AB üyesi Doğu devletlerinde yeni bir fikir tekeli oluşturuluyor: Büyük medya kuruluşları popülist hükümetler ve diğer çıkar grupları tarafından devralınıyorlar, devlet eliyle finanse edilen yayınlar devlet borazanı gibi kullanılıyorlar, öte yandan bağımsız haber kuruluşları yaşam mücadelesi veriyorlar. Dünya çapında yükselen medyaya el koyma trendiyle ilgili analizimizin ardından, bu makalede AB'nin Doğusundaki kimi yeni üye devletlere odaklanarak genç demokrasilerde ortaya çıkan tehditlere bakalım.
Demokrasinin ilk yılları
Yeni binyılda AB'ye katılan üye devletlerin büyük çoğunluğu özgürlüklerini otuz yıldan az bir süre önce geri kazandı. Bu ülkelerin otoriter tarihi, kitlelerce sivil özgürlüklerin görece bilinmemesi ve gazetecilerin -birkaç muhalif isim dışında- hükümetlerini eleştirmeyi akıllarından bile geçirmemesi anlamına geliyordu.
Gazetecilerin iki kuşağı totaliter(-e yakın) sistemlerde yetiştiği ve Dünya Savaşı öncesi gazetecilik gelenekleri neredeyse unutulduğundan, 1990'larda eleştirel basının sıfırdan inşa edilmesi gerekti. Bu nedenle, on yıllarını gazeteciliği eski sistemde öğrenmiş editörlerin hakimiyeti altında geçirmiş bir meslekte yeni neslin yeni gazetecilik standartlarını yaymayı başarması biraz zaman aldı.
Bu dönem, Batılı bağışçıların bölgenin medyasına 600 milyon dolarlık hibe sunduğu, yeni serbestleşen pazarların yabancı yatırımcıların ilgisini çektiği bir dönemdi. İlk yerli yatırımcılar arasındaki şiddetli çekişme dindikten sonra Alman şirketlerin yanı sıra Britanyalı Maxwell, Avusturyalı Steiermark, İsviçreli Ringier ve Marquard ile Fin Sanoma farklı noktalarda yeni pazarlara girdi. [1]
Toplumların demokratikleşmesi yabancı yatırımcının derdi değil
2000'li yılların başında, Doğu ve Orta Avrupa'da medyanın yaklaşık yüzde 85'i -dörtte üçü Alman olmak üzere- yabancı yatırımcılara aitti. [2] Marc Stegherr ve Kerstin Liesem dahil kimi iletişim uzmanlarına göre yatırımcıların çoğunluğunun tek derdi gelişmekte olan pazarlarda kâr elde etmekti, içlerinde faaliyet gösterdikleri toplumların demokratikleşmesiyle ilgili hiçbir dertleri yoktu. Öyle ki Almanya şirketi WAZ, antitröst yasalarının hâlâ ilk aşamada olduğu ülkelerde yatırım yapmayı, açık bir tercih olarak ortaya koyuyordu. Polonyalı medya araştırmacısı Angelika Wyka-Podkowka'nın daha sert eleştirisine göre yabancı yatırımcılar “kamuoyunda farkındalığı köreltiyor”, kâr uğruna basındaki "seviyeyi düşürüyordu."
Fakat gelinen noktada birçok gazeteci (özellikle medya el koymalarının en yüksek olduğu Macaristan'da) yabancı yatırımcıların pazarı yönettiği zamanları nostaljiyle anıyor. [3] Hani okurların gazeteleri hâlâ bayilerden aldığı “o eski güzel" 90'lı yıllar ve 2000'lerin başıydı, reklamverenler salt sosyal medyayı değil geleneksel medyayı da ilan vermeye değer görürdü...
Kârdan siyasete geçiş
İşletmeler hâlâ kârlıyken, politikacıların gazeteciliğe müdahalesine izin vermek medya sahiplerinin büyük çoğunluğu açısından anlamsızdı. Fakat ekonomik kriz ve internetin hızla yayılması çağı yakalayan iş modellerinin eksikliğiyle birleşince, ortam birçok yatırımcıyı Doğu ve Orta Avrupa'daki planlarını yeniden değerlendirmeye zorladı. Birçoğu lokal yayınlarını satmaya karar verdi, alıcıların ise -bizzat veya aracılar yoluyla- yeni edindikleri varlıkları siyasete doğrudan müdahele için kullanmak gibi bir dertleri vardı.
