Nükleer enerji: Bir insan hakları gaspı

Nerden baksanız bir elli yıldır hükümetlerin temsilcileri bağıra çağıra Türkiye’nin enerji ihtiyacından dem vurur, hem de yılda bir kaç kez. Verilen demeçlere göre enerji açığı hayli büyüktür ve işin kötüsü giderek de büyümektedir. Derler ki; üç aya kalmaz elektriksiz kalır memleket! Öyle bir korkutma hali.

Arşivlere bugünden bakınca en az on kez enerjisi bitti de ülke karanlıkta kaldı sanırsınız. Gelin görün ki, ne enerji bitti ne de olumsuz hava koşulları, üreticilerin birim fiyatları beğenmeyerek üretimi durdurması, tamirat ve kedilerin trafoya girmesi dışında başka bir nedenle elektrikler kesildi. En son yaşadığımız ülke genelindeki elektrik kesintisinin nedeni ise Elektrik Mühendisleri Odası’na göre bu alandaki özelleştirmelerdi. Gerçi ileri demokrasiye daha yakıştığından olsa gerek, şimdilerde enerji açığını reddederek “ihtiyaç” yerine “gereklilik” diyorlar. Nükleer enerji ısrarını da kaynak çeşitliliğinin önemine dayandırıyorlar. Ama tablo değişmiyor. Onlar ihtiyaç ya da gereklilik dedikçe yeni santrallerin temelleri atılıyor; şaşaalı açılış törenleri yapılıyor; törenler televizyonlardan canlı veriliyor, devlet büyükleri o törenlerde yeni enerji yatırımlarını müjdeliyor. Bir türlü bitmeyen enerji sorununun çözüm yolunun nükleerden geçtiği sanki her seferinde yeni bir şey söyleniyormuş gibi üzerine basa basa yineleniyor.

Bu şatoya yakınlaştıkça uzaklaşılan masalların içindeki debelenme hali, sistemin en bilindik oyunu aslında: Uydurma değil gerçek enerji lobileri devletleri yönlendiriyor, hükümetler aracılığıyla önce algı yönetilerek ihtiyaç / gereklilik —ya da pazar mı demeli?— yaratılıyor, sonra da o ihtiyaç giderildikçe yeni ihtiyaçlar yaratılarak sermayeye sermaye ekleniyor. 

Rüşvetle birlikte anılır 

Bu döngü böyle devam ediyor, zira hükümetlerin de işine geliyor. İki nedenle. Birincisi, enerji meselesi geri dönüşü garanti olan siyasî bir yatırım olarak görülüyor. Sürekli olarak enerji ihtiyacından söz ederek seçmen kitlesine “bakın, ülkeyi ne kadar geliştirdik, sanayimize enerji yetiştiremiyoruz” mesajı veriyorlar. Bu mesajın beyaz yakalılar nezdinde elbette karşılığı var, zira hâlâ gelişmişlik ölçütünün enerji tüketiminin azlığıyla değil, çokluğuyla ölçüldüğüne dair bir hurafeye inanılıyor. Lakin bu inanç, geniş halk kitlelerinin rıza üretimi için pek yeterli olmuyor. Buralarda rıza üretimi daha ziyade enerji yatırımlarının getireceği yeni istihdam alanları üzerinden sağlanıyor. Nihayetinde bu söylemlerin hepsi oya dönüşüyor ve döngü tamamlanmış oluyor.

İkinci neden ise özellikle Türkiye gibi demokrasisi gelişmemiş ülkelerde enerji yatırım kararlarının rüşvetle birlikte anılıyor olması, ki çok değil, 11 sene önce Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’ndaki ihale yolsuzluklarına karşı düzenlenen Beyaz Enerji Operasyonu’nda nükleer ihaleye katılan firmalardan rüşvet alındığı ayyuka çıktı. Yani cebini doldurmaya bakanlar için büyük paraların döndüğü nükleer ihaleler müthiş bir fırsat!

