Feminizm ve “müşterekler” politikası

Yeniden üretim sosyal üretimden önce gelir. Kadın yaslanılan kayadır. (1)

Peter Linebaugh

 

“Müşterekler” kavramı, Meksika’daki meraları yok etmeyi amaçlayan mevzuat çalışmalarını protesto etmek üzere Zapatistalar’ın 31 Aralık 1993’te San Cristobal de las Casas’taki Zócalo meydanını işgalinden itibaren yaygın olarak tanınmaya başladı. (2) Kökleri çok daha eskilere dayanan bu kavramın çağdaş sosyal hareketlerde tartışmaların merkezinde yer almasının önemli sebepleri var. Bu sebeplerden özellikle ikisi öne çıkıyor.

İlki, onyıllar boyunca radikal hareketlerin kapitalizme alternatif oluşturma çabalarını baltalayan devletçi devrim modelinin terk edilmesidir. İkincisiyse, “eski ve yeni çitlemeler” karşısındaki savunmanın, birçokları tarafından yitirildiği veya özelleştirme tehdidi altına girmeden değerinin anlaşılmadığı düşünülen müşterek özellikler ve ilişkiler dünyasını görünür hale getirmesidir. (3) İşe bakın ki, bu çitlemeler müştereklerin hâlâ devam ettiğini göstermekle kalmamış, aynı zamanda yeni sosyal işbirliği biçimlerinin internet gibi yeni yaşam alanlarında oluşmaya devam ettiğini ortaya çıkarmıştır. Bu, birçok kişinin oluşturmaya çalıştığı işbirliğine dayalı topluma işaret eden birleştirici bir kavram olarak ideolojik bir işlev de görmektedir. Gelgelelim, müşterekler ilkesinin tutarlı bir politika projesine dönüştürülmesini istiyorsak, bu kavrama ilişkin farklı yorumlar arasındaki belirsizlikleri ve ciddi farklılıkları netleştirmemiz gerekiyor. (4)  

Müşterekler nedir? Arazi, su, hava müşterekleri ve dijital müştereklerin yanı sıra, sosyal güvenlik fonları gibi edinilen haklarımız ile diller, kütüphaneler ve geçmiş kültürlerden kalan topluluk eserleri de genellikle müşterekler olarak tanımlanıyor. Peki, bütün bu müşterekler politik potansiyelleri açısından birbirine denk mi? Birbiriyle uyumlu mu? Hâlâ eksiklikleri olan bir birliğin sinyallerini vermediklerinden nasıl emin olabiliriz? Son olarak, bu kavramı çoğul halde mi, yani “müşterekler” şeklinde mi, yoksa Fordizm sonrası dönemde baskın üretim biçiminin sosyal ilişkiler özelliği olarak gören otonom Marksistlerin önerdiği gibi tekil halde, yani “müşterek” olarak mı kullanmak gerekir?

Bu yazıda, müşterekler politikasına, “feministin”, yukarıda Linebaugh tarafından toplumun temellerini üzerine kurduğu ve her tür sosyal örgütlenme modelinin test edilmesi gerektiği kaya olarak tanımlanan, cinsiyete dayalı ayrımcılığa karşı ve üretim faaliyetiyle ilgili mücadeleyle şekillenen bir bakış açısı anlamına geldiği bir feminizm çerçevesinden bakıyorum. Kanımca, bu politikanın daha iyi tanımlanması ve müşterek/ler kavramının antikapitalist bir programın temeli haline gelebilmesi için gereken koşulları netleştirmek amacıyla bu müdahale gerekli. Bu görev özellikle iki kaygı nedeniyle önem kazanıyor.

İlk olarak, en azından 1990’ların başından bu yana, müşterekler söylemi Dünya Bankası gibi kurumlar tarafından el konularak özelleştirmenin hizmetine sunulmuştu. Biyoçeşitliliği koruma ve küresel müşterekleri muhafaza etme bahanesinin arkasına saklanan Dünya Bankası yağmur ormanlarını ekolojik rezervlere dönüştürdü, yüzyıllardır geçimini bu ormanlardan sağlayan toplulukları buradan uzaklaştırıp ekoturizm gibi yeni uygulamalarla, para verip ormanları kullananların yolunu açtı. (5) Müşterekler fikrini piyasa çıkarlarına uyarlama konusunda Dünya Bankası tek değil. Müştereklerin yeniden değerlenmesi, farklı ihtiyaçlara cevap vermeye çalışan ana akım iktisatçılar ve kapitalist planlamacılar arasında giderek daha da popüler hale geldi; bu konuda üretilen ve sayısı giderek artan akademik literatür ve aynı paralelde geliştirilen “sosyal sermaye”, “hediye ekonomileri” ve “alturizm” gibi yeni kavramlar bunun bir göstergesi.

