Son Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti tarafından hazırlanıp Haziran 2013’te onaylanan 10. Kalkınma Planı (2014-2018), kalkınmanın hedefini bireylerin özgür, sağlıklı ve güvenli bir hayat sürebildiği, vatandaşların mutluluğu, refahı ve onurunu garanti altına alan sosyal çevrenin yaratılması olarak tanımlıyor (Devlet Planlama Teşkilatı, 2013). Plan aynı zamanda kalkınmanın katılım, şeffaflık ve hesap verebilirlik temelinde hayata geçirilmesi gerektiğini vurguluyor.
Ve fakat, 13 yıllık iktidarından sonra ülkenin büründüğü koca bir şantiye sahası görünümüne bakılacak olursa, AKP’nin kalkınma vizyonunun beton yapılar (gökdelenler, AVM’ler, kanallar, köprüler, vs.) dikmekten ne kadar öteye geçtiğini söylemek zor. Tam da bu dönemde, inşaat sektörünün kalkınmanın lokomotifi olarak tanımlandığını gözönünde tutunca, aslında bu tarif çok da temelsiz olmayabilir. Ancak, yine de AKP’nin benimsediği kalkınma anlayışına ve bu anlayışı hayata geçirmekte kullandığı politikalara yakından bakmakta fayda var.
Bunun gereği sadece kalkınmanın mağduriyetle elele gitmesinden ileri gelmiyor: yaşam alanları enerji projeleriyle tahrip edilen halklardan endüstriyel kirliliğin olumsuz sağlık etkilerini yaşayanlara, barajlarla su altında kalan köy sakinlerinden ölümleri yüzlerle anılan madencilere kadar, kalkınma süreci kendi mağdurlarını yaratıyor. Belki daha önemli bir neden, kalkınmanın Türkiye’de toplumsal ve siyasal alanları şekillendiren en kuvvetli kavram olması. Batıyı yakalama ve muassır medeniyetler seviyesine yükselme, tarihsel olarak hem oluşturulan politikaların en önemli hedefi, hem de toplumsal tahayyülü şekillendiren en baskın unsur olageldi (Akbulut ve Adaman, 2013).
Bu arkaplanla düşünüldüğünde, AKP’nin kalkınma mantığının birçok yönden Türkiye devleti tarihine damgasını vuran “yakalama” fikrini devam ettirmiş olması pek de şaşırtıcı değil. Diğer taraftan, AKP’nin kalkınma politikaları, elbette kendine özgü detaylarıyla beraber, 1980’lerin başından itibaren yükselen neoliberal dalganın da bir devamı niteliğindeydi.
Ulusal kalkınma planlarındaki göstermelik laf kalabalığına karşın, AKP döneminde hayata geçirilen kalkınma fikriyatının insan onuru, sağlığı ve mutluluğunu önceleyen halk-odaklı ve demokratik bir süreç olduğunu söylemek zor. Bu dönemde kalkınma sorunsalı, toplum genelinde yaşam standartlarını otomatik olarak yükselteceği varsayılan ekonomik büyümeyi sağlamaya indirgendi. Bu yolla kalkınma ekonomik büyümenin otomatik bir artçısı, doğal yandaşı haline getirildi ve hem bölüşüme dair çatışmalar, hem de büyüme politikalarının sosyo-ekolojik maliyetleri görünmez kılındı.
Kalkınma: Yerinden edilme, mülksüzleşme ve parçalanma
Bu yaklaşım kırsal kalkınma bağlamında gecikmesiz ve kapsamlı bir liberalizasyon hareketine tercüme oldu. Hatırlanacağı üzere, AKP iktidarının 2002’deki başlangıcı Dünya Bankası’nın desteklediği Tarım Reformu Uygulama Programı’nın (TRUP) ve AB’ye katılım sürecinin bir parçası olan Ortak Tarım Programı’yla (OTP) uyumun hızını aldığı döneme denk geldi.
