuki boyutlarıyla ele alınması son derece önemli.
Türkiye-Libya deniz sınırı anlaşması
Türkiye ve Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) 27 Kasım 2019’da bir deniz sınırlandırma anlaşması imzaladı. Anlaşma, Doğu Akdeniz’de ortay hat çizmek suretiyle Türkiye ve Libya anakaraları arasındaki Münhasır Ekonomik Bölge’nin (MEB) sınırlarını çiziyor. Türkiye'deki muhalefet partilerinden de güçlü destek alan bu anlaşmanın sağlam bir hukuki zemini bulunduğunu söylemek güç.
MEB, kıyı devletlerine 200 mile kadar uzanan alanlarda doğal kaynakların kullanılması ile yapay ada ve platformların kurulması dahil, bir takım ekonomik faaliyetler üzerinde münhasır yetkiler tanıyor. Bu çerçevede, Libya-Türkiye anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte ulusal basında ve yetkililerce, Türkiye’nin yeni bir yaklaşımla ekonomik yetki ve nüfuz alanını genişlettiği, Yunan tarafı harekete geçmeden adeta “şah-mat” taktiğiyle hamle yaptığı ve psikolojik üstünlüğü ele geçirdiği ifade ediliyor. Anlaşmanın Birleşmiş Milletler tarafından tescil edilmesiyle artık kesinlik kazanacağı ve Yunanistan tarafından kurulan oyunun bozulacağı ileri sürülüyor. Buradaki söylemler yanlış olmakla kalmayıp, uluslararası hukuk normlarıyla bazı çelişkiler içermektedir.
Öncelikle, deniz alanlarının sınırlandırılması hukukuna göre yeni yaklaşımlar geliştirerek, ilk harekete geçen olarak veya oldu bittilerle deniz alanı kazanmak mümkün değil. Sınırlar yenilikçi yaklaşımlarla ya da konjonktürel mülahazalarla belirlenemez. Bir devletle ilişkilerin en iyi olduğu dönemde ortaya çıkacak sınır ile ilişkilerin en kötü olduğu dönemde ortaya çıkacak sınır aynı olmalıdır. Yerleşik içtihatlara göre denize hakim olan faktör konjonktürel ve siyasi anlaşmalar değil “kıyı coğrafyası”dır.
Bahse konu anlaşmanın öngördüğü deniz sınırı Türkiye ile Libya anakaraları arasında bir ortay hattan oluştururken, Girit ve Rodos gibi Akdeniz’deki büyük Yunan adalarının MEB’ni yok sayıyor. Söz konusu Yunan adalarının MEB alanını tamamen ihmal eden bir iddianın uluslararası hukuk otoriteleri tarafından kabul görmesi mümkün değil. Sardinya, Korsika ve Shetland gibi Girit ile benzer özelliklere sahip adaların deniz sınırlarına tam etkiye sahip olduğu akılda tutulmalı. Dolayısıyla, Türkiye’nin Libya ile bir deniz sınırının olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Ayrıca, bir anlaşmanın içeriği uluslararası hukuk normlarıyla bağdaşmıyorsa, anlaşmanın Birleşmiş Milletler tarafından tescil edilmesi bu anlaşmayı hukuka uygun hale getirmez. Hakeza, bir anlaşmanın Birleşmiş Milletlerce tescil edilmesi, anlaşmanın içeriğinin onaylandığı veya anlaşmanın diğer devletler için bağlayıcı hale geldiği anlamına gelmez. Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’nin bir anlaşmayı meşrulaştırma yetkisi bulunmuyor. Deniz sınırına karar verecek bir Birleşmiş Milletler otoritesi varsa bu Genel Sekreterlik değil Uluslararası Adalet Divanı’dır. Uluslararası Adalet Divanı’nın vereceği bir karar, anlaşmazlığın tarafı olan tüm devletler için nihai ve bağlayıcı olacaktır.
Benzer şekilde, iki taraflı bir anlaşma yalnızca imzacı taraflar için bağlayıcı olabilir. Bu açıdan, imzalanan Libya-Türkiye anlaşması Yunanistan ve GKRY dahil, üçüncü taraflar için bağlayıcı değil. Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin 34. maddesinde bir antlaşmanın “rızası olmadan üçüncü bir devlet için ne hak ne de yükümlülük” yaratmayacağı kayıt altına alınmıştır. Özellikle deniz sınırlandırma hukukunda bu prensip çok daha katı şekilde varlık göstermektedir. Tarafların, hak ve çıkarları etkilenebilecek devletlerin yokluğunda tek taraflı sınırlandırma yapamayacağı uluslararası mahkemeler tarafından defalarca dile getirilmiştir. Diğer devletleri de etkileyen böyle bir sınır, uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde ve ilgili tüm tarafların onayıyla belirlenebilir.