Emtia biçiminin neo-liberalizmin teşvik ettiği gibi sosyal dokunun her köşesine yayılması, kapitalist ideologlar için ideal sınırı teşkil ediyor olabilir. Ancak, kapitalist sistemin uzun vadeli üretimi desteklediği düşünüldüğünde, bu proje sadece gerçekleştirilebilir olmaktan çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda istenmeyen bir proje haline de geliyor. Kapitalist birikim yapısal olarak, çalışanların işgücünü arttırmak için ihtiyaç duyduğu ve piyasanın dışsallıkları olarak görünen sonsuz emek ve kaynağın serbest dağıtımına bağlıdır, örneğin kadınlar tarafından yapılan ve karşılığında ücret alınmayan ev işleri bunlardandır. Bu durumda, Wall Street krizi yaşanmadan uzun süre önce, bazı iktisatçı ve sosyal kuramcıların öne sürdüğü uyarılar tesadüfi değildir. Bu uyarılara göre, hayatın her alanının piyasalaştırılması piyasanın işleyişine olumsuz etki eder, zira piyasalar da güven ve hediye verme gibi parasal olmayan ilişkilerin varlığına bağlıdır. (6) Özetle, sermaye de müşterek yararıyla ortaya çıkan erdemleri öğrenmektedir.

O halde, müşterekler söylemini kriz içindeki kapitalist sınıfın kendisini yeniden canlandırmak için gezegenin doğa koruyucuları edasıyla kullanması yönünde şekillendirmemeye dikkat etmemiz gerekiyor.

İkinci bir kaygı unsuruysa, müştereklerin kapitalist olmayan bir ekonomik düzen kurmada nasıl temel oluşturacağıdır. Peter Linebaugh’un çalışmalarından, özellikle “The Magna Carta Manifesto” (2008) adlı eserinden, müştereklerin sınıf mücadelesi tarihini günümüzle buluşturan bağ olduğunu ve müşterekler için verilen mücadelenin aslında dört bir yanımızı sardığını anlıyoruz. Maine balıkçıları, büyük şirketlerin filolarının saldırısına uğrayan av bölgelerine erişimi ellerinde tutma mücadelesi veriyor; Appalachia sakinleri açık maden ocakları tehdidi altındaki dağlarını korumaya çalışıyor; açık kaynaklı ve ücretsiz yazılımlar iletişim ve işbirliği için yeni alanlar oluşturarak bilginin metalaşmasına karşı duruyorlar. Chris Carlsson’un “Nowtopia” (2007) adlı eserinde belirttiği gibi, Kuzey Amerika’da da adı bilinmeyen sayısız müşterekleştirme faaliyeti yürütülüyor ve topluluklar oluşturuluyor. Carlsson oldukça yaratıcı “sanal müştereklerden” ve para/piyasa ekonomisi radarı altında hayatta kalmayı başarabilen toplumsallık biçimlerinden bahsediyor. 

Bunlar arasında en önemlilerinden biri, özellikle Afrika, Karayipler ve ABD’nin güneyinden gelen göçmen toplulukların girişimleriyle ülkenin dört bir tarafına yayılan şehir bahçelerinin kurulması. Şehir bahçeleri, gıda üretimi üzerindeki kontrolü ele geçirmek, çevremizi yeniden yaratmak ve kendi geçimimizi sağlamak için vazgeçilmez olan “kırsal kentleşme” sürecinin önünü açtı. Bahçeler sadece gıda güvenliği sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda sosyalleşme, bilgi üretimi ve kültürler ve nesiller arası paylaşım için de ortam oluşturuyor. (7) [….]