Her iki programın da tohumları aslen AKP iktidarı öncesinde atılmıştı; ancak bu programların sosyo-ekonomik alanın düzenlenmesinde piyasaya atfettikleri önceliğin ve temel edindikleri piyasaya dayalı kalkınmacılık mantığının AKP’nin kırsal kalkınmaya genel yaklaşımını da tanımladığını söyleyebiliriz.
Buna göre, tarım sektörünün geçmiş devlet sübvansiyonlarından kaynaklanan verimsiz yapısı ve sektörde yer alan atıl nüfus fazlası, kırsal kalkınmanın önündeki en büyük engeller olarak tespit edildi. Kırsa kalkınmanın hedefi de böylelikle devlet müdahalesinin yarattığı piyasa aksaklıklarının (yani üretim fazlalarının) düzeltilerek tarım sektörünün küresel ölçekte rekabet edebilir hale getirilmesi ve tarımda yeralan nüfusun sektörün Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya (GSYH) katkısı oranına düşürülmesi olarak tarif edildi.
Burada örtülü kalan varsayım, verimlilik artırıcı müdahalelerle tarım sektörünün uluslararası piyasalarda rekabet gücünün artacağı, bu yolla artan ekonomik faydanın da geniş bir kırsal taban tarafından paylaşılacağıydı. Öte yandan, süreç içinde tarımdan tasfiye olan atıl fazla nüfusun da sancısız bir şekilde kent merkezlerinde istihdama ekleneneceği farzediliyordu.
Bu kırsal kalkınma vizyonunun imlediği birçok keskin değişiklikten belki de en dikkate değer olanı, devletin tarım sektörüne müdahale yollarının radikal biçimde yeniden şekillendirilmesi oldu. AKP döneminde, direkt ürün alımları ve girdi sübvansiyonları da dahil olmak üzere devletin tarımsal destek araçlarının birçoğu ortadan kaldırıldı ve yerlerine doğrudan gelir destekleri getirildi. Piyasa fiyatlarını çarpıtan, üreticilere “yanlış” piyasa sinyalleri veren ve dolayısıyla desteklenen ürünlerin aşırı-üretimine bağlı verimsizlikler yaratan girdi ve çıktı sübvansiyonlarının aksine, doğrudan gelir desteklerinin üretim kararlarından bağımsız olması ve bu sayede de üretim miktarlarını etkilememesi, bu tip desteklerin yeğ tutulmalarının en önemli nedeniydi.
Buna paralel olarak tarım üretiminde ölçek büyüterek üretkenlik artışı sağlamayı amaçlayan müdahaleler de hayata geçirildi. Küçük çiftçiliğin ölçek ekonomilerinden faydalanamadığı için verimsiz olduğu fikrinden hareketle, büyük ölçekli üretim tesisleri aktif biçimde desteklendi.
“Kendi tarlalarında kırsal proletarya”
Bu politika perspektifinin en somut görüntüsü tütün, fındık, şekerpancarı gibi ürünlerden devlet desteklerinin çekilmesine dair çıkarılan meşum yasalar olsa gerek. Bunlara, çiftçileri karşılaştırmalı üstünlüğü olduğu düşünülen alternatif ürünlere teşvik edecek yeni destekler eşlik etti. Ancak, ürünler arası geçiş çoğu zaman oldukça maliyetli (girdiler ve emek zaman açısından) olduğundan ve yeni ürünlere yönelik pazarlama ağlarının kurulması zaman aldığından, çiftçilerin yönlendirildiği alternatif ürünler desteklerin kesilmesinin yarattığı zararı karşılamakta genellikle aciz kaldı.
Bunun sonucunda kırsal nüfusun geçinebilirliğinde yaşanan keskin düşüş ciddi bir mülksüzleşme sürecini (ki etkisi aşağıda anlatılacak kırsal çitlemelerle katmerlenmiştir) ve buna bağlı olarak çiftçilikten kitlesel çıkışları ve kırsal borçlulukta oluşan endişe verici artışı tetikledi. Bu süreçlerin zemin hazırladığı kır-kent arası göç ise, kırsal nüfus fazlasını kent merkezlerine –genellikle de kayıtdışı sektörlerde güvencesiz koşullarda çalışmak üzere— ucuz emek gücü olarak eklemledi.