Avrupa Üniversite Enstitüsü'nde yapılan araştırmalar, Slovenya ve Macaristan'da medyanın siyasi bağımsızlığının yüksek risk altında olduğunu, İtalya ve Yunanistan dahil AB üyesi Doğu devletlerinin çoğunda ise medyanın güçlü siyasi kontrol altında olduğunu göstermektedir.
Ve sahne oligarkların...
Macaristan’da siyasi amaçlı ilk satın alma 2006’da milyoner Gábor Széles’in liberal günlük gazete Magyar Hírlap’ı devralması ve siyasi müttefiki Viktor Orbán'ın seçimleri kazanması halinde kabinede elde etmeyi umduğu koltuğun hayaliyle gazetecilerin yerine Orbán yandaşlarını getirmesiyle yaşandı. (Üstelik Orbán peşpeşe üç kez genel seçimleri kazandığı halde Széles’in hayali gerçekleşemedi.) O tarihten bu yana Macaristan'da benzeri satın almalar olağan bir hal aldı.
MediaGuru.cz Genel Yayın Yönetmeni Martina Vojtechovská'nın makalesine göre, Çek Cumhuriyeti’nde bu trend, -daha sonra başbakan olan- yatırımcı Andrej Babiš'in iki büyük ulusal gazete Mladá fronta Dnes ve Lidové noviny'nin çatı şirketini satın almasıyla başladı. Babiš, siyasi partisi ANO'yu bu satın almadan iki yıl önce kurmuştu ve mülkiyet değişikliği gerçekleştiğinde planlanan genel seçim tarihine sadece birkaç ay kalmıştı.
Aynı dönemde Slovakya'da, önde gelen gazetelerden SME, hakkında sıkça haberler yaptığı Penta finans grubu tarafından satın alındı. (Haberlerin konusu ise Penta'nın merkezinde olduğu, ülkenin en büyük yolsuzluk skandallarından biriydi.)
Romanya'da şantaj medyası
Romanya'da yabancı sermayenin pazardan çıkışıyla şaibeli bir dizi işadamı medya imparatoru haline geldi. Siyaset bilimci Alina Mungiu-Pippidi ve yayıncı Cristian Ghinea'ya göre 2010'da eğlence kanalı sahibi Dan Diaconescu bir belediye başkanına şantaj yapmaktan tutuklanınca, ülkede vehametin boyutunun bir tür "şantaj medyası" oluşmasına kadar ulaştığı anlaşıldı.
Savcılar, Diaconescu'nun “televizyon programlarında olumlu yer almak isteyen herkesten gayri resmi ödemeler almak" suretiyle servet kazandığını iddia etti. Kefaletle serbest bırakılan Diaconescu, akabinde "Halk Partisi" adlı yeni bir siyasi parti kuracağını açıkladı.
Diaconescu, medyayı silaha çeviren tek Romen medya baronu olmaktan çok uzaktı. İmparatorluğunu, komünist dönemde gizli polis işbirlikçiliği yaparak elde ettiği geniş ağ üzerine inşa eden işadamı Dan Voiculescu, 2014 yılında para aklama suçlamasıyla yakalanarak cezaevine girdi. Cevaben, Voiculescu'nun medya şirketleri davaya bakan hakime saldırmaya başladı.
Paravan şirketlerce kontrol edilen yayınlar
Fakat bunlar sadece -utku seviyeleri farklı olmakla birlikte- basın yoluyla müdahale çabalarını bildiğimiz isimlere dair medya örnekleri. Bir de bölgenin "gölge sahipleri" var ki onları da unutmamak gerek.
Organize Suç ve Yolsuzluk Raporlama Projesi'nin (OCCRP) direktörü Romen gazeteci Paul Radu, örgütünün bir araştırma projesinin bulgularını şöyle özetliyor: AB ve AB'nin sınır komşusu 11 Orta ve Güneydoğu Avrupa ülkesinin en önemli yayın organları incelenerek yapılan bir analize göre, paravan şirketler aracılığıyla sahip olunan yayın organlarının sayısı giderek artıyor; yani bu, genel izleyicinin izlediği haberlerin ardındaki insanlara -ve gündemlere- dair hiçbir bilgisi olmadığı anlamına geliyor. (Radu'ya göre, analizde bültenlerin gerçekten patronların çıkarlarını yansıttığı görülüyor.)
Dahası bölgede sabıka kaydı bulunan kişilerce sahip olunan medya örneklerine sıkça rastlanıyor, Romanya ve Bulgaristan'da ise eski devlet güvenlik görevlilerinin medya patronlüğuna geçiş yaptığı görülüyor.