Şehir bahçelerinin en önemli özelliği, burada üretimin ticarî amaçlı değil, mahallenin tüketimi için yapılması. Bu özellik onları Maine’deki “Istakoz Yatağı” balıkçıları (8) gibi pazar için üretim yapan veya açık alanları koruyan arazi kooperatifleri gibi pazarda işlem gören diğer müştereklerden ayırıyor. Şehir bahçeleriyle ilgili sorun ise, bu girişimlerin kendiliğinden gelişen taban örgütlenmeleri olarak kalması, bahçelerin daha da yaygınlaştırılması ve araziye erişimin başlıca mücadele alanı haline gelmesi için gösterilen çabanın yetersizliği.  

Kadınlar ve müşterekler

Savunulan, geliştirilen ve hakkında mücadele verilen çok sayıda müşterekin bir araya getirilerek tutarlı bir bütün ve yeni bir üretim modeli için temel oluşturmasının nasıl mümkün olacağı sorusu, genel olarak sol tarafından henüz sorulmamış bir soru. Bu bağlamda, müşterekler üzerinde feminist bir bakış açısı oldukça önem kazanıyor, çünkü geçmişten günümüze üremeye dayalı işin birincil öznesi olan kadın, müşterek doğal kaynaklara erkeğe kıyasla çok daha fazla bağımlı oldu; dolayısıyla, bu kaynakların özelleştirilmesinden en fazla zararı o gördü ve bunların savunmasına en çok kendisini adayan da o oldu.

“Caliban ve Cadı” (2004) adlı kitabımda da yazdığım gibi, kapitalist gelişimin ilk aşamasında, hem İngiltere’de hem de “Yeni Dünya’da” kadınlar arazi çitlemelerine karşı mücadelede ön safta yer alarak Avrupalı kolonicilerin yok etmeye kalktığı topluluk kültürlerini savunanların başını çekti. Peru’da, İspanyol fetihçilerin işgal ettiği köylerde, kadınlar dağlara kaçıp bugüne kadar devam eden müşterek hayat biçimleri oluşturdular. 16. ve 17. yüzyıl insanlık tarihinde kadına karşı en şiddetli saldırıların yaşandığı, kadınlara cadı damgası vurulup işkence edildiği dönem. Günümüzde, yeni bir ilkel birikim sürecinin arifesinde, arazinin kapitalist olmayan biçimlerde kullanımını ve geçim temelli tarımı destekleyen kadınlar, doğanın tamamen ticarîleştirilmesinin önünde duran başlıca sosyal güç. Kadınlar dünyanın geçimini sağlayan çiftçilerdir.

Afrikalı kadınlar, Dünya Bankası ve diğer örgütlerin endüstri bitkisi üretimine geçmeleri için gösterdikleri teşvik çabalarına rağmen, dünya üzerindeki insanlar tarafından tüketilen gıdanın yüzde 80’ini üretiyor. 1990’larda, gıda fiyatlarının artmasıyla birlikte, Afrika’nın birçok yerinde kadınlar kamusal arazilerde tahsis ettikleri bölümlerde, yol kenarlarında, parklarda ve demiryolu hatları boyunca mısır, bakliyat, manyok yetiştirdi ve süreç içinde kent/ kır ayrımının ortadan kalkmasının önünü açtı. (9) Hindistan’da, Filipinler’de ve Latin Amerika’da kadınlar tahrip edilen ormanları yeniden ağaçlandırdı, kereste tüccarlarını kovmak için el ele verdi, madencilik faaliyetlerini ve baraj inşaatlarını durdurmak için barikatlar oluşturdu ve suyun özelleştirilmesine karşı başkaldırıya önderlik yaptı. (10)

Yeniden üretim araçlarına doğrudan erişim için kadınlar tarafından verilen mücadelenin bir diğer ayağı da üçüncü dünyada, Kamboçya’dan Senegal’e kadar görülen parasal müşterekler olarak işlev gören kredi birlikleri (Podlashuc 2009). Afrika’nın bazı bölgelerinde “tontinler” olarak anılan bu özerk, kendi kendini yöneten, kadınlar tarafından kurulmuş banka sistemi, tamamen güven esaslı çalışarak bankalara erişimi olmayan kişi veya gruplara nakit sağlıyor. Bu özellikleri onları, Dünya Bankası tarafından teşvik edilen ve toplumun birbirine polislik yapmasına, utandırma yöntemine dayanan, en uç noktada, örneğin Nijer’de, aldığı kredinin geri ödemesini yapamayan kadınların fotoğraflarının kamusal alanlara asılmasıyla bazı kadınların intihara sürüklenmesine neden olan mikro kredi sisteminden tamamen farklı kılıyor. (11)   

