Neoliberalizm Kavramının İktisat Disiplini Bağlamında Kuramsal Bir Tartışması

Neoliberalizm, siyasa alanında olsun, sosyal bilimlerdeki tartışmalarda olsun, son on yılın en fazla kullanılan kavramlarından biri. Ancak, bu kavramın ne olduğunu kendimize sorduğumuzda; piyasa mekanizmasına, liberal politikalara ve özel mülkiyete referans vermenin ötesine pek de gidememekteyiz; böyle olunca da satıhta kalan bir tanımlamaya mahkum olmaktayız. Bu yazının amacı neoliberalizm kavramını iktisat disiplini bağlamında kuramsal bir çerçeveye oturtmak (bunu yaparken kuram içerisindeki farklı damarları da aydınlatmak) ve akabinde eleştirel bir değerlendirmesini sunmak. Buradaki yola çıkış noktamız: gerek Türkiye’deki gerek dünyanın başka coğrafyalarındaki son 20-30 yıldaki sosyal ve ekolojik dönüşümü anlamlandırmak için bu dönüşümün arka planındaki “motor güç” olan neoliberalizmi derinden anlamamız gerektiği ve ancak buna dair de net bir kavramsallaştırmanın bulunmadığı. İşbu kısa not bu yolda bir çerçeve sunma derdinde.

1970’lerin sonlarından itibaren farklı coğrafyalarda politik hegemonyayı ele geçiren neoliberal ideolojinin uygulamada gösterdiği çeşitlilikleri inceleyerek, tarihsel süreçte kimlerin kazandığına ve kimlerin (insanlar/gruplar/ülkeler/ekolojinin bizatihi kendisi) kaybettiğine bakmak çok önemli bir analizse de, biz bu yazıda böylesi bir çabanın içine girmeyeceğiz ve neoliberal fikriyatın odağını anlamaya çaba göstereceğiz.[1]

Neoliberalizmle klasik liberalizm arasındaki farktan başlamak faydalı olacak. Liberalizmin tohumlarını Adam Smith dikmişse, neoliberalizminkine de Hayek ve Friedman atmıştır. Bu noktada şu iki kitap önem arz etmekte neoliberalizmi anlamak açısından: ilki, Hayek’in Road to Serfdom çalışması (1944), ikincisi de Milton Friedman’ın Capitalism and Freedom kitabı (1962).[2] İlkinin devletin iktisadi hayattaki müdahalelerinin bir nevi köleliği beraberinde getireceğini savlaması, ikincisinin de özgürlüklerin ancak kapitalist bir düzende yeşerebileceğini vurgulaması söz konusu. Neoliberalizm, gerek ABD’de gerek Avrupa’da, bir nevi “karşı devrim” olarak ortaya çıkan (hem Sovyet türü merkezi devletçi planlamaya hem de Keynesgil yaklaşıma) ve aynı anda hem zihinleri hem de gönülleri fethederek iktidara gelen bir ideoloji. Dolayısıyla, bu hegemonyanın öncesinde bu coğrafyalarda nelerin yaşanmakta olduğunu hatırlamakta yarar var. Bilindiği üzere, ABD’de Roosevelt döneminde (1933-1945), temel olarak piyasaların mantığına yönelik saygıda kusur edilmemesine rağmen, refah devleti üzerinden piyasalara müdahale edilmekte, bu müdahalenin çeşitli alanlara topluma destek olmak üzere uzanması ve toplumun düzenlenmesi hedeflenmekteydi. Bu, son kertede, piyasaların ana ekseni oluşturduğu ama devletin de refah sağlama adına müdahalede bulunduğu ve piyasaları “zararlı” etkilerden koruduğu Amerikan liberalizmine karşılık gelmekteydi. Dolayısıyla, “neoliberal” ifadesini Amerikan liberalizmine eleştirel bakan kesimlerin bir ayrıştırmaya gitmek üzere koyduğu bir başlık olarak mütalaa etmek mümkün.

