Türkiye’nin son 15 yıldır içinden geçtiği dönüşümler kırsal alanda da çarpıcı biçimde tezahür etti. Türkiye’nin kırsal coğrafyasını dönüştüren ve çoklukla içiçe ilerleyen bu dönüşümlerin tetikleyicilerinden en belirgini 2001 yılında imzalanan Tarımda Reform Uygulama Projesi (TRUP) olsa gerek. Anımsatmak gerekirse, bu projeyle tarım ürünlerindeki taban fiyat uygulamaları kaldırılmış, satış kooperatifleri tasfiye edilmiş ve tarımsal kamu iktisadi teşebbüsleri (KİT) özelleştirilmişti. TRUP’un en kritik sonuçlarından birisi ürün deseninde yaşanan değişimler oldu: örneğin TEKEL’in özelleştirilmesi ve tütünde uygulanan taban fiyatların kaldırılmasıyla birçok tütün üreticisinin çareyi üzüm veya zeytin gibi ürünlere kaymakta bulduğunu biliyoruz. Öte yandan devletin geçmişte piyasa karşısında kırsal üreticiye (belli bir derecede) korunak sağlayan bu müdahale biçimlerinden tamamen çekilmesi, özellikle küçük üreticinin piyasa dinamiklerine daha derinden maruz kalması ve kırılganlaşması anlamına geldi.
Hem TRUP’un hem de daha genel anlamda (TRUP’un da bir parçası olduğu) tarımda liberalleşme adımlarının kırsal üretim ve üreticiler üzerindeki etkileri üzerine elbette ki birçok kapsamlı değerlendirme mevcut. Yine de bu bağlamda çoğunlukla gözden kaçan birkaç boyutu vurgulamakta fayda var. Bunlardan ilki, özellikle de son dönemde ürün deseninin değişmesiyle birlikte kırsal üreticinin geleneksel-tarihsel bilgisinin yıprandığı ve kaybolduğu. Belli bir ürüne dair yıllar boyu üretim sürecinin kendisinden damıtılmış ve nesilden nesile aktarılmış bilginin kaybolması, o ürünün zorluklarıyla başetmenin çifçiye has yollarının unutulmaya yüz tutması anlamına geliyor. Bağlantılı bir diğer boyut ise, bu süreç içinde kırsal üreticinin örgütlenme belleğinin ve bilgisinin de oldukça yıprandığı. Bu bağlamda özellikle de geleneksel üretimden uzak ikinci nesil üreticinin örgütlenmeye yabancı olduğu vurgulanmakta.
Bu iki tür bilgi-bellek-deneyim dağarcığının kaybını yaşanan liberalleşme adımlarıyla beraber düşündüğümüzde, bugün ve yakın gelecekte üreticinin kırsal dönüşüm bağlamında karşılaşacağı sıkıntılara ışık tutmak mümkün oluyor. Zira çiftçinin hem üretim sürecindeki zorluklarla başetmenin özerk bilgisini kaybetmiş hem de örgütlenme pratiklerinden uzak kalmış olması, piyasa dinamikleri karşısında yaşadığı kırılganlığı katmerler. Zira bir yandan üretim sürecine içkin riskler ve problemleri çözme kapasitesinin azalmış olması kırılganlığı artırır, diğer yandan başka üreticilerle birlikte ve örgütlü hareket ederek (örn. satış kooperatifleri gibi) piyasa içinde belli bir korunak edinme imkanı uzaktır.
Bu dinamiklerle içiçe/üstüste gelişen bir diğer süreç enerji piyasalarının serbestleşmesiyle son dönemde özellikle vadi tipi hidroelektrik ve termik santraller gibi enerji yatırımlarının kırsal alana hücumu oldu. Bu bağlamda enerji yatırımlarının sadece arttığı değil, bölgesel anlamda yoğunlaştığı ve merkezileştiği de görülüyor: 2020 yılına kadar işletime sokulması planlanan 70’den fazla termik santralin 16’sının Çanakkale’de yeralıyor olması bunun bir örneği. Enerjinin yanısıra inşaat ve madencilik gibi sektörlerin önünü açmak amacıyla yakın geçmişte acele kamulaştırmalardan çevre koruma mevzuatının esnekleştirilmesine kadar bir dizi düzenleme ve müdahale hayata geçirildi. Bu sürecin kritik sonuçlarından birisi kırsal müştereklerin çitlenmesi, yani geçmişteki kullanıcılarından ve (ortak) kullanım biçimlerinden koparılarak enerji, inşaat veya maden sektörünün sermayesi haline getirilmesi, ve/veya tahribatı oldu. Dolayısıyla son on yıldır kırsal mekandaki en belirgin dönüşüm toprak ve doğal kaynakların hem kullanıcılarının hem de kullanım biçim/amaçlarının değişmesi oldu.