Kadınlar ayrıca, yeniden üretimin maliyetini düşürmek, fakirlikten, devlet ve erkek şiddetinden kurtulmak için yeniden üretime dayalı işgücünü de müşterekleştirmişlerdir. Bunun en önemli örneklerinden biri, 1980’lerde Şili ve Peru’da hızla artan enflasyon nedeniyle mutfak ihtiyaçlarını tek başlarına karşılayamaz hale gelen kadınların kurduğu “ollas comunes”, “ortak yemek kazanları”. (Fisher 1993; Andreas 1985). Aynen toprak ıslahı ve tontinlerin kurulması gibi, bu uygulamalar da topluluk içi bağların hâlâ güçlü olduğu bir dünyanın göstergesi. Ancak, bunları siyaset öncesi, “doğal” veya en basitinden “geleneklerden” doğan bir süreç olarak değerlendirmek hata olur.

Üst üste gelen sömürgeleştirme seferlerinin ardından, doğa ve gelenekler sadece insanların onları korumaya ve yeniden oluşturmaya çalıştığı yerlerde hayatta kalabildi. Leo Podlashuc’un da dediği gibi, kadınların tabanda örgütlenerek oluşturduğu topluluk sistemleri, yeni bir gerçekliğin doğmasını sağlıyor, müşterek bir kimliği şekillendiriyor, hem evde hem de toplum içinde karşı denge yaratıyor ve çok şey öğrenebileceğimiz bir kendini değerleme ve kendini belirleme sürecinin önünü açıyor.    

Bu mücadelelerden çıkarabileceğimiz ilk ders, yeniden üretimin maddî araçlarının “müşterekleştirilmesinin” kolektif yarar ve karşılıklı bağların oluşturulmasını sağlayan başlıca mekanizma olduğu. Bu ayrıca, kölelik hayatına karşı direnişin ilk hattı ve kapitalizmin hayatlarımız üzerindeki baskısından kurtularak özerk alanlar inşa etmenin bir koşulu. İfade ettiğim deneyimlerin başka yerlere nakledilebilecek modeller olmadığı aşikâr.

Kuzey Amerika’da yaşayan bizler için yeniden üretim araçlarının kazanımı ve müşterekleştirilmesi başka şekillerde gerçekleşmelidir mutlaka. Burada da, kaynaklarımızı havuzlarda toplayarak ve ürettiğimiz zenginliği yeniden tahsis ederek yeniden üretimimizi, milyonlarca insanın mülksüzleşmesinden sorumlu olan emtia akışlarından koparmaya başlayabiliriz. Geçim kaynaklarımızı sadece dünya piyasasından değil, şu an ABD ekonomisinin dayandığı savaş makinesi ve hapishane sisteminden ayrıştırabiliriz. En önemlisi de bu tür hareketlerin içindeki ilişkileri niteleyen ve kendimizi adamamızı, tahammül kapasitemizi ve göze aldığımız riskleri sınırlayan soyut dayanışmanın ötesine geçebiliriz.

Özel mülkün dünyanın en büyük cephaneliği tarafından korunduğu ve üç yüzyıl devam eden köleliğin sosyal bütünlükte keskin ayrışmalara neden oluğu bir ülkede müşterek/lerin yeniden oluşturulması ancak ve ancak uzun süren denemeler, işbirliği çabaları ve onarma çalışmaları yoluyla gerçekleşebilecek muazzam bir görev. Bu görev her ne kadar deveye hendek atlatmaktan zor görünse de, bir yandan da özerklik alanımızı genişletmek ve yeniden üretimimizin dünyanın diğer müşterekçileri ve müşterekleri pahasına gerçekleşmesini reddetmek için elimizdeki tek fırsattır. 