Meşruiyeti ve geleceği tartışmalı olan bir hükümetle sınır anlaşması akdetmek de esasen uluslararası hukukun ruhuna uygun değil. Zira sınır hukuku kendine has özellikleri olan bir alan ve deniz sınırları kalıcı özellikte. Bir kez belirlenen bu sınırlar, kara sınırlarında olduğu üzere, sabit kalmalıdır ve değiştirilemez. Halihazırda Libya’da iç savaş devam ediyor ve mevcut hükümetin tanınması konusunda uluslararası toplum bölünmüş durumda. Türkiye ile Libya arasındaki deniz sınırını belirlemeye yönelik anlaşmanın sürekliliği, imzayı atan Libya hükümetinin geleceği gibi belirsiz.
Diğer bir ifadeyle, Libya Ulusal Mutabakat Hükümetinin (UMH) iç savaş sonucunda başarısız olması halinde bu sınır anlaşmanın feshedilme ihtimali hayli yüksek. Benzer bir durum Mısır’daki Mursi hükümetiyle imzalanan pek çok uluslararası anlaşmada da yaşanmıştı. Kısa süren Mursi hükümetinin sona ermesinin ardından ihtilaflı bazı anlaşmaların geçersiz kılındığı hatırlanmalı. Özetle, uluslararası hukuk iktidara yeni gelen hükümetin değiştirmesine olanak tanıyacak siyasi saiklerle belirlenmiş bir anlaşmaya müsamaha göstermez.
Diğer bir sorunlu husus, sınır anlaşmasının Libya tarafında icra edilebilirliği. UMH, Libya’nın büyük bir bölümü üzerinde yetki sahibi değil. Türkiye ile Libya arasında anlaşmaya konu olan Libya kıyıları, ki anlaşmanın yasal zemini burası, UMH’nin değil, muhalif güçlerin kontrolü altında.
Tanıma, daha spesifik olarak UMH’nin Libya’daki tek yetkili meşru güç olup olmadığı, çok temel bir mesele teşkil ediyor. UMH genel olarak “BM tarafından tanınan hükümet” olarak anılıyor. Bu durum gerçeği bire bir yansıtmıyor. BM Güvenlik Konseyi’nin UMH’yi tanıması güçlü bir gösterge olsa da BM’in uluslararası toplum adına bir devleti veya hükümeti tanıma yetkisi bulunmuyor. Bu yetki sadece diğer devlet ve/veya hükümetlere ait. Devletler uluslararası ilişkilerde ana aktörlerdir ve BM de dahil olmak üzere devletlerden daha yüksek bir otorite yoktur. BM Güvenlik Konseyi’nin girişimini uluslararası topluma bir “tanıma” dikte etmekten ziyade Libya’daki ulusal istikrarın tesisi amacıyla UMH’ye yetki ve destek verilmesi olarak görmek gerekir.
Dahası, Libya’da bölünmüş hükümetin bir sonucu olarak, Tobruk Meclisi bahse konu anlaşmayı onaylamayı reddediyor. Yasama organının onayı olmaksızın bir uluslararası anlaşma yürürlüğe girmesi mümkün değil ve meşruiyetini tamamlaması da zor.
Deniz sınırlamasında adaların rolü
Doğu Akdeniz’de, Türkiye ve Yunanistan’ın tezleri makulün ötesinde ve maksimalist iddialar içeriyor. Tarafların tezleri arasındaki büyük farklılığın esas sebebi “adaların, deniz sınırlandırılmasında sahip olduğu role” ilişkin tartışmadan kaynaklanıyor. Yunanistan MEB sınırlandırmasında adaların “tam etki” sahibi olduğunu iddia ederken Türkiye Yunan adalarının ve Kıbrıs’ın MEB sınırlandırmasında karasularıyla kısıtlı olduğunu savunuyor. Bu adalara, Yunanistan’ın iddia ettiği üzere kıyı anakarasına verilen etkinin aynısının verilmesi, Türkiye’nin iddia ettiği deniz alanının neredeyse üçte ikisini kaybetmesine neden olacaktır. Öte yandan, tersi bir yorum, Yunanistan’ın öne sürdüğü deniz alanını neredeyse yarıya indirecektir.
