Göçmen ve mültecilerin pandemi günlerinde Türkiye'de sağlık hizmetlerine erişimi

Covid-19 pandemisi, toplumun her kesimini farklı şekilde etkiliyor. Sığınmacı, göçmen ve mültecilerin, dünyanın her yerinde salgın döneminin en kırılgan grupları arasında yer aldığını söylemek mümkün. Peki Türkiye’de pandemi günlerinde başta sağlık hizmetlerine erişim olmak üzere göçmen ve mülteciler ne gibi sıkıntılar yaşıyorlar?

Mülteciler çizimi

İçişleri Bakanlığı verilerine göre, 17 Nisan 2020 itibari ile Türkiye’de bulunan geçici koruma statüsüne sahip Suriyeli sayısı, 3 milyon 583 bin 584. Bu sayının sadece 63 bin 518’i kamplarda kalıyor. Yani milyonlarca Suriyeli mülteci, kentlerde yaşam mücadelesi veriyor. Düzensiz göçün uğrak durağı olan Türkiye’de, geçici koruma altındaki Suriyelilerin yanı sıra, sayısı bilinmemekle beraber binlerce kâğıtsız göçmen de yaşıyor.

Sağlık hizmetleri, geçici koruma statüsüne sahip olanlar ve olmayanlar için farklı. Geçici koruma altında bulunanlar için birinci basamak sağlık hizmetleri ile hastane hizmetleri ücretsizken düzensiz göçmenlerin benzer hizmetlerden faydalanması mümkün değil.  Ancak pandemi günlerinde, Nisan ayında yürürlüğe giren bir kararla düzensiz göçmenler için de durum en azından bu günler için biraz değişti.

 Salgınla mücadele kapsamında 13 Nisan’da alınan Cumhurbaşkanlığı kararı, Covid-19 şüphesiyle başvuran herkese sosyal güvencesi olsun olmasın kişisel koruyucu malzeme, tanı testleri ve ilaç tedavisinin ücretsiz sunulmasını şart koşuyor. Halk sağlığı uzmanı Dr. Deniz Mardin bu kararın, göçmenler için salgın sürecinde alınan ek önlemlerden biri olarak yorumlanabileceği kanaatinde.

Bu önlemlerin içinde yer alan kişisel koruyucu malzeme yani maske, salgının günlerinin en çok gündeme gelen konularından biri. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 3 Nisan’da pazar yeri ve market gibi kamusal alanlarda maske takma zorunluluğu getirildiğini açıkladıktan sonra 5 Nisan’da ücretsiz maske dağıtımına başlanmıştı. 6 Nisan’da ise maske satışı yasaklandı. Ancak her ne kadar mevzuat kapsamına sosyal güvencesi olmayanlar dahil edilmiş olsa da göçmenler maskeye erişimde sorunlar yaşadı. Eczanelerdeki ücretsiz maske dağıtımından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları gibi erişimde yaşanan sıkıntılar nedeniyle faydalanamadılar. Yaşanan sıkıntılar nedeniyle ücretsiz maske dağıtımı uygulamasına 4 Mayıs itibari ile son verildiği ve maske satışlarının yeniden başlayacağı açıklandı.

 Sağlık hizmetlerine dönecek olursak, Türkiye genelinde 29 şehirde 180 Göçmen Sağlığı Merkezi (GSM) var. Şu an Covid-19 şüphesiyle bu merkezlere başvuran göçmenlere ateş ölçümü yapılıyor ve kişiler gerekli görülürse hastanelere yönlendiriliyor. Covid-19 şüphesiyle sağlık kuruluşuna başvuran düzensiz göçmenlerin de herkes gibi sisteme kaydının yapılması gerekiyor. Hiçbir belgesi olmayan ya da başka bir şehirde geçici koruma statüsüne sahipler olanların hastane sistemine kaydı nasıl yapılıyor? Düzensiz göçmenler kayıt sırasında Halk Sağlığı Yönetim Sistemi’ne “vatansız” olarak giriliyor. Sağlık hizmetinden faydalanabilmeleri olumlu bir gelişme ancak hastaların takibinde sorunlar yaşanabiliyor.