Nükleer siyasî bir meseledir

İşte bu iki nedenle enerji, ama ille de nükleer enerji yatırım kararları iddia edildiği gibi ihtiyaç üzerinden şekillenmiyor, bunlar siyasî kararlar. Ve bu kararların demokrasiyle bağdaştığını söylemek ise maalesef mümkün değil. Ne kararlar alınırken ne de uygulanırken halkın fikri soruluyor. Kuvvetle muhtemel ki, çıkacak tablonun kendilerini tatmin etmeme olasılığını hayli yüksek görüyor Türkiyeli hükümetler.

Haksız da sayılmazlar. Zira, Fukuşima Nükleer Felaketi’nden hemen sonra, Nisan 2011’de Greenpeace’in Türkiye genelinde yaptırdığı ankete göre, katılımcıların yüzde 64’ü nükleer santrallerle ilgili olası bir halk oylamasında “hayır” diyeceğini, yüzde 86,4’ü nükleer santrale yakın bir yerde yaşamak istemediğini söyledi.1

Haziran 2011’de ise İngiltere’nin önde gelen Uluslararası Pazarlama ve Kamuoyu araştırma şirketi Ipsos, Türkiye’de nükleere hayır diyenlerin oranını yüzde 80 olarak açıkladı.2 Aradan iki yıl geçtikten sonra Mayıs 2013’te bu kez de KONDA’nın yaptığı ankete göre “Riskli olduğunu açıkça bile bile nükleer santral kesinlikle yapılmamalıdır” diyenlerin oranı yüzde 63.4 idi.3

İşbu tabloyla karşılaşmaktansa toplumdaki nükleer karşıtlığını görmezden, bu konudaki endişeleri ise duymazdan gelmek çok daha işlevsel ve kolay. Sonrasında ise nükleer karşıtı seslerin yükselmemesi için istihdam, dışa bağımlılık, nükleerin ucuz olduğu gibi argümanlar birbiri ardına sıralanıveriyor. Bu argümanlar üzerinden algı yönetiliyor. Bir de nükleerin, halkın anlayamayacağı kadar teknik bir mesele olduğunu ima eden bir kaç kelâm edildi mi ve halkın adına en doğru kararın siyasîler tarafından alınacağı söylendi mi, ortada pek de bir sorun kalmıyor! Birkaç çatlak ses için de biber gazı ve muhtelif davalar hazır zaten.

Anti-demokrasi fıtratında var

Oysa, nükleer enerji teknolojik bir konu değil, yaşamsal bir kararın ta kendisi; bir demokrasi meselesi. Ve “Yeni Türkiye”nin çok sevdiği biçimde ifade edecek olursak, demokratik ve şeffaf olmayan süreçler nükleer enerjinin fıtratında var. Hatta öyle ki, 2013’te Sinop’a nükleer santral kurulması için Japonya ile yapılan hükümetler arası sözleşme, bırakın yurttaşları, iktidar partisinin milletvekilleri tarafından dahi görülmedi, hem de hâlâ. Düşünün şeffaflığı.

Yine geçtik yurttaşları, meslek odalarının temsilcilerinin dahi, örneğin Akkuyu Nükleer Santrali alanına girmeleri yasak. Henüz nükleer santral için temel atılmamışken boş arazinin bile çıplak gözle görülmesine izin verilmiyor. Bu ne gizem! Özellikle işletmeci şirketlerin devlete ait olduğu ülkelerde nükleer santrallerin işleyişine dair bilgiler, kâr-zarar oranları, herhangi bir nükleer santralin doğaya ne kadar radyasyon saldığı, o reaktörlerden sızıntı olup olmadığı sadece santrali işleten şirketin verdiği bilgilerden öğrenilebiliyor, ki şirketler de kamuoyuna gerçek rakamları yansıtmıyorlar. Zaten bağımsız denetim mekanizmalarından da söz edilemiyor. Hal böyleyken ekolojik dengenin, doğanın ve yaşamın başında Demokles’in kılıcı gibi sallanan nükleer enerjinin, bu haliyle etik olduğunu söylemek pek mümkün olmuyor.