Adaların rolü yalnızca Doğu Akdeniz bağlamında değil deniz sınırlandırma hukukunun tarihsel gelişimi boyunca en tartışmalı konulardan biri olmuştur. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin (BMDHS) 121. maddesine göre, adalar diğer kara parçaları gibi kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgeye sahiptir. Bu kural, başka bir kara parçasının deniz alanıyla çakışmayan, izole ve kopuk bir ada için harfiyen uygulanmaktadır. Örneğin, Pasifik Okyanusu’nun doğusunda yer alan Fransa’ya ait, futbol sahası büyüklüğünde ıssız bir ada olan Clipperton tam deniz alanına sahip olup, en yakınındaki Belize, Honduras ve El Salvador'un kara parçalarının toplamından daha büyük bir deniz alanına hükmetmektedir.
Ancak bu kural, adaların ve anakaraların deniz yetki alanlarının çakıştığı durumlarda harfiyen geçerli değil. Deniz sınırlandırmasında bir adaya verilecek etki ve role ilişkin BMDHS’de açık de bir hüküm bulunmuyor. Geçmiş mahkeme kararları incelendiğinde, bahse konu çakışma durumlarında adaların etkilerinin belirlenmesinde adanın kendine has özellikleri (yüzölçümü, konumu, nüfus ve siyasi statüsü vb.) ile sınırlandırma hattı üzerinde oluşturduğu “bozma etkisi”nin dikkate alındığı görülür. Bozma etkisi ise, bu ada olmasaydı sınır hattının ne kadar farklı olacağı varsayımı üzerinden değerlendirilir. Bir adanın anakara kıyısına karşı konumlanmış olduğu durumlarda adaya genellikle kısmi bir etki verildiği görülmektedir. Diğer bir ifadeyle, başka bir anakaranın deniz alanıyla çakıştığı durumlarda adanın “tam etki” aldığı veya “tamamen ihmal” edildiği uç örnekler devlet uygulamalarında az.
Türkiye’nin Ege ve Doğu Akdeniz anlaşmazlıklarına ilişkin geleneksel yaklaşımı, “ters taraftaki (diğer ülke kıyısına daha yakın) adaların karasularının ötesinde deniz alanına sahip olamayacağı” şeklinde özetlenebilir. Diğer bir deyişle, iki anakara arasında belirlenecek hayali bir ortay hattın Türkiye tarafında kalan adalar, ancak karasularına sahip olmalıdır.
Türkiye’nin söz konusu iddiasını, prima facie, mahkeme içtihatlarına dayandırdığı bilinmektedir. Ancak, dayanak gösterilen davalardaki adaların özellikleri Doğu Akdeniz’deki adalardan belirgin farklılıklar içeriyor. Örneğin, kıyas yapılan Romanya v Ukrayna kararındaki Yılan Adası çok küçük bir kaya oluşumu. Hakeza, Nikaragua v Kolombiya kararındaki Quitasueño ve Serrana Adaları izole edilmiş küçük adacıklar. Bu adaları 600.000’den fazla nüfusa sahip, yerleşik nüfusa sahip devasa bir ada olan Girit’le karşılaştırmak, hukuktaki kıyas yöntemiyle bağdaşmaz.
Şayet Girit ve Rodos, benzerlik taşıyan adalarla kıyaslanacaksa, Sardinya, Shetland, Mayorka, Kanarya Adaları ve Korsika gibi coğrafi ve fiziki benzerlikleri olan adalar referans alınmalı. Zira, bahse konu adalar devletlerarası anlaşmalarda ve yargı içtihatlarında önemli bir etkiye sahip olmuştur. Bu itibarla, Doğu Akdeniz’de yapılacak olası bir sınırlandırmada, büyük Yunan Adalarının tamamen ihmal edilmesi gerektiği yönündeki katı argüman uluslararası hukukta karşılık bulmayacaktır.
Gelişen yargı içtihatları ve mahkeme kararları ışığında, bağımsız bir yargı organı önüne gitmesi durumunda Rodos, Çoban ve Kerpe adalarına yaklaşık 2/3 etki verilmesi; Girit adasına ise, konumuna, demografik ve coğrafi büyüklüğüne bağlı olarak yaklaşık tam etki verilmesi olasıdır (Şekil 1).