Feminist yeniden yapılandırmalar

İfade ettiğimiz görevin kapsamını, müştereklerin oluşturulmasının ilk olarak kapitalizm tarafından sosyal düzlemde ayrıştırılan emeğin yeniden bir araya getirilmesi için günlük hayatımızın kökten değiştirilmesi gerektirdiğini söyleyen Maria Mies ayrıntılı bir şekilde dile getirmişti. Üretimin yeniden üretim ve tüketimle arasının açılması yüzünden, yediklerimiz, giydiklerimiz ve iş yaparken kullandıklarımızın hangi koşullar altında üretildiği, bunların toplumsal ve çevresel maliyetleri ve ürettiğimiz atıkların topraklarına boşaltıldığı nüfusların kaderi hakkında en ufak bir fikrimiz yok (Mies 1999). Başka bir deyişle, kapitalizmde emeğin toplumsal bölüşümünde uygulanan yıkıcı yöntemlerden kaynaklanan eylemlerimizin sonuçlarına ilişkin sorumluluk duymama halini aşmamız gerekiyor. Kısaca, bizim için hayat üreten şeyler, nihayetinde başkaları için ölüm üretebiliyor. Mies’in de ifade ettiği gibi, küreselleşme, üretilenle tüketilen arasındaki mesafeyi açarak bu krizi daha da tırmandırdı ve küresel düzeyde birbirine bağlılığın giderek daha da artmasına rağmen, yediğimiz yemeğe, kullandığımız petrole, giydiğimiz kıyafetlere ve iletişim kurduğumuz bilgisayarlara karşı daha da körleşmemize neden oldu.

Bu kayıtsızlık halinin aşıldığı nokta, feminist bakış açısından yola çıkarak müştereklerimizi yeniden yapılandırmayı öğrenmeye başladığımız noktadır. Yaşamımızı ve yeniden üretimimizi başkalarının acı çekmesi üzerine kurmayı ve kendimizi onlardan ayrı görmeyi reddetmediğimiz sürece müşterek kavramı mümkün olmayacaktır. Gerçekten de müşterekleştirmenin bir anlamı varsa, bu, kendimizin müşterek bir özne olarak üretilmesinden başka bir şey olamaz. “Topluluk olmadan müşterek olmaz” sloganından çıkarmamız gereken anlam budur. Ancak, “topluluk” kapılar ardında bir gerçeklik, kendilerini başkalarından farklı kılan münhasır çıkarlar etrafında toplanmış bir grup veya din ya da etnik köken temelinde kurulmuş toplumlar olarak değil, işbirliği ve birbirine ve yeryüzüne, ormanlara, denizlere ve hayvanlara karşı sorumluluk ilkesi etrafında bir araya gelmiş kişilerin oluşturduğu bir yapı olmalıdır.

Böyle bir topluluğa ulaşmak, örneğin yeniden üretime yönelik günlük işlerimizi kolektif hale getirmek sadece başlangıçtır. Bu, özelleştirme karşıtı daha geniş kampanyaların ve ortak zenginliğimizi geri kazanmanın yerine geçmez. Ancak, kapitalizmin neoliberal döneminde asıl kaybettiğimiz şeyi, yani kolektif yönetimi ve geçmişimizi kolektif bir proje olarak görmeyi öğrenmek için atılması gereken önemli bir adımdır. 

Buradan yola çıkarak, siyasî gündemimize ev işlerinin müşterekleştirilmesini de dahil etmemiz ve ABD’de 19. yüzyılın ortalarında görülen ütopyacı sosyalist deneylerden, “materyalist feministlerin” 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın başlarına kadar devam ettirdiği ve 1920’lerde “Red Scare” (komünizm karşıtı hareket) tarafından son verilen kolektif hane idamesi yoluyla ev işlerini, dolayısıyla da evi ve mahalleyi yeniden düzenleme ve sosyalleştirme çabalarına kadar uzanan zengin feminist geleneği diriltmemiz gerekiyor (Hayden 1981 and 1986). Bu uygulamaların ve daha da önemlisi, geçmiş feministlerin yeniden üretim emeğini devrimleştirilmesi gereken önemli bir faaliyet alanı olarak görme kabiliyetinin canlandırılması ve yeniden değer kazanması gerekiyor.