Tehlikeli miras

Nükleer enerjinin etik olmaması sadece bugünün insanlarına karşı şeffaf ve demokratik süreçler içinde yürümemesinden sebep değil elbet. Etik konusunu tartışırken ısrarla vurgulanması gereken meselelerden bir diğeri de, bugünün nükleer santrallerinin gelecek kuşakları da ilgilendiriyor olması. Zira, dünyanın her yerinde halihazırda çalışmakta olan nükleer santrallerin hepsi hemen yarın kapatılsa bile, bu santraller gerek çalışırken ve sökülürken yaydıkları radyasyon, gerek ürettikleri atıklar, gerekse de doğaya verdikleri geri dönüştürülemez zararlar üzerinden gelecek kuşaklar için tehdit unsuru olmaya devam ediyor.

Gelecek kuşakların ne düşüneceğini hiç umursamadan onların hayatlarını doğrudan etkileyecek bu miras oldukça tehlikeli. Zira, nükleer atıkların ne olacağı sorusuna hâlâ yanıt bulunabilmiş değil. Bakmayın siz siyasetçilerin ve nükleerle arasına mesafe koymayan bazı bilim insanlarının bugün yarın çözüm bulacakmış havalarına, meseleyi önemsizleştiren açıklamalarına. Bazı radyoaktif izotopların tamamen tehlikesiz hale gelmesi için 250 değil, 25 bin değil,v tam 250 bin yıl geçmesi gerekiyor. 250 bin yıl!

126 bin varil kayıp

Peki, bu 250 bin yıl boyunca bu atıklar ne olacak? Bu konuda çalışmalar muhtelif, ama çözüm hâlâ yok. Sanayi devi Almanya bile bir yandan enerji tasarrufu ve yenilenebilir enerjiye geçişi öngören “Energiewende/Enerji Dönüşümü” programı kapsamında 17 reaktörünün sekizini devre dışı bırakmış, kalan dokuz reaktörünü de 2022’ye kadar kademeli olarak kapatma kararı almışken, bir yandan da ülkede son nükleer reaktör kapatıldığında sahip olunacak 17 bin ton yüksek seviyeli atıkla nasıl başe deceğini düşünüyor, hem de kara kara.

Zira, çıkarmaya çalıştığı, ama bir türlü çıkaramadığı ateşten bir gömlek var üzerinde: 1965’ten itibaren nükleer atıkların depolanması için uygun mudur, sorusuna yanıt aranan bir araştırma sahasıyken testlerin sonuçları beklenmeden hafif ve orta seviyeli atıkların halktan gizlenerek biriktirildiği Asse II tuz madeninde 126 bin varil nükleer atık kayıp. Su sızıntısı nedeniyle çöken maden için 2012’de nükleer atık çıkarma operasyonu başladı, lakin işler hayli yavaş ilerliyor. Atıkların “kurtarılması”nın en az 30 yıl alacağı ve maliyetin ise 4 milyar Avroyu geçeceği tahmin ediliyor.

Hal böyleyken ülkenin nihaî nükleer atık depolama tesisi olarak projelendirilen Aşağı Saksonya Eyaleti’ndeki Gorleben tuz madeninde Almanya hükümeti risk almıyor. Burada bölge halkının karşı çıkmasına rağmen 1977 yılından bu yana tuz kayalarının içine nihai olarak atıkları yerleştirmek için araştırmalar sürüyor. Hükümet madenin işletmecisi DBE şirketinin yöneticilerinden 500 yıl sonra istendiği takdirde nükleer atıkların sağlıklı bir biçimde tuz madeninden çıkarılabileceğine dair garanti istiyor. Fakat şirket bu garantiyi veremiyor.

2013 Şubat’ında Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin “Almanya’da Enerji Dönüşümü” başlıklı basın gezisinde tanıştığımız Gorleben Tuz Madeni Nihai Atık Depolama Alanı Projesi’nde çalışan jeoloji mühendisi Chiristian Islinger durumu şöyle özetlemişti: “1990 yılında burada işe başlarken, bunun sekiz yıl süreceği söylenmişti. Sekiz yıl sonra tesis tamamlanacaktı. Ancak hâlâ burada çalışıyorum ve buradaki araştırmaların tamamlanması için de en az on yıla daha ihtiyaç var.” Sormuştuk: “Önce nükleer santralleri çalıştırdınız, sonra depolama üzerine çalışmaya başladınız. Bunun için geç kalmadınız mı?” Türkiyeli dokuz gazetecinin karşısındaki Islinger yanıt vermişti: “Evet, iniş pistini yapmadan uçağı uçurduk.”