Bu konuda yaşanan en önemli sorunlardan biri, düzensiz göçmenler ile başka şehirde kayıtlı olan mültecilerin polise bildirilme riskinin halen devam ediyor olması. Sınır dışı edilme ihtimali, göçmen ve mültecileri devlet hastanelerine başvurmak konusunda çekimser kılabiliyor.  Bu nedenle sivil toplum örgütleri ve göç alanında çalışanlar bu riskin ivedilikle ortadan kaldırılmasına ihtiyaç olduğunu sıklıkla dile getiriyor.  

 “Salgın” ve “göçmen” denildiğinde akla ilk gelen konulardan biri de şüphesiz ki, Edirne sınırı ile Ege kıyılarını Yunanistan’a geçme umuduyla mesken tutmuş binlerce göçmen. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 27 Şubat’ı 28 Şubat’a bağlayan gece, 33 Türk askerinin hayatını kaybettiği İdlib saldırısından hemen sonra Yunanistan'a geçmek isteyen göçmenlere kolluk kuvvetlerinin engel olmayacağını açıklamıştı. Erdoğan’ın bu açıklaması ile Edirne sınırına giden binlerce göçmen günlerini Pazarkule Sınır Kapısı’nda geçirmeye başlamıştı. Ancak Türkiye’de 11 Mart’ta tespit edilen ilk Covid-19 vakası ile işler değişti.

İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan “Pazarkule’den Sevk Edilen Göçmenler Hakkında Koronavirüs’e Karşı Alınan Önlemler” açıklamasında, salgının Türkiye’ye ulaşmasıyla sınırda bekleyen binlerce kişiye hoparlör yardımıyla salgın hakkında bilgilendirme yapıldığı, çadırların her gün en az iki kez dezenfekte edildiği ve termal kameralarla ateş ölçümü yapıldığı ifade ediliyor. Göç İdaresi’nin açıklamasına göre, bir süre sonra sınırda bekleyen kalabalığın kamu sağlığını tehdit edebileceği endişesiyle çadırlar boşaltıldı ve Pazarkule’de bekleyen 5 bin 848 göçmen geri gönderme merkezleri ile Kredi Yurtlar Kurumu (KYK) yurtlarına yerleştirildi.

Bu esnada medyaya göçmenlerin sınırda kaldığı çadırların yakıldığı görüntüler yansıdı ve gazetecilere konuşan göçmenler istememelerine rağmen polis zoruyla Pazarkule’den sürüldüklerini dile getirdi. 14 gün karantinaya alınanlar, bu süre boyunca il sağlık müdürlükleri tarafından görevlendirilen hekimler tarafından takip edildi. Bakanlık, sağlık taramasından geçenler arasında test sonucu pozitif çıkan kimsenin olmadığını açıkladı.

Peki karantina için kullanılan geri gönderme merkezlerinde koşullar nasıl? İzmir Barosu Göç ve İltica Komisyonu tarafından hazırlanan “İzmir Harmandalı Geri Gönderme Merkezi Korona Pandemisi” raporunda, merkezde düzenli temizlik yapılmadığı, havalandırılmanın yetersiz olduğu, giriş yaptıklarında verilen bir sabun ve bir deterjan dışında hijyen maddesi verilmediği, çöplerin yığıldığı ve doktora erişimin kısıtlı olduğunu iddialarına yer verilerek, merkezlerdeki sağlık, hijyen ve barınma koşullarının risk oluşturduğu belirtiliyor. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü ise bu iddiaları reddederek, merkezlerin düzenli olarak dezenfekte edildiğini, kalabalık ve sağlıksız koşullar olmadığını savundu.