Benzer şekilde, Yunanistan’ın, Meis’e tam etki verilmek suretiyle Türkiye’nin güney projeksiyonunu kesme yönündeki talebi uluslararası hukuk nezdinde itibar görmeyecektir. Türkiye kıyılarından yalnızca bir mil uzaklıkta bulunan Meis adasının durumu, Doğu Akdeniz'deki diğer büyük Yunan adalarından belirgin şekilde farklı. Bu ada, sınır hattı üzerinde önemli bir “bozma etkisi” yaratmakta olup, hayali ortay hattın “ters tarafında” bulunmaktadır. En yakın olduğu Yunan adasından 120 km uzaklıktadır. Meis’in durumu, içtihatlarda “ihmal edilen” ve Türkiye’nin de sıklıkla referans verdiği “küçük adalara” yakinen benzemektedir (St. Pierre ve Miquelon Adaları ve İngiliz Kanal Adaları). Devlet uygulamaları ve emsal yargı kararları ışığında, tarafsız bir yargı merciine gidilmesi halinde, Meis’in çembere alma yöntemiyle (anklav) sadece karasularıyla kısıtlanıp, herhangi bir MEB alanına sahip olmaması beklenmelidir.
Doğu Akdeniz’deki deniz sınırlandırmasında Kıbrıs bağımsız ve egemen bir devlet olarak kabul edilecek (Türk ya da Yunan) ve diğer Yunan adalarının aksine “ters tarafta” bulunan “bağımlı” bir ada olarak değerlendirilmeyecektir. Bu nedenle, Kıbrıs’ın deniz yetki alanını yalnızca karasularıyla kısıtlı bırakmaya yönelik herhangi bir girişim, Libya v Malta kararında olduğu gibi, uluslararası bir mahkeme tarafından kabul görmeyecektir. Bununla birlikte, bölgenin özel yapısı dikkate alındığında Kıbrıs’ın coğrafi konumu, kendisinde daha uzun kıyı hattına sahip olan Türkiye’nin güneye açılımını ve kıyı hattı projeksiyonunu ciddi şekilde bloke etmektedir. Bu açıdan, “orantılılık ilkesi” ile “kesmeme prensibi” ışığında, Doğu Akdeniz’deki bir MEB sınırlandırmasında Kıbrıs’a 2/3 etki verilmesi hakkaniyetli olacaktır (Şekil 1).
Şekil 1 - Doğu Akdeniz’de eşitlikçi sınırlandırma (Harita: Saha-Data Araştırma)
Doğal kaynaklar ve Doğu Akdeniz boru hattı
Doğu Akdeniz’deki mevcut anlaşmazlığın bir diğer önemli nedeni komşu ülkelerin yürüttüğü hidrokarbon arama çalışmaları. Özellikle Kıbrıs adası çevresinde petrol ve gaz arama çalışmalarının 2000’li yıllardan beri bölgedeki gerilimi sık sık artırdığına şahit olundu.
Her ne kadar enerji güvenliği argümanı uluslararası diplomaside ve ikili müzakerelerde büyük bir öneme sahip olsa da, doğal kaynakların varlığı deniz sınırlarının mahkemelerce belirlenmesinde pek rol oynamıyor. Uluslararası mahkemeler deniz sınırını belirlerken genel olarak ekonomik faktörlere (doğal kaynaklar dahil) ağırlık vermekten kaçınıyor. Sınırlandırma süreçlerinde belirleyici unsurların ekonomik faktörler değil, coğrafi koşullar olduğu sıkça vurgulanmıştır.
Sınırlandırma süreçlerinde ekonomik faktörlerin dikkate alınmamasının nedeni basit. Mahkemeler, bugün yüksek talep gören doğal bir kaynağın değerinin ekonomik ve teknolojik gelişmelerle ya da piyasa koşullarının değişimiyle yarın düşebileceği düşüncesiyle hareket ediyor. Doğal kaynaklar temelinde bir sınır çizmek, bu koşulların değişmesi durumunda sınırın yeniden gözden geçirilmesini gerektirebilecektir. Halbuki deniz sınırları, kara sınırlarında olduğu gibi, kesin, kalıcı ve sürekli bir karaktere sahip. Ancak, yargı organına gitmeksizin, tarafların kendi aralarında yürüttüğü deniz sınırı müzakerelerinde doğal kaynaklar ve ekonomik faktörler belirleyici rol oynayabilir. Bölgedeki kaynakların hakça paylaşımını garanti altına alan ikili bir anlaşma hukuken geçerli olacaktır.