ABD’nin de başı dertte

Atıklarla başı belada olan ülke sadece Almanya değil. Biri 1972’den beri yarım olmak üzere beş reaktörün inşaatının sürdüğü ABD’de nükleer atıklar için aranan çözüm bir türlü bulunamıyor. 2002’de George Bush, 77 bin tonluk yüksek seviyeli atığın Nevada’daki Yucca Dağı’nda depolanmasını önermiş ve bu öneri 2002’de Kongre tarafından kabul edilmişti. Lakin 2011’de Barrack Obama, ekonomik krizin ortasında maliyeti 100 milyar doları bulan bu projeyi kabul edilemez bularak askıya aldı.4 ABD’nin yaklaşık 60’a yakın bölgesinde depolanan yüksek seviyeli atıklar Nevada’ya taşınırken 40’ı aşkın eyaletten geçecek ve güzergâhı boyunca toplam 50 milyon kişiyi tehdit edecekti. En az bu güzergâhta yaşayan insanlar kadar Nevada halkı da projeye karşıydı. Zira başlıca geçim kaynağı turizm olan Nevada’yı tatil için kimse tercih etmeyecekti. Bölgenin volkanik sarsıntılara maruz kalma olasılığı vardı ve dolayısıyla sızıntı ihtimali yüksekti.5

Sızıntı ihtimalini görmezden gelmemek gerek. Zira, 2013’te ABD’nin Washington eyaletinde, yüksek seviyeli atıkların depolandığı Hanford Geçici Nükleer Depolama Tesisi’ndeki 117 deponun altı tanesinden yeraltına radyoaktif su sızdı. Tesisteki ilk sızıntının 1960’ta meydana geldiği ve o günden beri 67 depoda sızıntı olduğu açıklandı.6

Bir tehdit unsuru olarak dünyada yüksek seviyeli atıkların miktarı 200 bin tonu aşmışken, nihaî depolama tesislerinin kurulumu için gerekli teknoloji hâlâ bulunamadı. Dünyanın hiçbir yerinde nükleer atıklar için nihaî depolama tesisi yok. Çalışmalar sürse de sonuç alınabilmiş değil hâlâ. ABD nükleer atıkları okyanusun dibine gömmeyi ya da uzaya göndermeyi bile önerdi. İsveç ve Finlandiya atıkları granit kayalar arasına, Almanya ise tuz madenine gömmek üzerine yıllardır çalışıyor. Ancak bir yandan silahların, bir yandan da depremlerin, yanardağların, küresel ısınmayla birlikte su seviyesinin artmasının tehdidi altındaki dünyada nükleer atıkları bin yıl saklamak mümkün mü sorusunun yanıtı hâlâ yok.7

Türkiye atıklarla ne yapacak?

Almanya ve ABD bile nükleer atıklarıyla başa çıkamazken nükleer sevdasında ısrar eden Türkiye ise nükleer santralden önce nükleer atıklara sahip oldu. İstanbul İkitelli’de 1999’da hurdacılık yaparak hayatını kazanan Murat ve Hüseyin Ilgaz’ın hurda diye satın aldıkları konteynerin içinden radyoaktif madde çıktı. Murat Ilgaz’ın parmakları eridi, Hüseyin Ilgaz, 2004’te kansere yakalandı ve 57 yaşında hayatını kaybetti.

İstanbul 2. İdare Mahkemesi, radyasyon içeren Kobalt 60 adlı maddeyi denetlemekle yükümlü olan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nu (TAEK) ağır kusurlu buldu. Ilgaz Ailesi’nin 13 ferdine, faizleriyle birlikte 3 milyon TL’yi geçen maddî ve manevî tazminat ödenmesine karar verdi. TAEK parayı ödemeyince Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuran aileye TAEK, AİHM süreci içerisinde tazminatı ödedi ve bu olayla Türkiye, “dünyanın en önemli 20 radyoaktif kazası” listesine girmeyi başardı!8

İkitelli kazası son olmadı.  2012’de İzmir Gaziemir’deki Avcı Döküm Sanayi’nin bahçesinde tonlarca nükleer atık gömülü olarak bulundu. Bu atıktan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TAEK, İzmir Valiliği, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Gaziemir Kaymakamlığı ve Gaziemir Belediyesi’nin haberdar olduğu ortaya çıktı.