Öte yandan, sözleşmeli çiftçilik modelinin yükselişi ve büyük ölçekli endüstriyel tarım tesislerinin artan yaygınlığı gibi gelişmeler, kırsalda emek biçimlerinin de köklü bir değişimden geçtiğini gösteriyor (Ulukan, 2013). Yıllar boyu ektikleri ürünleri bırakmak zorunda kalıp, alternatif ürünlerin ekiminde başarılı olamayan veya sektörün yeni hükümdarı piyasa dinamiklerinden şu ya da bu şekilde mağdur olmuş (yüksek oranda borçlanma gibi) çiftçilerin bir çoğu için sözleşmeli tarım, üretime içkin riskleri azalttığı için görece cazibeli bir seçenek olageldi.
Ancak, bu model aynı zamanda üreticilerin üretim sürecine dair tüm karar verme güçlerini kaybetmeleri (ki bu sözleşmeli çiftçilerin kimilerince “kendi tarlalarında kırsal proleterya” olarak betimlenmesinin nedenidir) ve çoğu kez başta anlaşılandan düşük fiyatları kabul etmeye zorlanmaları anlamına da geldi—kaldı ki, sözleşmeli tarımın ekolojik sürdürülebilirlik açısından da son derece sorunlu olduğu biliniyor.
Özetlemek gerekirse, AKP döneminde kırsal kalkınmanın tercümesi ticarîleşmenin derinleşmesi, piyasalaşmanın yaygınlaşması ve küçük üreticilerin kendilerini yeniden üretme koşullarından yoksunlaşması oldu. Büyük üreticilerle rekabet edemeyen ve bağımsız pazar ağlarına erişimi olmayan (bu nedenle de katma değerin büyük oranını aracılara kaybeden) çok sayıda küçük üretici, daha da derin bir mülksüzleşme ve borçlanma sürecine itildi.
Bunun yanında, birbiriyle bağıntılı mülksüzleşme, borçlanma ve proleterleşme süreçleri piyasaların belirsizliğiyle de birleşerek, birçok üreticinin geçimlik tarımdan vazgeçmesine ve hayatlarını idame ettirmek için piyasalara (yani, piyasada ürünlerini satabilmeye) bağımlı hale gelmesine yol açtı. Piyasadaki fiyat dalgalanmaları ve eşitsiz güç ilişkileri düşünülünce, piyasalara bağımlı olmaları küçük üreticiler için aslında artan kırılganlık ve emniyet yastıklarını kaybetmek anlamına geldi.
KOBİ’lere bağlanan umudun boş çıkması
Sınaî kalkınma bağlamında ise AKP stratejisi, bir yandan ucuz kredi ve ucuz emeği (ki kırdan kente göç bu açıdan önemli bir faktördü) mevcut tutmak, diğer yandan yerli sermayenin uluslararasılaşması sürecini ilerletmeye dayalı gelişti. Bu, aslında birçok açıdan ülkenin 1980’lerin başından beri uygulamaya koyduğu ithal ikameci modelin derinleşerek devamı niteliğinde görülebilir.
Bu bağlamda, AKP’nin desteklenmeleri ve çıkarlarının geliştirilmesi konusunda kararlılığını açıkça ifade ettiği Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler (KOBİ), sınaî kalkınmanın odak noktasında yeraldılar (Hoşgör, 2011). Kalkınmayı aslen KOBİ’lerin esnek üretim kabiliyetlerinden faydalanarak küresel rekabet gücü kazanmak olarak gören bir yaklaşımdan hareketle, bu tip işletmelere kredi sübvansiyonları, vergi teşvikleri ve esnek emek istihdamına yer açan yasal müdahaleler gibi destekler sunuldu.