Bu bağlamda, Doğu Akdeniz Botu Hattı (East Med Pipeline) projesinin geleceğine ilişkin durumun da açıklığa kavuşturulmasında fayda var. İsrail denizinden çıkarılan doğal gazı Kıbrıs ve Girit üzerinden Yunanistan anakarasına bağlaması öngörülen Doğu Akdeniz Boru Hattı projesi Doğu Akdeniz’deki olası MEB sınırlandırmasından etkilenmeyecektir. Zira, BMDHS’nin 58. maddesinde belirtildiği üzere, diğer üçüncü devletler herhangi bir kıyı devletinin MEB'inde denizaltı boru hatları ve kablo döşeme özgürlüğüne sahip.
Bir sonraki adım
Mevcut gelişmeler ışığında, Doğu Akdeniz’deki Türkiye-Yunanistan deniz anlaşmazlığının yakın gelecekte çözülmesi olası görünmüyor. Tarafların gerçeklikten uzak maksimalist iddiaları devam ederken meseleyi dostane veya ikili diplomasi yoluyla çözme yönünde anlamlı bir girişim de bulunmuyor. Bilhassa, yeni dönemdeki Türk denizcilik anlayışını yansıtan “Mavi Vatan” doktrini milliyetçi ve maceracı tutumuyla anlaşmazlığın çözümünü güçleştiriyor (Şekil 2). Ayrıca, krizin her geçen gün derinleşmesi ve artan askeri çatışma riski, barışçıl bir çözümün önündeki ikinci engeli teşkil ediyor.
İhtilafın Batılı ülke veya kurumlar arabuluculuğuyla çözülmesi ihtimali de düşük. Türkiye, AB veya ABD himayesindeki potansiyel bir uzlaşmaya olan güvenini çoktan kaybetti. Dahası, AB’nin kendisine karşı Yunanistan ve Kıbrıs ile anlaşmalı hareket ettiğine dair haklı çekinceleri var. NATO’nun yakın zamandaki anlaşmazlığa müdahil olması, soruna uzun vadeli bir çözüm getirmekten ziyade olası bir askeri çatışmayı önleme amacıyla sınırlı. Hakeza Türkiye, Mısır, Suriye ve İsrail gibi diğer komşu ülkelerle bozulan ilişkileri nedeniyle bölgesel projelerden ve Doğu Akdeniz Forumu gibi girişimlerden dışlanmış durumda.
Anlaşmazlığın uluslararası bir mahkemeye taşınması seçeneği de şimdilik olası değil. Zira bunun için tüm tarafların yetkili bir mahkemenin yargı yetkisine rıza göstermesi gerekiyor. Ayrıca, Türkiye’nin Uluslararası Adalet Divanı nezdinde GKRY’yi muhatap alması Kıbrıs Cumhuriyeti’ni bağımsız bir devlet olarak tanıması riskini taşıyor. Yunanistan ise, bağımsız bir yargı mercii önüne gidildiğinde Meis’in etrafındaki maksimalist iddialarını kaybetme riskini almış olacak.
Her şeye rağmen, çözüm için karamsar olunmaması gerek. Bölgedeki refaha, barışa ve dostluğa inanan hukuk uzmanlarının ve karar vericilerin liderliğinin açabileceği bir fırsat penceresi mevcut. İlk koşul, her iki taraftaki askeri unsurların karar alma sürecine katılımını engellemek, karar otoritesini hukukçuların aktif rol aldığı sivillere bırakmak ve aşırı milliyetçi ve maksimalist söylemleri müzakere sürecinden çıkarmak olmalı. Hakkaniyetli bir Yunan hukuk uzmanı, Meis’in MEB sınırlamasında tam etkiye sahip olamayacağını, makul bir Türk uzman ise Kıbrıs ve Girit’in yalnızca karasuları alanıyla çevrelenemeyeceğini kabul edecektir. Bu iki uç noktada karşılıklı bir anlaşmaya varıldığında, dengeli ve eşitlikçi bir sınırlandırma hattına ulaşmak çok da zor olmayacaktır.