İzmir Barosu aynı raporda, Harmandalı Geri Gönderme Merkezi’nde 30 mülteci ve 1 güvenlik görevlisinin Covid-19 testinin pozitif çıktığını da duyurmuştu. Türkiye’de bulunan göçmen ve mültecilerin kaçının enfekte olduğuna dair resmi bir veri yok. İçişleri Bakanlığı’na Bilgi Edinme Kanunu kapsamında yönelttiğim, “Covid-19 nedeniyle enfekte olan göçmen sayısı kaçtır?” sorusunun yanı sıra, “Enfekte olan göçmenler hangi sağlık hizmetlerinden nasıl faydalanabiliyor?” ve “Salgın nedeniyle göçmenler için yapılan hazırlık veya alınan önlemler var mı?” sorularına, bu yazının yazıldığı süre içinde herhangi bir yanıt alamadım.

İzmir Barosu raporunda önemli bir noktaya daha dikkat çekiliyor. O da, geri gönderme merkezlerinin 6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’na göre karantina merkezi olarak kullanılmasının mümkün olmadığı. “İçişleri Bakanlığı tarafından bu merkezlerin karantina merkezi olarak kullanılacağına dair herhangi bir tedbir genelgesi yayınlanmamıştır” deniyor. Bu da, geri gönderme merkezlerinde karantinaya alınan, aralarında Türkiye’de kayıtlı olan mültecilerin de bulunduğu bazıları hakkında mevcut durumu kılıfına uydurabilmek adına hukuka aykırı bir şekilde sınır dışı kararı alındığı anlamına geliyor. Salgın nedeniyle sınırlar kapalı olduğu için sınır dışı işlemi şu an için gerçekleşmiyor ancak alınan kararların nasıl sonuçlar doğuracağını önümüzdeki günlerde takip edebileceğiz.

 Sınırdaki çadırların boşaltılmasının ardından 14 gün karantinaya alınan göçmenlerin bazıları bu süre dolduktan sonra kayıtlı oldukları illere gönderildi, bazılarına ise nereye gitmek istedikleri soruldu. Yunanistan’a geçmeyi bir kez daha denemek istediklerini söyleyenler İzmir ve Çanakkale merkezde bırakıldı. Ancak bu kişiler de bir süre sonra İzmir ve Çanakkale’yi terk etti ve Türkiye’nin diğer illerine ya kendi olanaklarıyla gittiler ya da kentteki il göç idaresi tarafından gönderildiler. Bu yazının yazıldığı süre içinde aldığım bilgi, Türkiye’nin Ege kıyılarında karşıya geçmeyi bekleyen göçmen kalabalıklarının olmadığı yönündeydi.

 Edirne Pazarkule’de bir ay geçirdikten sonra sırasıyla önce karantina için Malatya’ya, karantina sonrası sırasıyla Kırıkkale, Gebze, Kırklareli ve nihayet İstanbul’a sürüklenmiş İranlı, Afgan ve Pakistanlıların yer aldığı 23 kişilik göçmen grubuna, taleplerinin ne olduğunu sorduğumda, şu cevabı aldım: “Geçici koruma kararı istiyoruz. Sağlık problemlerimiz için hastaneye gidebilmek istiyoruz. Korona dolayısıyla maske verilmesini istiyoruz. Avrupa’ya geçene kadar bunları istiyoruz. Yemek ve barınma ihtiyacımız var.”

Salgın döneminde sadece sağlık hizmetlerine erişim değil, hijyen ve beslenme de bağışıklık sistemini güçlü kılmak için önemli. Ancak göçmenlerin yaşam koşulları her zaman salgına karşı dirençli olabilecekleri bir ortam sağlamıyor. Bu koşulların sağlanmamasında istihdam oldukça önemli bir etken. Çoğu göçmen güvencesiz ve haliyle sigortasız işlerde çalışıyor.