Bunların yanısıra, KOBİ’lerin uluslarası piyasalara erişimlerinin güçlendirilmesi için açık ve somut adımlar da bizzat hükümet eliyle atıldı. Buna eşlik eden bir süreç ise, rekabet gücünü artırmak amacıyla yerel dinamikleri harekete geçirecek ve sermaye çekecek yönetişim mekanizmaları olarak kurgulanan Bölgesel Kalkınma Ajansları üzerinden, kalkınmada yerelleşme ve bölgesellik vurgusu yapılması oldu (Gündoğdu, 2009). Bu tür bir bölgesel kalkınma yaklaşımı, KOBİ’lerin dinamizmi ve yerellere özgü ihtiyaç ve avantajların varlığının gerektirdiği kurumsal cevap oldukları savunularak hayata geçirildi (Ataay, 2005).
Ve fakat, pratikte KOBİ’lere bağlanan büyük umutlar büyük ölçüde boşa çıktı demek haksızlık olmaz: kendilerine atfedilen teknolojik gelişme önderliği ve verimlilik lokomotifi rollerini karşılamak bir yana, KOBİ’ler genellikle düşük teknolojili emek yoğun üretim alanlarında kalmaya devam ediyor ve rekabet gücünü esas olarak emek maliyetlerini baskılayabilmelerinden sağlıyorlar. Kalkınmada bölgesellik vurgusu ise işçi taleplerini bastırma ve itibarsızlaştırma aracı olarak kullanılıyor: dışardan sermaye yatırımı çekmeye indirgenen bölgesel kalkınma söylemi, bölgeler arası rekabeti körüklediği ölçüde işçi sınıfı da sermayenin başka bölgelere kaçacağı tehtidiyle terbiye ediliyor.
Devlet elinin belirgin izleri
AKP döneminin alamet-i farikası ise enerji ve inşaatın kalkınmanın lokomotif sektörleri olarak yükselişi olsa gerek. Her iki sektörün de sermaye birikimi alanları olarak şekillenmeleri sürecinde devlet elinin açık ve belirgin izlerini görmek mümkün; zira, enerji ve inşaat yatırımlarının önünü açmak amacıyla yasal düzlemde yapılan birçok kritik değişiklik bu dönemde tamamlandı.
Enerji alanında AKP mevcut liberalleşme sürecini konsolide ederek, daha önce özel sermayeye kapalı olan termik ve hidroenerji gibi sahalarda yapılacak yatırımlar üzerindeki kısıtları büyük ölçüde kaldırdı. Bu, kredi ve alım garantisi gibi çeşitli teşviklerin yanısıra enerji yatırımlarına köstek olabilecek çevre mevzuatının sistematik olarak gevşetilmesi ile de desteklendi.
İnşaat alanında ise, bir dizi yasal değişiklikle bir yandan devlete yeniden geliştirme ve pazarlama amacıyla arazilere el koyma yetkisi kazandırılırken diğer yandan çeşitli koruma statüleri altında bulunan topraklar yapılaşmaya açıldı. Bu bağlamda, Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) sektörün devlet güdümlü gelişimi ve özel sermaye arasında aracı işlevi gören bir kurum olarak ortaya çıktı: bu kurum, belediye ve özel şirketlerle işbirliği içinde kâr amaçlı proje geliştirme ve doğrudan veya özel sektör ortaklığıyla şirket kurabilme gibi yetkilerle donatıldı.
Böylelikle oluşan konut balonuna bir de dev ölçekli altyapı yatırımları eklendi—ki bunların arasında Kuzey Anadolu Otobanı, İzmit Körfezi Köprüsü, İstanbul Boğazı’na yapılacak üçüncü bir köprü ve İstanbul’un kuzeyinde planlanan üçüncü havaalanı sayılabilir.