İlerici politika baskısı da AB'nin sorumluluğudur
Son dönemde AB, Doğu'daki üye ülkelerin medya alanlarını şekillendirmede oldukça sınırlı bir rol oynuyor. Aslında AB'ye katılım şartları aday ülkeleri kamu hizmeti yayınları kurmaya ve medya çoğulculuğu ile bağımsızlığına zemin oluşturmaya özendirici güçlü teşvikler sunmuştur.
Mungiu-Pippidi, katılım öncesi Romanya’da kamu ilanlarının dostane medya kuruluşlarına verildiğini, bunun pazarda ciddi bir bozulmaya yol açtığını belirtiyor. Fakat Avrupa Komisyonu’nun konuyla ilgili eleştirisi, daha şeffaf ve daha adil finansman mekanizmalarının gelişmesine vesile olmuştur. Bu günlerde ise Macar hükümeti aynı mekanizmayı kullanarak yönetime sadık kuruluşlara dolaylı destek sunuyor, AB ise şu ana kadar bu uygulamaya son verecek bir adım atmış değil.
Devlet avcı olduğunda
Devletin kendisinin medyanın bağımsızlığına yönelik tehdit oluşturduğu durumlarda, ilerici düzenlemelerin ve devlet sübvansiyonlarının faydalı etkisini beklemek de mümkün değil. Sloven siyaset bilimciler Marko Milosavljević ve Melita Poler ortak bir çalışmalarında Batı Balkanların kamu hizmeti medyasının “siyaseten taraflı, hükümet yanlısı haber içeriğinin de yansıttığı üzere editoryal bağımsızlıktan hâlâ yoksun olduğunu", bölgenin dar pazarlarının ve zayıf ekonomilerinin medyanın iktidar sahiplerinden bağımsızlığını kazanmasını geçmişten bugüne imkansız hale getirdiğini savunuyorlar. Zamanında pozitif adımlarına şahit olduğumuz bazı ülkelerde bile tersine bir trend gözlemlenir durumda.
AB’nin illiberalliğe yüz tutan iki devleti Macaristan ve Polonya’da popülist hükümetlerin ilk adımlarından biri kamu yayıncıları üzerinde tam bir kontrol sağlamak oldu: Sağ kanat Kanun ve Adalet (PiS) ve Fidesz hükümetleri, partizan medya düzenlemeleri yapıp, kamu medyasının yönetimine yandaşlarını getirdiler; böylece basını kendi borazanlarına dönüştürdüler.
Macaristan'da, dönüştürülen kamu yayınının devlete, dolayısıyla vergi mükelleflerine maliyeti yıllık 280 milyon Euro'yu buluyor. Eleştirmenler, göçün dezavantajları, AB ve Soros karşıtlığına odaklı haber bültenleriyle dolu bu yayınları, birer propaganda çıktısı olarak nitelendiriliyorlar.
Batı-Avrupa'nın lisans ücreti destekli modeli bağımsızlığı güvence altına alıyor
Slovakya'da da kamu televizyonunun gelecekteki bağımsızlığı konusunda endişe verici işaretler oluştu: 2018 baharında, kuruluşa Parlamento tarafından atanan CEO, yönetimi eleştiren gazetecileri işten kovdu; durumu protesto eden 12 gazeteci daha istifa etti.
Batı Avrupa kamu hizmeti yayıncıları da mükemmel değil ama yine de sonuçlarına katlanmaksızın iktidar sahiplerini eleştirebilen sayısız gazeteci örneğine sahipler. Bu bölgede -örneğin Almanya ve Birleşik Krallık'ta uygulanan- lisans ücreti finansmanlı model, kurumları dış müdahaleye karşı koruyor.
Özel medya da devlet kontrolünden azade değil
Otoriterliğe teşne siyasetçilerin ağına sadece kamu medyası düşmüyor. Özel medya üzerinde denetim sağlamanın da birçok yolu var; bu noktada Macaristan mükemmel bir örnek vaka. Daha önce yabancı şirketlere ait olan Macar siyasi yayınları hükümet yandaşları tarafından satın alındı. (Macar gazeteci Attila Bátorfy'nin hesabına göre hükümet yanlısı 14 işadamı, ülkede 500'e yakın medya kuruluşuna sahip.)