Türkiye’de devletin “Evde kal” çağrılarına rağmen çalışmaya devam etmek zorunda olanlar arasında göçmen ve mülteciler de var. Bu da her şeyden önce bulaş riskini artıyor. Fakat tek sorun bu da değil. Zor koşullarda geçim mücadelesi vermek demek, işsiz kalmayı göze alamamak demek. Covid-19 tanısı almaları halinde hem işlerini kaybetme hem de “dışlanma” korkusuyla iş yerine bildirim yapmayan göçmen ve mülteciler olabiliyor. Bildirim yapmadıkları durumlarda, Dr. Mardin’in de vurguladığı gibi, işten izin alarak dinlenemedikleri için hastalığı ağır geçirme riskleri var. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, salgın nedeniyle ihtiyaç sahibi ailelere finansal destek sağlayabiliyor ancak bu desteği alabilmek için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak gerekiyor. Bu da, göçmenlerin salgın nedeniyle işsiz kalmayı göze alamadıkları bir tablo ile karşı karşıya kalmalarına neden oluyor.

 Covid-19 tanısı konan bir göçmen için evde izolasyon ise başlı başına ayrı bir sorun. Kalabalık ailelerde Covid-19 tanısı konan biri için diğer aile bireylerinden izole olmak oldukça zor. Dr. Deniz Mardin, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği’nin de belirttiği gibi, bu durumlarda Covid-19 tanısı konan göçmen ve mülteciler için bir ay kalabilecekleri geçici konaklama sunulması gerektiğini söylüyor.

 Türkiye’de göçmen ve mültecilerin salgın dönemindeki koşullarını en ayrıntılı ele alan araştırmalardan biri, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER) tarafından hazırlanan “Covid-19: Göçmenler ve Mültecilerle İlgili Durum” raporu. Geçici koruma altında ya da uluslararası koruma altındaki kişilere Covid-19 tanısı konması halinde dil bariyeri nedeniyle filyasyon çalışmasının öngörüldüğü şekilde yapılamadığının belirtildiği raporda, saha çalışmalarında Arapça, Farsça, İngilizce gibi farklı dil bilen sağlık çalışanlarına ihtiyaç duyulduğuna dikkat çekiliyor. Söz konusu raporda ayrıca, “SIHHAT” olarak bilinen “Geçici Koruma Altındaki Suriyelilerin Sağlık Statüsünün ve Türkiye Cumhuriyeti Tarafından Sunulan İlgili Hizmetlerin Geliştirilmesi” projesi kapsamında salgında alınması gereken bireysel önlemlerin anlatıldığı farklı dillerde videoların sosyal medyadan yayınlandığı ve el yıkamaya ilişkin bilgileri içeren Arapça dokümanların hem göçmen sağlığı merkezlerinde hem de internette erişime açık olduğu belirtiliyor. Covid-19 ile ilgili temel bilgileri içeren broşürlerin Arapça’ya çevrilmesi olumlu bir gelişme olmakla beraber, kamu spotlarının Türkçe dışında başka bir dilde yayınlanmıyor olması eksiklik arz ediyor. Türkiye’de bir süredir göçmen karşıtlığı yükselişte.

Bu durum göçmen, mülteci ve sığınmacıların gündelik hayatını zorlaştırıyor. Covid-19 salgını, söz konusu karşıtlığına bulunan bahanelere ne yazık ki bir katman daha eklemiş durumda. Bu da, Covid-19 tanısı konması halinde göçmenlerin toplum tarafından damgalanma korkusu. Acıbadem Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı öğretim üyesi Yeşim Yasin, salgından önce günde 50 Suriyeli hasta gören bir doktorun bugün yaklaşık 5 hasta görmeye başlamasını, sokağa çıkma kısıtlamalarıyla beraber bu korkuya da bağlıyor.

Göç Araştırmaları Derneği’nden Polat Alpman da, güvenlikçi politikaların göçmenlerin sağlık hizmetlerine erişimi zorlaştırdığını, ayrımcı tutuma maruz kalacakları düşüncesiyle zaten tercüman sıkıntısının da yaşandığı devlet hastanelerine gitme fikrine de sıcak bakmadıklarını söylüyor. HASUDER raporunda, hastalık belirtisi gösteren göçmenlerin damgalanma ve evden atılma korkusu ile sağlık hizmetlerine geç başvurduğu tespiti bahsi geçen endişelerin haklı olduğunu ortaya koyuyor.