Büyük Buhran’ın (1929) sonucunda Keynesgil iktisadi politikaların devreye girmesi, refah devletinin oluşması, refah devletinin toplumun birçok alanını düzenler hale gelmesi, ezcümle “yeniden-dağıtımcı” mekanizmaların işletilmesi söz konusu olmuştu. Neoliberalizmin tarihsel olarak ortaya çıkışının arkasında ise devletin toplumu organize etme ve toplumun içinde var olma halinin eleştirisi bulunmaktadır. Bu eleştirinin ise iki ayağı bulunmaktadır: İlki, sistemin özgür yaşama ket vuracağı (politik bir vurgu); ikincisi de sistemin etkinliği sağlayamayacağı (iktisadi bir vurgu).

Hızlı bir tarihsel bakış atacak olursak, tekelci yapıların söz konusu olduğu Merkantil dönemde (16-18. yy) devletlerin piyasalara kuvvetli bir şekilde müdahale etme arzusu bulunmaktaydı; devletin zenginliğini arttırmak için başta askeriye olmak üzere devlet kurumlarına aşırı güçler verilmesi söz konusuydu. İşte tam da o noktada liberal düşünceler oluşmaya (yükselen burjuvazinin sesi olarak) ve piyasaları devletin müdahalelerinden korumanın önemi vurgulamaya başlamıştı (Adam Smith [1723-1790] önderliğinde). Ancak, bu yapılırken sosyal devlet anlayışının da altı çizilmekteydi. Bireysel çıkarları peşinde koşan girişimcilerin son kertede bir harmoni oluşturacağı, bu sayede toplum refahının artacağı hedeflenmekteydi—ama aynı zamanda da devletin altyapı, temel sağlık-eğitim ve güvenlikten sorumlu olması gerektiği belirtilmekteydi. Liberalizmden farklı olarak, neoliberalizm devletin piyasalara “müdahale etme biçimini” reforme etme çabası içindedir.

Roosevelt dönemine (ve ikinci dünya savaşı sonrasındaki Avrupa’ya) dönecek olursak, devletin topluma müdahale etme biçiminin temelinde, bireyi “toplumsal hakları olan bir vatandaş” olarak kurgulamak bulunmaktadır. Bu yaklaşıma göre, belli yasal haklarınız vardır ama aynı zamanda toplumsal haklarınız da bulunmaktadır (ki en başta sağlık ve eğitim gelir); bu toplumsal haklar üzerinden kişisel hakların kullanılması söz konusudur. Devlet de bu hakları karşılamakla ve gerekli olan koşulları yerine getirmekle görevlidir. Neoliberalizmle birlikte bu temel anlayış ters yüz edilir. 1970’lerden sonraki devletin toplumla olan ilişkisindeki yola çıkış noktası bireyin bir homo economicus olduğu kabulüdür. Bireyin iktisadi teşvikler (ki bunlar ödül de olabilir, ceza da) üstünden güdümlü bir şekilde yönetilmesi üstüne kurulmuş bir yapıdan bahsetmekteyiz neoliberalizmde. Başka türlü ifade edersek, bu yeni reform sürecinde artık birey bir “haklar bireyi” olarak değil, “iktisadi bir birey” olarak kurgulanmaya başlanmıştır. Neoliberalizmi bir “karşı devrim” olarak düşünürsek, bu karşı devrim eğer devletin toplumdaki konumunu, devletin toplumla ilişkisini reforme edecekse, bu reform son kertede devletin bireyle olan ilişkisinde bireyi nasıl kurguladığıyla ilgili olacaktır: yani vatandaşına temel eğitim hizmeti götüren—zira bunu vatandaşının temel bir hakkı olarak gören—bir devlet anlayışından, “eğitim hizmeti son kertede iktisadi bir faaliyettir ve burada da arz-talep kanunları çalışmalıdır, bedava eğitim vermek yerine bunun maliyetine katlanan bireyler bu hizmetin değerini daha iyi idrak edeceklerdir”, yaklaşımına giden bir anlayışa.

Neoliberalizmin hegemonyasının kurmasının yolu, yönetimlerin yasaları yazarken, piyasaları düzenlerken, emek piyasasını yeniden oluşturacak çerçeveyi çizerken, bireyi artık “bir haklar bireyi” olarak kurgulamamaları, tam da 180 derece bir farkla, “bir iktisadi özne” olarak tahayyül etmeleri olmuştur.  İlave olarak, bu hakların birçoğunun aslında bireyi/toplumu piyasanın aşırılıklarından koruyan bir açıdan oluşturulmuş olması söz konusuyken, neoliberal yaklaşımda tüm toplumsal yapının bir fayda-maliyet mantığı üzerinden kurgulanmaya çalışılması ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bu durumu basitçe “toplumun iktisadileştirilmesi” olarak tanımlayabiliriz. Son otuz yılda eğitimin, sağlığın, çevrenin hızlı bir şekilde bir fayda-maliyet mantığına tesliminin arkasında yatan saik işte tam da budur.