Medya sahiplerinin satışa yanaşmadığı durumlarda, ek numaralara başvuruldu. Axel Springer ve Ringier şirketlerinin uzun zamandır planlanan birleşmesine ancak iki şirket bölgesel gazetelerini ve ülkenin o zamanki en büyük siyasi günlük gazetesini sattıktan sonra izin verildi. Hükümet ayrıca, Macaristan'ın en büyük ticari televizyon kanalının sahibini, kanalı tüm kazançlarından mahrum bırakacak yeni bir vergi yürürlüğe sokarak baskı altına almaya çalıştı. Bağımsız yayınların giderek azaldığı ülkede, hükümet her haneye ücretsiz taraflı veya fabrikasyon haber hizmeti sunmak suretiyle artk bilgi üzerinde bir yarı-tekel oluşturmuş durumda.
Macaristan ve Polonya’da hükümet yanlısı medyanın sübvansiyonu
Medya piyasasının genel görünümünün hayli iç karartıcı olduğu Macaristan'da hükümet, dostane yayınların kendisine verdiği desteği ödüllendirmeyi ihmal etmiyor. [5] Bunu yapmanın en kolay yolu ise devlet kurumlarının reklam bütçesini artırmak ve ticari reklamverenlere baskı uygulamak.
Hükümetlere, AB rekabet kurallarını resmen ihlal etmeksizin yandaşlarını sübvanse etme fırsatı sunan selektif reklam harcamaları, Macaristan'da süregelen yaygın bir uygulama. Fakat bugünlerde vahim boyutlara ulaşmış durumda. Macaristan'ın en büyük reklam vereni artık devlet ve hükümet yanlısı kuruluşların reklam gelirlerinde payı kimi zaman yüzde 80'e kadar çıkıyor, öte yandan hükümetin tepkisini çekme korkusuyla birçok özel firma eleştirel yayınlara reklam vermekten kaçınıyor.
Aynı eğilimi -PiS lideri Jarosław Kaczyński yozlaşmaya henüz Orbán kadar meyletmediği için boyutları daha düşük olmakla birlikte- Polonya'da da görmek mümkün. Ülkede liberal Gazeta Wyborcza’nın reklam gelirleri Mart 2015'ten Mart 2016'ya kadar geçen sürede neredeyse yüzde 15 düşerken, hükümet yanlısı Rzeczpospolita gazetesinin reklam gelirleri neredeyse yüzde 50 arttı.
Bu ortamda kimbilir bu model daha nerelere yayılacak. Orbán'ın -Sloven popülist Janez Janša'yı da destekleyen- adamları yurtdışında medya yatırımlarına başlamış durumda. Karşılığında bir şey almaksızın yatırıma kalkışmaları ise beklenecek şey değil.
Medya pazarındaki olumlu değişim muhtemelen başarısız olacak
Bugün, Doğu AB ülkelerinin medya gelişiminde genel olumlu trendin durduğu açıktır. Demokrasinin ilk on beş yılında yabancı yatırımcılar -bilerek olmasa bile- medya şirketlerinin devletten ayrılmasına önayak oldu; AB ve Avrupa Konseyi'nin üyeliğe hazırlanan devletler için belirlediği kriterler hükümetleri kamu hizmeti yayıncısına az çok yakın kuruluşlar açmaya zorladı; Batı finansmanlı eğitim olanakları genç medya çalışanlarının en iyi uygulamaları öğrenmelerini sağladı.
Ancak bu koşullar varlık sürdürmeyi başaramadı. 38 milyon nüfusuyla Polonya hariç bölgenin küçük ekonomileri geleceğe dönük kâr vaat etmeyince, pazarın dönüşümü birçok yabancı yatırımcıyı medyadan uzaklaştırdı. AB, iş kulübe katılan ülkelere gelince demokrasi ve sivil özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda topal bir ördek olduğunu kanıtladı. Yabancı bağışçılar paralarını -yardımlarına daha fazla ihtiyaç duyan- Afrika ve Asya ülkelerine yatırmaya karar verdi, bölgede kalmaya devam eden az sayıda bağışçı ise popülist hükümetlerin tacizleriyle başbaşa kaldı.
Ne yapmalı?
Fakat, bağımsız gazetelerin faaliyetlerini sürdüremediği, okura/izleyiciye erişimin daha da zorlaştığı, araştırmacı gazetecilerin kanlı intikamların mümkün olduğu yeni bir gerçeklikle karşı karşıya kalarak çalıştıkları bu yeni, gittikçe daha hasmane ortamda bile, tünelin sonunda bir ışık görmek mümkün.