2008’de TAEK, radyasyonlu bölgenin karantinaya alınması gerektiğini söylemiş, 2009’da Çevre Bakanlığı fabrikayı denetlemişti, ancak 2012’ye gelindiğinde kurumlar önlem almak adına hiçbir şey yapmamıştı.9

2013’ün sonlarında sadece fabrikanın sahibine, Türkiye’nin en yüksek çevre cezası adı altında 5.7 milyon lira para cezası kesildi.10 İhmali bulunan kurumlara hiçbir şey olmadı. Bir karaborsa atık ticareti varsa devletin bundan nasıl haberi olmaz, sorusu yanıtsız kaldı. “Peki, bu atıklar hangi ülkeden gelmiş?” sorusunun peşine ise hiç düşülmeyerek meselenin üstü kapatılmaya çalışıldı. Fabrikanın bahçesindeki atıklar üstü açık kamyonlarla meçhul bir yere götürüldü, atıkların nereye götürüldüğü halktan ve davayı takip eden avukatlardan gizlendi. 11

Peki, nükleer santrali olmayan Türkiye, “bir biçimde” sahip olduğu nükleer atıklarla baş edemezken sürekli nükleer atık üretecek santraller kurulduğunda bunların atıklarıyla nasıl başa çıkacak? Yanıt maalesef basit: Bunu Türkiye de bilmiyor. Zira, henüz bu konuyla ilgili bir plan ya da mevzuat bile oluşturulmadı. Yasa zaten yok.

Nükleer ısrarı devam ettikçe irili ufaklı felaketler zincirinin üzerinde yaşadığımız topraklara doğru hızla yaklaşacağını kestirmek hiç de zor değil. Yüreğimiz ağzımızda, gözlerimizi kapatarak bu felaketleri beklemek yerine nükleer enerjinin, insanların, hayvanların ve doğanın yaşam hakkını hunharca elinden aldığını, bir insan hakkı gaspı olduğunu yüksek sesle haykırmak işe yarar belki. Belki bu sese ses katacak olanlar çıkar, kim bilir?

2    “Türklerin yüzde 80’i nükleer santral istemiyor”, Radikal Gazetesi, 24/06/2011, www.radikal.com.tr/cevre/turklerin_yuzde_80i_nukleer_santral_istemiyor-…, Erişim Tarihi: 6 Mart 2014.

3    Bekir Ağırdır, “Nükleer enerjiyi referanduma götürsek…”, 13 Mayıs 2013, t24.com.tr/yazi/nukleer-enerjiyi-referanduma-gotursek/6682, Erişim Tarihi: 6 Mart 2014.

4    “Obama budget confirms end of Yucca Mountain Project”, 14 Şubat 2011, www.reviewjournal.com/news/yucca-mountain/obama-budget-confirms-end-yuc….

5    “Nükleer Atıkların Depolanması ABD’de Sorun Oluyor”, 16 Mart 2002, www.amerikaninsesi.com/content/a-17-a-2002-03-16-1-1-87866222/797829.ht…,.

6    “America’s most contaminated: Radioactive waste leaks into northwestern river”, 23 Şubat 2013, http://rt.com/usa/radioactive-leak-hanford-washington-316/.

7     Filiz Yavuz, Beni “Akkuyu”larda Merdivensiz Bıraktın, 2015: Can Yayınları, s.67.

8    http://www.cmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=90064&tipi=67&sube=0#…, Erişim Tarihi: 25 Nisan 2014.

9    Serkan Ocak, “İlk nükleer çöplük İzmir’de çıktı #izmirincernobili”, Radikal Gazetesi, 3 Aralık 2012, www.radikal.com.tr/turkiye/ilk_nukleer_copluk_izmirde_cikti_izmirincern… Tarihi: 7 Mart 2014.

10  Serkan Ocak, “Çernobili’ne 5,7 milyon lira ceza” Radikal Gazetesi, 28 Ekim 2013, www.radikal.com.tr/hayat/izmirin_cernobiline_57_milyon_lira_ceza-1157785, Erişim Tarihi: 7 Mart 2014.

   11  Filiz Yavuz, s.76.