İktisadi süreçlerin piyasa mantığına bırakılması gerektiğinin arkasındaki temel sav, piyasaların hem statik anlamda (yani kaynakların verimli bir şekilde tahsisinde) hem de dinamik anlamda (teknolojik gelişmeyi gerçekleştirilmesinde) hayati bir rol oynadığıdır. Bu sav, Adam Smith’in kendi çıkarları peşinde koşan bireylerin buluşma alanı olarak piyasaların harmoni yaratarak toplumsal refahı yükselteceği tezinden daha derindir. Tarihsel olarak baktığımızda, bu noktanın ilk kez Hayek’in Viyana Üniversitesi’ndeki tez hocası von Mises tarafından, Sovyet deneyiminin hemen akabinde, sosyalizmin iktisadi anlamda başarıya ulaşmasının mümkün olamayacağı mesajını verme amacıyla, 1920 yılında ifade ediliyor olması söz konusu. Hayek, hocasının yolundan giderek, 1935 yılında devletin iktisadi hayata müdahalesinin, hele hele planlama yapmaya kalkışmasının ne kadar “beyhude” olduğunu dillendiriyor.[3]

Hayek’in bu tezine karşı oluşturulmaya çalışılan cevabın önemli bir damarı, iktisadi insan varsayımını tutan ve ama üretim araçlarının mülkiyetini devlete veren ve değişen vurgularla piyasanın kontrol edilmesini öneren yaklaşımlardan oluşmakta. Bu bakış, piyasalara da özel mülkiyete de güvenmemekte, çünkü bu ikilinin beraberinde eşitsizlikler getireceğine inanmakta ve bu arada piyasaların da öyle söylendiği gibi doğru/mükemmel çalıştığını düşünmemekte. Bu yaklaşımın ana sorunsalı ise, firma çalışanlarının tembellik etmemelerini nasıl sağlayacağız sorusuna cevap verebilmek. Çalışanlarını denetlemek, kontrol etmek, teşvik sistemleri getirmek yoluyla yöneticilerin elinde imkan olduğunu öngörsek bile, yöneticilerin bizatihi kendilerini kaytarmaktan ne alıkoyacak şeklinde bir soru billurlaşmakta. Kısaca, yöneticilerin verimli çalışmasını, etkin olmalarını nasıl temin ve tesis edeceğiz? Yöneticilerin elindeki bilgi, yani firmaya özgül bilgi, diğer kesimlerde (örn. hissedarlar, bankalar ya da merkezi planlama komitesi) yok; yöneticiler de bu durumu kendi avantajlarına çevirecekler, diye düşünülüyor. Buradan kaynaklanan sorunun çözümüne yönelik arayışlar İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlıyor: öyle “mekanizmalar” yaratalım ki, deniyor, piyasaların yetersiz olduğu durumlarda, üst hiyerarşinin bilgi eksikliği yaşadığı durumlarda etkinliği temin ve tesis edebilelim. Tüm bu mekanizmalarda işleyiş mantığı nedir? İktisadi teşvik ve cezalar. Bu gelenek, modernist bir yaklaşım aslında: İktisadi hayatın önceden tasarlanabileceği ve insanları “doğru” yönde hareket etmeye zorlayacak—ama silah zoruyla değil, iktisadi yöntemlerle—mekanizmaların insanlar tarafından oluşturulabileceği iddiası var. Dolayısıyla, bu yaklaşım için, sistemin birtakım mekanizmalarla düzenlenmesi gerektiği vurgulanılıyor. Peki, kimin adına ve kimin için düzelteceğiz? Toplumun geneli için düzelteceğiz. Bu yaklaşım da toplumun iyi niyetli gardiyanlarına tekabül etmekteler bir anlamda.