1990'larda ve 2000'lerde mesleği öğrenen birçok gazeteci, hükümetlerin ve oligarkların her tür baskısına karşın kaliteli iş yapma kararlılığını gösteriyor. Günümüzün yeni bağımsız haber sitelerinin birçoğu, eski medya kuruluşlarındaki çalışmaları iktidardakilerin müdahaleleriyle durdurulan gazeteciler tarafından kuruluyor; bunların birçoğu varlıklarını sürdürmek için üyelik-temelli finansman veya kitlesel fonlama benzeri bir dizi alternatif finansman modelinde başvuruyor. [6]
Slovakya’da, yazıişleri siyasi bağlantılı bir yatırımcı tarafından ele geçirilmiş gazetecilerin kurduğu Dennik N haber sitesi, hem mali bakımdan hem de etki alanıyla bir başarı öyküsüne dönüştü. Bağımsız medyanın yaşayan unsurları sınırlı kaynaklarla mümkün olduğu kadar çok iş yapmaya çalışıyor; Vsquare ve OCCRP gibi sınır ötesi girişimler sayesinde farklı ulusların gazetecileri işbirliklerini giderek artırıyor, araştırmacı girişimler bölgenin her yerinde pıtrak gibi çoğalıyorlar.
Geleneksel medyada sınırlı deneyime sahip aktivistler tarafından kurulan Merce.hu ve Krytyka Polityczna gibi görüş ve analize dayalı siteler, kendi ülkelerinin ilerici gençleri için önemli referans noktaları olmayı başardılar. Onların varlığı, bölgede demokratik bir kamusal alan için bilgi birikimi ve potansiyelin bulunduğunu gösteriyor. Bununla birlikte, otoriterlere, trollere, popülistlere ve diğer tüm demokrasi düşmanlarına karşı; mesajlarıyla haber bültenlerimizi, televizyonlarımızı, akıllı telefonlarımızı ve bilgisayarlarımızı boğanlara karşı bir denge oluşturmak için, bu varlığın Avrupalı paydaşların yardımına ve işlevli bir stratejiye ihtiyacı var.
AB, yeni üye devletlerde medya özgürlüğünü güvence altına almak için devreye girmeli
Şu anda bağımsız medya, çok sayıda haber tüketimi seçeneğinden sadece biri konumunda ve medya tüketiminde eski alışkanlıklarını sürdüren, en güvenilir haber kaynağını internette hatta gazete bayisinde bulma fikrine soğuk bakan, özellikle de dün güvenilir olan kaynağın yarın propagandacıya dönüşebileceği bir ortamda bu fikre ısınmakta zorlanan geniş bir kitlenin radarına girmekten uzak durumda.
Bu bağlamda, AB kurumlarının, yeni üye devletlerde medya özgürlüğünü güvence altına almak için çok daha fazla şey yapması gerekiyor. Eksiklikleri işaret etmek, hükümetlere hesap verme yükümlülüğü getirmek, mevcut korkunç zamanlarda bağımsız medyanın yaşamak için sübvansiyonlara ihtiyaç duyduğunu kabul etmek bunlardan birkaçı... Bu konuda pasif kalmak, giderek daha fazla sayıda AB vatandaşının, demokrasilerinin geleceği hakkında bilgi edinmeksizin karar vermeye zorlanması, Avrupa’nın Orbán'larının gücünü daha da artırması anlamına gelecek. Nihayetinde, medya alanını giderek işgal eden karanlık anlatılar dünyaya bakışlarını şekillendiriyorsa, doğacak sonuçlarda onları kim sorumlu tutabilir?
----------------------------------------
[1] Springer, Gruner & Jahr, Burda, Handelsblatt ve WAZ dahil Alman şirketleri.
[2] Bkz. Marc Stegherr ve Kerstin Liesem, Doğu Avrupa'da Medya (2010).
[3] Araştırmamla ilgili ayrıntılar burada bulunabilir.
[4] Heinrich Böll Vakfı'nın "Macaristan'a Bakış" çalışmasından daha ayrıntılı bilgi edinebilirsiniz. Ülkedeki medya özgürlüğü ile ilgili en son makaleye buradan erişilebilir.
[5] Gazeteci Attila Batorfy, eski Macar medya imparatoru Lajos Simicska'nın hükümet tarafından nasıl sübvanse edildiğini grafikler ve görseller eşliğinde gösteren kapsamlı bir analiz yazdı. İngilizce makaleye buradan erişebilirsiniz.
[6] Burada ayrıntılı bir analiz bulunabilir.