Bu dönüşüm karşısında kuvvetli ve yaygın bir toplumsal muhalefet de tetiklendi elbette. Bu muhalefete dair belki de en dikkat çekici nokta, kırsal müştereklerin (toprağın, vadilerin, suyun, ormanların) ekonomik değerinin (örn. geçim kaynağı olmalarının) ötesine geçen ortak kullanım, kolektif yaşam/yaşam biçimi, aidiyet ve bellek gibi değerlerinin (ve bir tür kırsal kamusallık mefhumu) savunusuyla temelleniyor olması. Müştereklerin savunusu bu açıdan kent ve kırda yaşanan dönüşüm ve muhalefeti ortaklaştıran temel ayaklardan birisi. Bu savunu aynı zamanda toprak ve doğal varlıklara dair (formel) mülkiyet hakları ve değişim değerinin karşısına kullanım hakkı ve kullanım değerini yerleştirmekte.
Aslında ‘kullanım hakkı’ mefhumunun işaret ettiği daha genel durum, kırsal hayatın idamesinin formel mülkiyet haklarının dışında kalan, ancak tarihsel-toplumsal açıdan meşru kullanım ve zilliyet (tenure) haklarına sıkı sıkıya bağlı olduğu: özel mülkiyet olan bir arazide mal sahibi tarımsal üretim yaparken civardaki köylülerin de aynı araziden toplayıcılık veya otlatma amacıyla faydalaması, veya tapusu (özel mülkiyet hakkı) bulunmayan bir arazinin tarihsel olarak çiftçiler tarafından kullanılagelmesi gibi. Kırsal alanda yaşanan daha genel –ancak ilintili— bir dönüşüm tam da bununla ilgili: toprak zilliyeti ve kullanımına dair bu karmaşık yapının formalizasyonu kırsal alanda da daha belirgin hale gelmekte. Dolayısıyla mevcut kullanım/zilliyet haklarının da tasfiye ve/veya formalize edildiği bir süreç yaşamaktayız. Bu anlamda Türkiye kentlerinde son 20 yıldır yaşanan sürecin bir benzerinin kırsal alanda ivmelenmeye başlayacağı öngörülebilir. Ki bu, ortak alan savunusuyla beraber, kır ve kent çalışmalarının ortaklaşması gereken bir başka temel ayak. Öte yandan bu sürecin kimi kesimleri kullanım haklarından mahrum bırakarak mülksüzleştirirken, kimi kesimleri de mülklülendireceği gözden kaçmamalı.
Toprağa erişim ve kullanımda yaşanan dönüşümler, çoktandır toplumsal hareketlerin de dağarcığına girmiş olan toprak gaspı mefhumunu da yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Zira kırsal alanda yoğunlaşan enerji ve maden yatırımları sadece üzerine kuruldukları toprağı doğrudan kullanıcılarından koparmakla kalmıyor; bu projelerin civara yayılan etkileri etraflarında varolan arazilerin/doğal varlıkların kullanıcılarını ve mevcut kullanım biçimlerini de derinden etkiliyor. Bunun bir örneği bugün Aydın Ovası’nda yaşanmakta. Ova’daki jeotermal enerji santrallerinin yarattığı buhar ve nem çürümeye yol açarak bölgedeki incir üretimini olumsuz etkilemekte. Bir başka örnek, madencilik faaliyetleri sonucu yeraltı sularına ve dolayısıyla civardaki topraklara kimyasalların karıştığı Silvan Ovası’nın tarım yapılamaz hale gelmesi. Diğer bir deyişle, toprağın belli bir yerde el ve kullanım değiştirmesi (örn. maden veya enerji projelerine tahsis edilmesi) etrafındaki toprağın da belli kullanımlarını imkansız kılabiliyor. Bu yolla civardaki üreticiyi de er geç topraklarından (dolaylı da olsa) kopararak tasfiye edebiliyor. Yani toprak gaspı sadece toprağın fizikselliğinin değil aynı zamanda kullanım biçiminin gaspı olarak düşünülmeli.
Bugün kırdaki dönüşümleri anlamak ve çözümlemek açısından görece yeni dinamiklerle de yüzleşmekteyiz. Bunlardan ilki, bir mekansal biçim olarak kent-bölgelerin yükselişi. Bu biçim özellikle sanayi merkezi haline gelen Kayseri, Konya gibi kentlerin etraflarındaki kırsal alanlarla kurduğu ilişkinin farklı niteliğiyle ve geleneksel kır-kent ayrımına pek de oturmamalarıyla ayrışıyor. İkinci bir mesele ise Türkiye kamuoyunda fazla yer işgal etmese de iklim değişikliğinin kırsal alanda yarattığı ve yaratacağı dönüşümler. Hem değişen iklim koşullarının ürün deseni ve üretim süreçlerinde dayatacağı değişimler, hem de doğal kaynaklar üzerinde artacak baskı açısından iklim değişikliği tartışmalarının genişletilmesi gerektiği muhakkak.