Müşterek yaşam biçimleri oluşturmayı gerektiren en can alıcı sebeplerden biri, insanoğlu için yapılan yeniden üretim işlerinin en emek yoğun işler arasında olması ve makineleşmeyle halledilecek boyuta indirgenemeyecek olmasıdır. Çocukların yetiştirilmesini, hasta bakımını, fiziksel veya duygusal dengemizi sağlamada yardımcı olan psikolojik destek işlerini makinelere devredemeyiz. Fütürist sanayicilerin tüm çabalarına rağmen, bakım işleri robotlar tarafından yürütülemez, yürütülse de sürece dahil olan insanlara oldukça pahalıya patlar. Kimse özellikle çocuklara veya hastalara robotların bakmasını kabul etmez. Düzgün bir bakım sağlamanın en iyi yolu, bakıcıların sağlığını gözetmek kaydıyla, sorumlulukları paylaşmak ve işbirliği yapmaktır. İnsanoğluna yönelik yeniden üretim faaliyetleri yüzyıllardır en kolektif süreçleri barındırıyor. Özellikle proleter mahallelerde, insanlar geniş ailelere ve içinde yaşadıkları topluluğa güvenmekte, yaşlandıklarında tek başına yaşasalar bile, bugün birçok yaşlının karşılaştığı gibi, yaşlılığın kimsesiz bir yalnızlık ve müşkül duruma mahkûmiyet olmadığını bilmektedir. Yeniden üretim, kapitalizmin ilerlemesiyle birlikte tamamen özelleştirildi ve bugün hayatlarımızı yok edecek raddeye ulaştı. Bu gidişata dur demeliyiz. Bunun için en uygun zaman ise şimdidir.

Kapitalist kriz, ABD dahil dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan için yeniden üretimin yapı taşlarını yok etmeye devam ederken, günlük yaşamımızın yeniden yapılandırılması hâlâ mümkün ve bir gereklilik. Grevler gibi toplumsal/ekonomik krizler de ücretli iş disiplinini bozar ve bize yeni toplumsallık biçimleri dayatır. Büyük Buhran sırasında yaşanan da buydu; özgürlüğü göç etmekte bulan ve yük trenlerini kendi müştereklerine çeviren “hobolar” (gezgin işçiler) akımı bu dönemde başladı (Caffentzis 2006). Hobolar demiryolu hatlarının kesiştiği yerlerde, birçok hobonun inandığı komünist dünyanın izlerini taşıyan, kendi kendini yönetme ve dayanışma üzerine inşa edilmiş kamplar kurardı (Anderson 1998, Depastino 2003 ve Caffentzis 2006). Ancak, birkaç Boxcar Bertha (12) dışında, hoboların dünyası erkek egemen bir dünyaydı ve kadınları uzun süre barındıracak cinsten değildi.

Ekonomik kriz ve savaş sona erdiğinde, işgücünü bir yere sabitleyen iki büyük mekanizma hoboları da evcilleştirdi: aile ve ev. Büyük Buhran sırasında işçi sınıfının yeniden örgütlenmesi tehdidinin farkında olan Amerikan sermayesi, ekonomik yaşamı yapılandıran temel ilkelerini büyük bir hızla uyguladı: üretim noktasında işbirliği, yeniden üretim noktasında ayrılma ve çekirdekleşme. Levittown’da inşa edilenler gibi seri şekilde üretilen çekirdek aile evi ve bu eve göbeğinden bağlı araba bir araya geldiğinde, işçiler sadece yerleşikleştirilmekle kalmadı, ayrıca hobo kamplarının temsil ettiği özerk işçi müştereklerinin de sonu geldi (Hayden 1986).

Günümüzdeyse, ABD’de ödenmeyen krediler nedeniyle bankalar tarafından el konan milyonlarca ev ve araba, tahliyeler ve toplu işten çıkarmalar, kapitalist çalışma düzeninin dayandığı sütunları bir kez daha deviriyor, sahiller boyunca uzanan çadır kentler gibi yeni müşterek alanlar oluşuyor. Ancak bu sefer, bu yeni müştereklerin geçiş alanları veya geçici özerk bölgeler olarak kalmaması, tam aksine, yeni bir toplumsal yeniden üretim düzeninin temellerini oluşturması için kadınların devreye girmesi gerekiyor.

Ev ekonomiye temel teşkil eden “oikos” ise, evi müşterek yaşamın merkezi olarak yeniden tanımlaması gereken de geçmişte ev işçisi veya ev kölesi olan kadındır. Yeniden tanımlanacak bu ev, çok sayıda işbirliği biçiminin ve kişinin geçtiği, kimseyi ayırmadan veya sabitlemeye kalkmadan güvenlik sağlayan, topluluğun sahip olduklarının paylaşıldığı ve dolaştırıldığı ve hepsinden önemlisi, müşterek yeniden üretim için temellerin atıldığı bir yer olmalı. Daha önce de önerildiği gibi, evin “kadınlara yöneltilen baskının mekânsal bileşeni” olduğuna inanan 19. yüzyıl materyalist feministlerinin yeniden üretimin kontrolünü işçilere vermeyi amaçlayan müşterek mutfak veya kooperatif hane kurma programlarından ilham alabiliriz (Hayden 1981).     