Bir çitleme ve kaydırma rejimi
Enerji ve inşaatı kesen ilk ortak payda devlet elinin görünürlüğüyse, ikincisi bu sektörlere içkin mekânsal temellüktür. Zira enerji-inşaat odaklı bu kalkınma stratejisinin en bariz sonucu kentsel-kırsal müştereklerin ve yaşam alanların çitlenmesi ve/veya tahribatı, yerinden edilme ve geçim kaynaklarının, yaşam biçimlerinin ve toplumsal hayatın dayandığı sosyal ağların kaybı oldu. Bu süreç kırsal bağlamda tarım politikalarının tetiklediği kırdan kente göçün hızlanmasını (ve elbette yaygın bir toplumsal muhalefeti) getirirken, kentlerde mekânın yeniden şekillendirilmesi ve işçi sınıfı kent çeperlerine itilirken şehir merkezlerinin turist, tüketici ve emlâkçılara pazarlaran ticarî mekânlara dönüşmesi olarak vuku buldu.
Daha geniş bir çerçeveden bakacak olursak, AKP’nin kalkınma stratejisinin temel olarak bir çitleme ve kaydırma rejimi içerisinde emek gücü, kaynaklar (örneğin madenler) ve enerjinin kırdan kente taşınmasına dayandığını görebiliriz. Tarım sektörünün yeniden yapılandırılması ve kırsal coğrafyayı altüst eden enerji ve altyapı yatırımları, kırsal nüfusun geniş bir kesimini yerinden ederek kent merkezlerine kaydırdı—ki bu gruplar kent merkezlerinde çoğunlukla ucuz emek gücüne eklemlendiler (Adaman vd., 2014). Öte yandan, bu mobilizasyonu taşıyan mega ölçekli altyapı projeleri, kentlerdeki dönüşüm ve soylulaştırma projeleriyle beraber inşaat sektörünü ayakta tutan belkemiğini oluşturmuş oldu.
Kalkınma– şimdi nereye?
Bir bütün olarak değerlendirildiğinde, AKP’nin piyasa-temelli, neoliberal bir kalkınmacılığı hayata geçirdiğini söylemek mümkün. Aslında geleneksel kalkınma modellerine benzer biçimde kalkınmayı devletin aktif rolüyle yapısal dönüşüm ve bu sayede ekonomik büyüme olarak öngören bu vizyonun ayırt edici özelliği, devletin bu süreçte aslen piyasa dinamiklerini araç ediniyor olması: ülke düzeyinde belli bir iş ve mekân bölümünü tahsis etmek ve bu yolla ekonomik büyümeyi sağlamak amacıyla piyasalar inşa eden, şekillendiren ve bu piyasaların katılımcısı olan bir aktör olarak devlet.
Bu kalkınma modeli toplumsal rıza ve iknayı bir ölçüde ekonomik büyümenin faydalarının ana olarak sosyal politikalar yoluyla, popülist –ancak kısıtlı— bir biçimde dağıtılması yoluyla sağlayabildi. Ancak, belki de daha önemlisi, AKP bu modelin tüm sosyal ve ekolojik maliyetlerine rağmen meşruiyet kazanabilmesini, ekonomik büyümeye toplumsal bir hedef olarak atfedilen –ve neredeyse hiç sorgulanmayan—önceliğe borçlu. Bu bağlamda, özellikle inşaat ve modernleşmenin toplumsal imgelemdeki yakın çağrışımları ve kalkınmanın önündeki en büyük engel olarak enerji ihtiyacı söylemi manidar.
Daha genel anlamda AKP, iktidarı süresince büyümenin otomatikman geniş kesimlerin hayat koşullarında iyileşme sağladığı yanılsamasını da kullanarak kalkınmayı ekonomik büyümenin doğal bir uzantısı olarak gören bir anlayışı üstlendi ve temsil etti. Ancak, birçoklarınca detaylı olarak gösterildiği üzere, bu dönemde ekonomik büyümenin sadece faydaları değil (Güney, 2015) maliyetleri de son derece eşitsiz olarak paylaşıldı. AKP’nin kalkınmacı stratejisine içkin yerinden edilme, mülksüzleşme ve parçalanma süreçlerinin yıkıcı sosyo-ekolojik etkileri toplumun en kırılgan ve dezavantajlı kesimleri tarafından omuzlandı ve böylelikle mevcut eşitsizlikler katmerledi.