Bu korkular nedeniyle bazı göçmenler “merdiven altı” diye tabir edilen yasal olmayan sağlık kuruluşlarına yönelebiliyor. Salgın döneminde göçmen ve mültecilerin sahip olduğu koşulların elbette bir de toplumsal cinsiyet boyutu var. Kadın ve LGBTİ göçmen ve mültecilerin sağlık hizmetlerine erişiminin normalde de daha zor olduğu, bilinen bir gerçek. Bu durumun salgın günlerinde daha da zorlaştığını tahmin etmek mümkün. Dr. Yasin’in de dikkat çektiği gibi, örneğin, gebelerin pandemi hastanesi olmayan hangi hastanelere yönlendirilmesi gerektiği konusunda göçmen ve mültecilere yapılan bilgilendirmeler ve göçmenlerin gebe izlemeleri yetersiz kalıyor.

Ev içi iş yükünün artması ve bu yükün eşit paylaşılmaması nedeniyle de kadınların hayatı salgın döneminde zorlaştı. Dünya genelinde yapılan araştırmalar salgında ev içi şiddet vakalarının artış gösterdiğini ortaya koyarken Türkiye’de siyasi iktidar bu şiddeti önlemeye yönelik irade göstermiş değil. Bu gösterilmeyen irade haliyle göçmen ve mülteci kadınlara da yansıyor ve göçmen ailelerde ev içi şiddet vakalarının artış riskini bertaraf etmek için halen ne alınmış bir önlem ne de bilgilendirme maksadıyla hazırlanmış kamu spotları bulunuyor.

 Yaz aylarının gelmesiyle önümüzdeki süreçte ismini sıklıkla duyacağımız bir diğer konu ise, mevsimlik göçmen tarım işçileri. Mevsimlik işçilerin durumu kanayan yaralardan biri. Türkiye ekonomisinin önemli bir kısmını üstlenen tarım işçileri yıllardır insanlık dışı koşullarda çalışıyor ve ne yazık ki bu koşulları iyileştirmeye yönelik atılan her adım yetersiz kalıyor.

Kalkınma Atölyesi Kooperatifi tarafından hazırlanan “Virüs mü Yoksulluk mu” raporunda, mevsimlik tarım işçileri için korunaklı çadır ihtiyacı, elektrik, su ve temiz su ihtiyacı, tuvalet ve banyo temini, çevresel ilaçlama, rutin dezenfeksiyon ve çöp toplama işlemlerinin hayata geçirilmesinin elzem olduğunu vurguluyor. Ancak gerekli barınma ve hijyen koşulları yerine getirilse dahi alınacak önlemlerin ne kadar işe yaracağı kocaman bir soru işareti…

 Mevzu bahis göçmen, sığınmacı ve mülteciler olduğunda, hiçbir konunun çözümü kolay değil. Virüs her ne kadar zengin-fakir ayırt etmeksizin dünya halklarını hasta ediyor olsa da, ne fırsatlar ne de zorluklar eşit. Kriz dönemlerinin yarattığı sosyoekonomik etkiler toplumun en alt kesiminde yaşayanları daha sert vuruyor. Polat Alpman’a göre, kriz durumlarında devletler ilkel reflekslerine dönebiliyor. Yani siyasi iktidarlar, toplumdaki egemen sınıfların çıkarlarını gözeterek vatandaşlarının rızasını gözetecek hamleler yapabiliyor. Bu bağlamda, aslında göçmenlerin yaşadığı sorunların kaynağına işaret eden ve cevabını da içinde barındıran haklı bir soru atıyor ortaya: “Göçmenler insan mı? İnsan olmaları için önce yurttaş olmaları lazım. Bir yanda 25 yaşında göçmen bir genç, diğer yanda 70 yaşında bir yurttaş. ‘Hangisine solunum cihazı takılsın’ sorusunun cevabı, yurttaştır. Dünyanın her yerinde böyle…”