Dolayısıyla, tasarıma olan inanç ile Friedman ve Hayek hattı arasındaki duvar çok yüksek: toplumsal yaşamın tahayyülünde çok farklı noktadan bakmakta bu iki görüş. Bu arada Hayek ve Friedman genel anlamda ideolojik ve politik olarak aynı cephede olmalarına rağmen (tarihsel bir not düşelim: Hayek yanına Friedman’ı da alarak 1947 yılında Batı’nın muhafazakâr ve liberal düşünürlerini yükselen sol/sosyalizme karşı Mont Pèlerin topluluğu çatısında buluşturuyor ve bu topluluk 1947’den günümüze çalışmalarını sürdürmekte), iki tarafın insan anlayışı, toplum-insan ilişkisine bakışı, iktisat biliminin yönteminin ne olması gerektiği ve somut iktisat politikalarının oluşturulması konularında her zaman örtüştüklerini söylemek zor. Nedir bu ikilinin buluştuğu ve ayrıldığı noktalar?

Neoliberalizm denildiği zaman akla gelen en önemli damarlardan biri Friedman, malum. Friedman, ki sonradan Gary Becker de kendisine katılacaktır, Chicago geleneği olarak, iktisadi hayatın ve hatta toplumsal sistemin genelinin piyasa mantığına bırakılmasının en doğru yol olacağını savunuyor. Özellikle Becker iktisat mantığının piyasalar dışına da taşınması gerektiğini, insanların yaptığı her şeyde ama her şeyde iktisadi bir mantığın olduğunu iddia ediyor. Chicago yaklaşımında bitip tükenmek bilmeyen bir “fayda-maliyet” analizi bulunmakta ve bu analizin yapılabilmesi için de piyasalar olmazsa olmaz bir önkoşul. Eğer hırsızlık yapmıyorsak hırsızlık yapmanın maliyetinin—bir ihtimalle yakalanıp hapis cezasına çarptırılmak da dahil olmak üzere—hırsızlıktan alacağımız kazançtan daha yüksek hesap ettiğimiz içindir. Eğer, çalışmaya başlamak yerine doktora yapmayı seçmişsek, ya da ilave sağlık sigortası yaptırmışsak, ya da X ile değil de Y ile evlenmişsek, tüm bunların arkasında, Chicago yaklaşımına göre, bir iktisadi hesap bulunmaktadır: artıları ve eksileri karşılaştırarak karar vermekteyiz (ki nerdeyse tüm bu tür kararlarda anlık değil de uzun dönemli bir vizyon kurmamız gerekiyor olduğundan, bunu yapabilmek yani geleceği bugün cinsinden yazabilmemiz için bir ıskonto oranı varsaymamız da lazımdır). Yine Chicago yaklaşımına göre, bu hesabı yapabilmek için fayda ve zararların aynı ölçüm birimiyle—yani para ile—ifadelendiriliyor olması lazımdır ve bunu da en iyi piyasa mekanizması yapabilmektedir. Buradaki bireyin faydacı dünya görüşünce çizildiğini eklemeye gerek yok sanırız.

Hayek’e dönecek olursak, Human Design (İnsan Tasarımı) denilen tasarım çok tehlikeli bir şeydir ve bizi totalitarizme götürür. O yüzden iktisadi süreçlerin bu kendiliğinden ve doğal bir şekilde ve bir evrim sonucunda ortaya çıkan piyasalara bırakılması lazımdır. Bizim yapabileceğimiz tek şey, bu süreçte kuralları ve anayasaları belirlemektir. O anlamda Hayek geleneği, gittikçe böyle anayasal yapıların belirlendiği ve bu çizilen sınırlar içerisinde piyasalara özgürlük tanınan yapılara karşılık gelmektedir. Diğer taraftan Chicago okulu formal modeller kullanırken ve pozitivizme sırtını dayamışken, Hayek ve şürekası formalizme karşı çıkagelmektedirler—kardeşlik ve düşmanlık buralarda yatmaktadır.