Bu tespitler, aslında kayıtsız şartsız ekonomik büyüme hedefinin ne derece arzu edilebilir olduğunu sorgulamaya ve kalkınma kavramını radikal bir biçimde yeniden düşünme ve demokratikleştirmeye dair daha kapsamlı bir ihtiyaca işaret ediyor. Bu bağlamda, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) “yeni yaşam” ve ekonominin demokratikleştirilmesi vizyonu özellikle dikkate değer.
Bu vizyon, ekonomi alanının eşitlikçi, paylaşımcı, cinsiyet-eşitlikçi ve ekolojik temellerde yeniden inşaasını sağlıklı ve güvenceli yaşamın ana sacayaklarından birisi olarak tanımlamakta. Bu açıdan, ekonomik büyümeyi fetişleştirmek veya peşinen tanımlanmış bir kalkınma kalıbını hedef edinmektense, ekonominin toplumsallaştırılması ve demokratikleştirilmesini öncelik olarak almakta (Madra, 2015). HDP’nin “yeni yaşam”ı hayata nasıl geçirmeyi önerdiği elbette zamanla görülecek, ancak bu perspektif salt önümüze açtığı yeni tahayyül ve hayat verdiği refah anlayışı açısından bile takdire değer.
Kaynakça
- Adaman, Fikret, Bengi Akbulut, Yahya M. Madra ve Şevket Pamuk. 2014. “Hitting the Wall: Erdoğan’s construction-based, finance-led growth regime”, The Middle East in London, Nisan-Mayıs, 2014.
- Akbulut, Bengi ve Fikret Adaman. 2013. “Modernleşmenin Dayanılmaz Cazibesi: Türkiye’de Büyüme Fetişizmi ve Devletin İnşaası”, Perspectives: Türkiye’den Siyasi Analiz ve Yorum, 5.13
- Ataay, Faruk. 2005. “Bölgesel Kalkınma Ajansları Modelinin ‘Kalkınma’ Anlayışı” http://www.sendika.org/2005/10/bolgesel-kalkinma-ajanslari-modelinin-ka…
- Gündoğdu, İbrahim. 2009. “Sermayenin Bölgesel Kalkınma Eğilim(ler)i: Kalkınma Ajansları Yasası Üzerine Tarihsel-Coğrafi Materyalist Bir İnceleme”, Praksis, 19.
- Güney, K. Murat. 2015. “Ekonomi Kimin İçin Büyüyor? Türkiye’de Servet Bölüşümü Adaletsizliği”. http://riturkey.org/2015/05/ekonomi-kimin-icin-buyuyor-turkiyede-servet…
- Hoşgör, Evren. 2011. “Islamic Capital/Anatolian Tigers: Past and Present”, Middle Eastern Studies, 47 (2).
- Madra, Yahya. 2015. “Ekonominin Demokratikleştirilmesi Olarak Yeni Yaşamın İnşası”. http://www.bianet.org/bianet/siyaset/164069-ekonominin-demokratiklestir…
- Devlet Planlama Teşkilatı, 2006. 9. Kalkınma Planı.
- Devlet Planlama Teşkilatı, 2013. 10. Kalkınma Planı.
- Ulukan, Umut. 2013. “Devlet, Tarım ve Sermaye. Tarımda Kapitalist Dönüşümü Yeniden Tartışmak”, Eğitim Bilim Toplum Dergisi, 11 (43).
1 Sözleşmeli tarım, üreticiler neyi, ne zaman, ne kadar üreteceklerini bilip karşılığında alacakları fiyattan ve ürünlerini satabileceklerinden emin olabildikleri için görece az risklidir. Ancak bu aynı zamanda fiyat da dahil olmak üzere tüm kurallarını alıcının belirlediği ve üreticinin bir kere sözleşmeye girdikten sonra malını satabileceği alternatif bulması zor olduğundan pazarlık gücünün çok zayıf olduğu bir modeldir.