Yasalar yapılmıyor, kararlar alınmıyor, cezalar kesilmiyor değil. Ama ortadaki korkunç gerçek değişmiyor. Asıl mesele şu: Sucul yaşama, bir “kalkınma” konusu, bir iktisat paradigması olarak bakılıyor ve politikalar bu yönde üretiliyor.
Önce biraz tarih: İstanbul mühim. Zira insanlığın en eski “şehir”lerinin birinden bahsediyoruz. Şehir olmasının, nüfusunun ve kıymetinin çoğalmasının mühim nedeni de bolluk; özellikle balığın bolluğu. Boğazdaki balık nefasetine dair ilk bahsi İ.Ö. 8. yüzyılda açan Homeros. Daha sonra bilinen ilk “gurme” diyeceğimiz İ.Ö 4 yüzyılda yaşayan gezgin-yazar Archestratus, alıyor kalemi eline ve “güzel Byzantion”un bolluğuna ve buradaki balıkların lezzetine methiyeler düzüyor. Latin doğa bilimci Plinius ise İ.Ö. 1. yüzyılda boğazda orkinosa, palamutun büyüğü muamelesi yapıyor ki dönem nedeniyle normal; zaten Bizans’ın sembolü olan balıktan bahsediyoruz.
1500’lerin ortalarında İstanbul’u ziyaret etmiş olan Pierre Gyllus’ın aktardıkları ise ol muhabbetin özeti: “(...)Venedik, Marsilya, Taranto zengin balık çeşitleriyle tanınır, ancak İstanbul’daki balık çeşitleri bu kentlerden üstündür. Liman iki değişik denizden gelen balıklarla dolup taşar. Balık bereketinin haddi hesabı yoktur.” Bundan sonrasına dikkat: “Kent halkı deniz kıyısından elleriyle balık avlar. İlkbahar aylarında boğazı Karadeniz yönünde geçen balık sürülerini, halk kıyıdan taşlayarak avlar. Kıyıdaki konaklardan kadınlar, denize pencereden sepet sallayıp balık avlarlar.” Daha nice gezginin, nice yazarın şaşkınlığını ve iltifatlarını da biliyoruz, ama yerimiz yok. Türkiye balıkçılığına dair, daha hâlâ aşılamamış olan 1915 tarihli “Türkiye’de Balık ve Balıkçılık” (Aras Yayınları) kitabının yazarı Karekin Deveciyan’ın bahsettiği türler ve av rakamları ise geçen yüzyılın başında dahi bolluğun azameti konusunda mühim veriler sunuyor. Ama konumuz tarih değil ve hadise tüm gezegende olduğu kadar Türkiye’de de hayli sıkıcı.
Rakamlar ise ürkütücü. Aslında en ürkütücü olanı bizim, yani insanın, kendi evcilleştirdiği “gıda” türleri ile birlikte kara üstünde kapladığı alan. Dünya tarihinin gördüğü açık ara en orantısız nüfus dağılımı bu. Üstelik açık bir gerçeğe vakıfız; ekosistem, bir türün niteliksel ve niceliksel tahakkümü üzerine işleyen bir döngü değil. Doğal yaşam ise insana gıda sunmak üzerine organize olmuş bir varlık değil. Her bir canlının diğerleriyle ortak ve eşit bir şekilde sürdürdüğü milyarlarca yıllık bir dengeyle oynuyoruz. Son ve büyük saldırımız ise; nadir kalmış vahşi yaşam alanlarından biri olan sucul ortama yönelik..."2011 yılında dünyadaki su ürünleri üretimi (Dil, konuya yaklaşımı hemen ele veriyor: su ürünleri! Sanki bir canlıdan değil de metadan söz ediliyor. TM.) denizlerde 78,9, iç sularda 11,5, yetiştiricilikte 63,6 olmak üzere toplamda 154 milyon ton. 1960’lı yıllarda ortalama 9,9 kilo olan kişi başı tüketim 2010’da 18,6 kiloya çıkmış. Türkiye’de ise 2011’deki su ürünleri üretimi 703 bin 545 ton iken kişi başına tüketim 7 kg.” Ve su ürünleri sadece gıda olarak değil yem, kozmetik, ilaç ve boya gibi endüstrilerin de parçası. Türlerin yok olduğu ve balık stoklarının azaldığı kati bir gerçek iken tüketim sınırlarımızın artması artık ekonomik değil ahlaki, hatta ontolojik bir meselenin konusu."