Evde yaşamın yalnızlaştırılmasının önüne geçmek, en temel ihtiyaçlarımızı karşılama ve işverenler ve devlete karşı gücümüzü arttırmanın sadece bir ön koşulu değildir. Bu aynı zamanda, Massimo de Angelis’in de hatırlattığı üzere, çevre felaketini de önler. Yeniden üretime dair varlıkların “ekonomik olmayan” şekillerde çoğaltılması ve evimiz dediğimiz, kışın atmosfere daha fazla sıcaklık yayan ve yazları da bizi kontrolsüz bir ısıya maruz bırakan, kişiye özel çitlenmiş meskenler şüphesiz çevre için yıkıcı sonuçlar doğuracaktır (De Angelis 2007). En önemlisi de yeniden üretimi daha işbirliğine dayalı bir tanıma oturtmazsak, kişisel ve siyasal olan ile siyasî aktivizm ve günlük yaşamın yeniden üretimi arasındaki ayrıma son vermezsek, alternatif bir toplum ve güçlü bir yeniden üretim hareketi yaratmamız mümkün olmayacak.

Bir şeyin daha net olarak anlaşılması gerek. Yeniden üretimin müşterekleştirilmesi/kolektif hale getirilmesi görevini kadınlara vermek, dişiliğin doğayla bağlantılı olarak algılandığını kabul etmek demek değildir. Doğal olarak birçok feminist bu olasılığı ölümden beter bir yazgı gibi görebilir. Kadınların erkeklerin müştereki olarak tasarlandığı ve kapitalistlerin doğanın zenginliklerine el koyduğu gibi, erkekler tarafından serbestçe kullanılabilecek doğal bir zenginlik ve hizmet kaynağı olduğu kolektif bilincimizin derinlerine kadar işlemiş. Ancak, Dolores Hayden’in sözlerini yeniden yorumlayacak olursak, yeniden üretim işinin yeniden düzenlenmesi ve bu sayede evsel ve kamusal alanın yeniden düzenlenmesi bir kimlik meselesi değildir; bu, emek meselesidir ve güç ve güvenlik meseleleri de bununla beraber düşünülebilir (Hayden 1986).

Tam bu noktada, akla Brezilya’nın Topraksız İnsanlar Hareketi’nde (MTS) yer alan kadın üyelerin deneyimleri geliyor. Bu kadınlar, toplulukları işgal ettikleri toprakları elde tutma hakkını kazandıktan sonra, yeni inşa edilecek evlerin, mücadele sırasında müşterekleştirdikleri ev işlerini yine birlikte yapacak şekilde ve erkekler tarafından istismara uğradıklarında birbirlerine destek vermelerini sağlayacak şekilde tasarlanması gerektiği konusunda ısrar etti. Yeniden üretim işlerinin kolektifleştirilmesinde kadınların başı çekmesi gerektiğini savunmak, ev işlerinin doğal olarak kadın işi olduğunu söylemek değildir. Aksine, kapitalizme karşı direnişte her zaman esas rol oynamış kadınların yeniden üretim faaliyetine dair verdiği mücadele ve biriktirdikleri kolektif deneyimlerin yok edilmesine karşı çıkmaktır. Geçmişte yaşanan bu deneyimlerin bugüne aktarılması, hem kadınların hem de erkeklerin yaşamlarımızı şekillendiren toplumsal cinsiyet mimarîsini bozması ve evlerimizi ve hayatlarımızı müşterekler olarak yeniden inşa etmesi için atılması gereken en önemli adımdır.