Bu noktada mekanizma tasarımcıları ile Friedman-Hayek çatışmasına dair bir aydınlatma yapalım. Bir taraf iktisadi hayatın belirlenmesinde (yatırım kararlarından tutun da para politikalarına kadar) tüm alanların piyasalaştırılması lazımdır ancak öyle etkinlik sağlanır, öyle özgürlük sağlanır diyor, hatta gerekirse bu işler için yeni piyasalar oluşturalım, aksi bir durum kölelik anlamına gelecektir, eklemesi yapıyor; özel mülkiyet temel taştır noktasından hareket ediyor. Öbür tarafsa, piyasalarla her zaman etkinliği temin edemeyebiliriz, piyasalara dogmatik inanç doğru değildir, diyor; özel mülkiyete yönelik bir tercihi ön koşul olarak görmüyor. Bu kesimin en sıkı sıkıya savunduğu nokta da iktisadi hayatın birçok evresinde “tutuklu ikilemi”ne karşılık gelen durumların mevcudiyeti.[4] Malum, kimi herkesin kendi çıkarı doğrultusunda çalıştığı durumlarda etkinliği temin etmek mümkün olmayabiliyor. Dolayısıyla, mekanizmacılar diyor ki, bu yüzden bizim öyle bir tasarım yapmamız lazım ki etkinliği temin ediyor olabilelim.  Bu ikinci yaklaşım günümüzdeki sol/sosyal demokrat çizgiye tekabül etmekte.

Ama iki tarafın da—mekanizma tasarımcılarıyla piyasa temelli bakışa sahip Hayek-Friedman yaklaşımının—ortak bir zemini paylaşmaları söz konusudur: Homo economicus varsayımı ve toplumsalın iktisadileştirilmesi. Biz işte bu zemini neoliberalizmin ana ekseni olarak tanımlamaktayız. Yani, neoliberal ufkun içindeki sol pozisyonla neoliberal ufkun içindeki sağ pozisyon arasındaki mücadele, aynı varsayımlar üzerinde ve aynı toplum-insan tahayyülü bağlamında ama farklı sonuçlara odaklanan, farklı kaygıları ve farklı hassasiyetleri bulunan iki yaklaşımın çatışmasına tekabül etmektedir. Toplumsal olanın iktisadileştirilmesi adına çok önemli bir neferlik yaptıklarını söylerken altı çizilmesi gereken önemli bir tarihsel ayrıntı var. Toplumsal olan zaten devletin aygıtları tarafından organize edilmeye başlanmıştı; yani zaten sağlık politikası devletin gündemine girmiş bulunmaktaydı, yani zaten eğitim politikası devletin gündeminde yer almaktaydı. Neoliberal ideoloji işte tam da bu noktada kendi dar iktisat anlayışını hegemonik kılabildi, toplumsal olanda hak-temelli yaklaşımları bir kenara koyup fayda-maliyet analizli yaklaşımı ön plana alabildi.

Argümanımıza geri dönelim; nasıl oluyor da mekanizma tasarımcılarının adalet ve eşitlik merkezli bakışıyla Hayek-Friedman eksenli her türlü yeniden-bölüştürme çabalarını ilkesel anlamda reddeden bakışını ortaklaştırabiliyoruz? Çünkü her ikisinin de toplum tahayyülü, tek tek bireylerin birbirleriyle etkileşiminin ötesinde bir tahayyül değil; dolayısıyla ontolojik olarak bireyi ele almaları, analiz sathına sadece bireyleri sokmaları söz konusu. Ve bu bireyler de, çıkarlarını kollayan ve çalışmaktan kaçan faydacı bir dünyanın tasarladığı robotik failler olarak kurgulanmış durumda. Bu bireylerin teşvik mekanizmaları üzerinden motive edilebileceği kurgulanmış her iki yaklaşımda da. Toplum denilen ise, bu bireylerin mekanistik anlamda ve bir alışveriş temelinde birbirleriyle etkileşime girmelerinden oluşan bir ilişkiler bütünü. Sonuçta bu yaklaşımlardaki ortak nokta, ontolojik olarak bireyin ana nokta olarak ele alınması ve daha sonra da bireyin sınırlarının (ve kapasitelerinin) çok dar, çok faydacı bir bakış açısından tanımlanıyor olması söz konusu. Neticede daha eşitlikçi kaygıların olup olmaması bu tanımların farklı yapılmasını getirmiyor bu yaklaşımda.

