Tarihe şöyle bir bakmak, üzerinde gezindiğimiz toprakla ilgili düşüncemizde yaşanan köklü değişiklikleri ortaya çıkarıyor ve kim olduğumuzu anlamaya yardım ediyor. Toprak Atlasından bir makale
Toprak, arazi ve tarım... Gıda üretimi için gereken materyal altyapıyı tanımlamak için kullandığımız kelimeler, kültürümüzün birer parçası. Hepsi Hint-Avrupa kökenli olsalar da aslında farklı ve hatta bazen de birbirleriyle çelişen anlamlara sahipler. İngilizcede kullanılan “soil” kelimesi, Latince “solum” kelimesinden gelir ve toprak [elle tutulan, üzerinde tarım yapılan toprak] anlamına gelir. Bunun Fransızcada eşik, alan anlamına gelen “soeul” ile batak, çamurlu bölge anlamına gelen “soille” kelimelerinin bir karışımı olduğu düşünülebilir. “Land” kelimesi ise daha ziyade arazi, arsa anlamında kullanılır ve tıpkı fethedilen topraklar gibi genişleme, ele geçirme anlamlarını içerir.
Arazi ve iklim koşullarının insanların yerleşik hayata geçmesine izin verdiği her yerde yapılan ilk iş toprağı işlemek oldu. Bunu, toprağın kontrolünü ve mülkiyetini ele geçirmek takip etti. İnsan emeği, orman örtüsünün ortadan kaldırılması ve toprağın iyileşmesi ile ödüllendirildi. Bu emeğin bir kısmı özel mülkler, bir kısmı müşterek araziler için kullanıldı, ama genellikle bir toprak sahibine bağımlı serflerin (derebeylik köylüleri) emeğiydi bu. “Agriculture” yani “tarım” ya da tarlaların (ager) ekilip biçilmesi, hakim faaliyet haline geldi. Kelimenin etimolojisi bir değişimi ortaya koyar. Eski İngilizce’deki “æcer” kelimesi, hayvanların otlatılmaya götürüldüğü açık arazi anlamına gelir. Bu topraklar ekin yetiştirmek için kullanılmaya başlandığında ise kelimenin kullanımı devam etmiştir. Bu daha sonra “acre” yani bir çift öküzün bir günde sürebildiği alan haline gelmiştir.
Dünyanın pek çok yerinde iklim koşulları sürekli tarımsal faaliyet için uygun değildir. Kurak alanlarda temel olarak toprağı göçebe hayvanlar kullandığı için özel mülkiyet hakları gelişmemiştir. İnsanlar yazılı değil sözlü anlaşmalara itibar ederler. Hayvanların sınırlı bir bitki örtüsü içinde hayatta kalması gerektiği durumlarda arazilerin ortak kullanımı hassas anlaşmalara, geleneklere ve güvene dayanır. Bu anlaşmaların geniş arazilere dair uzun süreli geçerliği vardır ve anlaşmalar sıklıkla dilsel ve kültürel sınırları aşar.
Toprak mülkiyeti özel bir tür dünyevi iktidar yarattı. Eski zamanlarda mülkiyet kavramını, yani taşınmaz mallar tartışmasını ortaya çıkaran şey toprak mülkiyetiydi. Yunanlılar bunu verilen kredilere teminat olarak kullandılar ki bu, “mortgage” kavramının atasıdır. Terhis olan Romalı askerler emeklilik ikramiyelerini toprak olarak alırlardı. Onların varlığı, imparatorluğun Akdeniz kıyılarındaki nüfuzunun artmasını sağladı. Barbarların istilaları Avrupa’daki yerleşim ve toprak kullanım kalıplarının yeniden düzenlenmesine yol açtı. İslamcı yayılma ise ıssız ve harap İspanya’da gelişkin bir tarım kültürünün ortaya çıkmasını sağladı. Orta Çağ’da “land” [toprak] yeni anlamlar edindi. Toprak suyun, taşra da şehrin karşıtı oldu. Bu kelime sınırları belli bir alanı, bir devlet ya da bölge topraklarını işaret etti, “England” (Anglus Ülkesi: İngiltere) ya da “Scotland” (İskoç Ülkesi: İskoçya) gibi.