Rakamlar aynı zamanda sıkıcı, ama dikkatle bakılırsa, belki ilerisi için önleyici de olabilir. Türkiye’den devam edelim: Öncelikle Türkiye büyük balıkçılık ülkelerinden biri değil. Geçmişten farklı olarak artık balıkçılık kültürüne sahip ülkelerden biri de değil. Balıkçılık araştırmalarımız ve kütüphanemiz buna en iyi örnek. Böyle avlanma disiplini ve “denetimsizlik” politikaları ile giderse “üç tarafı denizlerle çevrili” klişesi de sadece “yüzme” ile sınırlı kalacak. Memleket balıkçılığının özeti Marmara ve Karadeniz’dir. Zira endüstrinin en kıymetli balıkları bu sularda yakalanır. Pelajik, yani göçmen balıklar ana mevzu gibi gözükse de (ki yine öyledir, ama istatistikler sadece onlara bakılarak anlaşılmaz), asli olarak yerel/bölgesel balıkların popülasyonu ve stokları da “nereden nereye” geldik mevzusunu çok iyi anlatır. Filo sayısının, tekne ve avcılık araç gereçleri teknolojisinin arttığı yolundaki bilgiyi de elde tutarak 1967-2015 rakamlarından ne anladığımızı kısaca özetleyelim. Karadeniz’de neredeyse “bir tür kırım” yaşanmış. Çipura, dil-pisi, gümüş, koruma altındaki mersin türleri, hani, isparoz, keler, mırmır, sarıgöz gibi balıklar artık hiç gözükmezken izmarit, kalkan, kefaller, levrek, zargana, karagöz, barbunya gibi balıklardaki azalış %85 ile %99 arasında vuku bulmuş. Vakti zamanın akvaryumu Marmara’da ise durum farklı değil: Fagri, sarıağız, hani, iskarmoz, orfoz, orkinos hiç gözükmezken sadece %90’ın üstünde azalan türler şöyle sıralanıyor: Barbunya, akya, çipura, gelincik, izmarit, kefaller, kupez, mercan, sarıgöz, uskumru, istiridye, tarak, böcek, ıstakoz ve böyle gider… Hamsi, lüfer, palamut, istavrit gibi gezginleri özellikle konu dışında bıraktık, zira asıl derdimiz “yerleşik komşuları”mızla ilişkimizde durumun ne olduğu. Ez cümle durum kötü değil, çok kötü…
Hadisenin sınırsız, kontrolsüz, ekosistemi öncelemeyen, kirletici endüstriyel yanını cepte tutalım. Kaynak yönetimi, veri toplama, istihdam, izleme, koruma ve denetleme, kıyı yönetimi, fiyatlandırma, kredilendirme, aracılık sistemleri ve balıkçılık politikalarını da diğer bir yana koyarak “avcılık” meselesine bakalım. Zira her şey balığın denizden avlanması ile başlıyor. Şu anda Türkiye sularında avcılık yapan tekne sayısı 17 bin 165. Filo sayısı ilk defa 1980’lerdeki destek politikaları ile “gereksiz” şekilde artmış olsa da 1990’ların başında ancak 4 binlere ulaşabilmiş. Avcılığın %90’una yakın kısmı filonun %8,6’sını oluşturan gırgır ve troller tarafından yapılırken geri kalan %10 ise filonun %91’ini oluşturan ve geleneksel yöntemlerle (ve sürdürülebilir şekilde) avcılık yapan kıyı balıkçısı tarafından yapılıyor. Trajik olduğu kadar komik de: Karadaki kaynakların hakimiyetiyle yakın bir oran.
Yasalar yapılmıyor, kararlar alınmıyor, cezalar kesilmiyor değil. Ama ortadaki korkunç gerçek değişmiyor. Zira yasada yazan yasada kalıyor, denizde ve limanda (balık hallerinde) bildik uygulamalar devam ediyor. Yurttaşların, sivil toplum örgütlerinin şikayetleri ve eleştirileri görmezden geliniyor, dikkate alınanlar ise denetim karmaşasında kayboluyor. Ama asıl mesele şu: Sucul yaşama, bir “kalkınma” konusu, bir iktisat paradigması olarak bakılıyor ve politikalar bu yönde üretiliyor. Sürdürülebilirlik raporları, uluslararası kurumsal tahakkümler nedeniyle yazılıyor. Yineleyelim; mesele artık son derece vicdani ve ahlaki. Ekosistemin içerisinde var olacaksak tüm canlılarla birlikte var olacağız, onlara süpermarket ürünleri muamelesi yaparak değil.