Ezcümle, neoliberal yaklaşımda insanlar artık vatandaş olarak görülmemekte, belli hakları olan insanlar olarak tanımlamamaktadır. “Eğitim bir haktır” söylemi yerine sistemi paralı yapalım (parası olmayana kredi verelim), eğitim paralı olduğunda ve insanlar bunu idrak ettiklerinde sistem daha verimli çalışacaktır, görüşü hegemonik bir ifadeye karşılık gelmektedir. Keza, “Sağlık bir haktır” söylemi yerine, sağlığı parayla satın alınabilecek bir hizmet olarak sunalım, böylece insanlar sağlıklarına daha dikkat ederler, yaklaşımı ön plana geçmektedir. Çevre sorunlarının çözümünde de, standartlar koyarak kirliliği ve aşırı kullanımı düzenleyelim yerine, doğal kaynakları birer mal/servis olarak kurgulayalım ve bunlara fiyat biçilmesini temin edelim ki sistem kendi kendine çevre sorunlarını çözebilsin mantığı güç kazanmaktadır.  Netice itibariyle, haklar bitirilmekte, yerine teşvik mekanizmaları getirilmektedir. Bizim bu kavramsallaştırmamızda neoliberalizm bir mülkiyet sorunsalı ya da planlama-piyasa ikilemi üzerinden tanımlanmamakta, insanın tasviri ve toplumsalın ifadesi üzerinden ifadelendirilmektedir.  Böyle olunca da bu tahayyül içinde çok farklı neoliberal uygulamaları görebilmek mümkün hale gelmektedir. Bu tahayyüle sadık kalmak kaydıyla, örneğin, kamu-özel ortaklığı da pekala neoliberal bir yaklaşım sayılabilir (Türkiye’den konut ve enerji sektörleri yeterli örneği oluşturmaktadır).

Son söz olarak, eğer neoliberalizmi toplumsal olanın iktisadileştirilmesi projesi olarak tanımlıyorsak, neoliberalizmin eleştirisinden de “Toplumsal olan toplumsaldır, bunun iktisadileştirilmemesi lazımdır ve daha da öteye giderek iktisadi olanın aslında toplumsallaştırılması lazımdır”ı almamamız gerekir diye düşünüyoruz. Fayda-maliyet merceğiyle insan davranışlarını açıklamayı amaçlayan duruş her yere, her alana giriyor. Halbuki tam tersine iktisadın bir anlamda politik süreçlerin içerisinde ve esnasında tartışılacak ve politik kararlarla icra edilecek bir alan olması gerektiğini söylemekteyiz. İktisadi adımların, toplumsal bir karar süreci sonunda atılması gereken adımlar olması gerektiğinin altını çizmek istiyoruz.

 

[1] David Harvey’nin A Brief History of Neoliberalism, Oxford University Press, Oxford, 2005 [Türkçesi: (2015) Neoliberalizmin Kısa Tarihi, çev. A. Onacak, Sel, İstanbul] çalışması tam da bu başlığın baş ucu kitabıdır.

[2] Hayek, F. A., The Road to Serfdom, University of Chicago Press, Chicago, 2007 [1944] [Türkçesi: (2010) Kölelik Yolu, çev. T. Feyzioğlu ve Y. Arsan, Liberte, Ankara] ve Friedman, M., Capitalism and Freedom, Chicago University Press, Chicago, 1962 [Türkçesi: (2008) Kapitalizm ve Özgürlük, çev. D. Erberk ve N. Himmetoğlu, Plato, İstanbul] .

[3] F.A. Hayek, (1935) “The Nature and History of the Problem” ve “The Present State of the Debate,” içinde F. A. Hayek, ed. Collectivist Economic Planning, Londra: Routledge.

[4] Bir örnekle açıklayalım: Hırsızlık suçlamasıyla yakalanan iki kişinin verebileceği iki alternatif ifade vardır. İkrar ve itiraf. Eğer ikisi de itirafta bulunursa, her biri 6 ay hapis yatacaktır. Her ikisi de ikrar ederse her biri 1 ay hapis yatacaktır. Eğer biri ikrar ederken diğeri itiraf ederse, itiraf eden affedilecek, diğeri ise 12 ay hapse çarptırılacaktır. Oyunun dengesinde ikisi de itiraf etme yönünde ifade verecekler ve 6’şar ay hapis yatacaklardır (ikisinin de ikrar yoluna gidip 1’er ayla kurtulmaları mümkünken). Bireysel çıkarlar peşinde koşmak her zaman en iyiyi getirmemektedir.