Toprak hem merakı hem de hırsı tetikledi. Eski zamanda haberciler uzak diyarlardan eve dönerken yanlarında salt rapordan fazla şeyler de getirilerdi. 14. yüzyılda Venedikli Marco Polo, Çin’in harikalarında bahsederken Faslı kaşif İbn-i Battuta, Orta ve Doğu Asya, Zanzibar ve Timbuktu gibi çok uzak yerlere seyahatler yaptı. Asya’dan gelen karabiber, ipek ve porselen gibi mucizeler cezbediciydi, fakat Müslüman ve Venedikli yöneticiler ve tüccarlar fiyatları öyle artırdılar ki, bu mallar Avrupa’da lüks haline geldi.
15. yüzyılda Çinli amiral Zheng He, Pasifik ve Hint okyanuslarında dev ticaret filolarına hükmediyordu, hatta Mogadişu’ya, yani günümüzün Somali’sine kadar ulaşmıştı. Onun seyahatleri ve Kolomb’un Amerika’yı keşfi daha işin başlangıcıydı. Deniz yolculuğu kara yolculuğunu sollamıştı. Vasco da Gama’nın 1498’de Afrika’nın çevresini dolaşması Hindistan’a doğru deniz yolunu açmış oldu. Baharat Adaları ve Çin’e ulaşmak anlamına gelen bu rota sayesinde eski kervan yollarının pabucu dama atıldı. İspanya ve Portekiz, dünyayı kendi aralarında bölüştüler. Nihayet Macellan 1519-1522 arasında dünyanın çevresini dolaşarak gezegenin yuvarlak, toprağın ise sınırlı olduğunu kanıtlamış oldu.
Avrupa açısından dünyanın dev kara parçalarını ele geçirme yarışı başlamıştı. Yüzyıllarca süren bu döneme yaşanan korkunç vahşetler damgasını vurdu. Avrupalılar olarak hâlâ bu gerçeği sıklıkla unutmaya çalışıyoruz ve bunun yerine yabancı olanın çekiciliğine, zenginliğin ele geçirilmesine ve fetihçilerin “üstün” kültürüne odaklanmayı tercih ediyoruz.
İncil’den yapılan “verimli olun ve çoğalın, yeryüzünü doldurun ve ele geçirin” alıntısı oldukça popüler hale gelmişti. 1600’lerde Hollandalı filozof Hugo Grotius, o zamana kadar hakim olan Roma ve Venedik kanunu Mare Nostrum’a karşı “denizlerin serbestliği” kavramını önerdi. Bu serbest erişim prensibi hâlâ pek çok deniz ve Antarktika için geçerlidir. Buralar milli sınırlara dahil olma furyasından şimdilik kurtulmuştur.
Mitler, Atlantis gibi aslında var olmayan toprakların efsanevi hikâyelerini yazdı ve insanları, aslında olmayan bazı kara parçalarının var olduğuna inandırdı. Mesela Avrupalı denizciler Avustralya’yı 17. yüzyılda keşfetti ama Ptolemy, henüz 2. yüzyılda Kuzey Yarımküre’deki kara kütlelerini dengeleyecek bir unsurun varlığına inanıyordu.
Kâşiflerin, koloni idarecilerinin ve hazine avcılarının haritalarında “terra incognita” adıyla bilinmeyen topraklar belirtilmiş ve bu boş alanlar ejderha ve benzeri fantastik canlılarla süslenmişti. Okul atlaslarındaki bu “beyaz alanlar” kâşifleri büyülüyor ve onları uzun ve zor yolculuklar yapmaya teşvik ediyordu. Günümüzde bilim insanları, gazeteciler ve koltuk seyyahları hâlâ “uncharted territory” [haritalarda olmayan topraklar] terimini kullanmaktalar.
Araştırmacılar yeni keşiflerinin geleneksel bilimsel kalıplara sokulamayacağını biliyor. Beşeri eylemlerin küresel sonuçlarını olabileceğinin farkındalar. Uluslararası işbirliği ve bilimsel bulgulara açık erişim, arazi yapısını da değiştiriyor. Benzer şekilde toplum artık “toprak” kavramının geleneksel algılarını tekrar değerlendiriyor. Ayrıca toprak deyince eski ekonomik ve hukuki tanımların yanı sıra ekolojik etkileşimleri, soyut değerleri ve geleceğin korunmasını da vurgulamaya başlıyoruz.
------------------------
Kaynak bilgileri:
s.10: Petermanns Mitteilungen, Band 55 (1909), Tafel 25. s.11: Julius Pokorny, Indogermanisches Etymologisches Wörterbuch (IEW), 5. Auflage 2005; Teksas Üniversitesi, Indo-European Lexicon, http://bit.ly/1xCKDwD .