Kaynaklar

  • Andreas, Carol,“When Women Rebel: The Rise of Popular Feminism in Peru”, Westport, CT. Lawrence Hill & Company, 1985.
  • Anderson, Nels. “On Hobos and Homelessness”, Chicago, IL. University of Chicago Press, 1998.
  • Carlsson, Chris. “Nowtopia”, Oakland, CA. AK Press, 2008.
  • Caffentzis, George. “Globalization, The Crisis of Neoliberalism and the Question of the Commons”, Global Justice Center’ın ilk konferansında sunulan makale, San Migel d’Allende, Mexico, Temmuz 2004.
  • “Three Temporal Dimensions of Class Struggle”, San Diego’daki ISA yıllık toplantısında sunulan makale, CA, Mart 2006.
  • De Angelis, Massimo. “The Beginning of History: Value Struggles and Global Capital”, Londra, Pluto Press, 2007.
  • “The Commons and Social Justice”, yayınlanmamış makale, 2009.
  • DePastino, Todd. “Citizen Hobo”, Chicago, IL. University of Chicago Press, 2003.
  • The Ecologist. “Whose Commons, Whose Future: Reclaiming the Commons”, Philadelphia, PA. New Society Publishers with Earthscan.
  • Federici, Silvia. “Women, Land Struggles, and the Reconstruction of the Commons”,  Working USA. The Journal of Labor and Society (WUSA), 14(61) (Mart 2011), Wiley/Blackwell Publications. İspanyolca yayının adı: “Mujeres, luchas por la tierra, y la reconstrucción de los bienes comunales,” In Veredas, No. 21, 2010. Bu sayı, 21. yüzyılın toplumsal hareketlerine adanmıştır. Veredas, Xochimilco Mexico City’de yer alan Universidad Autonoma Metropolitana’nın Toplumsal İlişkiler bölümünün dergisidir.
  • “Witch-Hunting, Globalization and Feminist Solidarity in Africa Today.” Journal of International Women’s Studies, Özel sayı: “Women’s Gender Activism in Africa”, 29-35 (Ekim 2008).
  • Caliban and the Witch: Women, The Body, and Primitive Accumulation”, Brooklyn, NY. Autonomedia, 2004.
  • “Women, Land Struggles and Globalization: An International Perspective.” Journal of Asian and African Studies. 39(1/2), Ocak-Mart 2004.
  • “Women, Globalization, and the International Women’s Movement.” Canadian Journal of Development Studies. 22:1025-1036, 2001.
  • Fisher, Jo. “Out of the Shadows: Women, Resistance and Politics in South America”. London, UK. Latin American Bureau, 1993.
  • Hayden, Dolores. “The Grand Domestic Revolution”, Cambridge, MA. MIT Press, 1981.
  • Redesigning the American Dream: The Future of Housing, Work and Family Life”, New York, NY. Norton, 1986.
  • Isla, Ana. “Enclosure and Microenterprise as Sustainable Development: The Case of the Canada-Costa Rico Debt-for-Nature Investment.” Canadian Journal of Development Studies, 22: 935-943, 2001.
  •  “Conservation as Enclosure: Sustainable Development and Biopiracy in Costa Rica: An Ecofeminist Perspective,” yayınlanmamış makale, 2006.
  • “Who pays for the Kyoto Protocol?” in Eco-Sufficiency and Global Justice, Ariel Salleh, ed. New York, Londra, Macmillan Palgrave, 2009.
  • Mies, Maria and Bennholdt-Thomsen, Veronika. “Defending, Reclaiming, and Reinventing the Commons,” The Subsistence Perspective: Beyond the Globalized Economy, Londra: Zed Books, 1999. Yeniden basım Canadian Journal of Development Studies, 22: 997-1024, 2001.
  • Podlashuc, Leo, “Saving Women: Saving the Commons”, Eco-Sufficiency and Global Justice, ed. Ariel Salleh. New York, Londra: Macmillan Palgrave, 2009.
  • Shiva, Vandana. “Staying Alive: Women, Ecology and Development”, Londra, Zed Books, 1989.
  • “Ecology and The Politics of Survival: Conflicts Over Natural Resources in India”, Yeni Delhi/Londra, Sage Publications, 1991.
  • “Earth Democracy: Justice, Sustainability, and Peace”, Cambridge, MA. South End Press, 2005.

Bu bölüm, 4 Ocak 2011 tarihinde The Commoner’da yayınlanan makaleden uyarlanmıştır. Makalenin aslına http://www.commoner.org.uk/?p=113 adresinden ulaşılabilir. Söz konusu makale ayrıca, Team Colors Collective için edötörlüğünü Craig Hughes, Stevie Peace ve Kevin Van Meter’in yaptığı Uses of a Worldwind: Movement, Movements, and Contemporary Radical Currents in the United States dergisinde de yayınlanmıştır (Oakland: AK Press, 2010).

  • 1. Linebaugh, Peter, “The Magna Carta Manifesto: Liberty and Commons for All”, Berkeley, CA. University of California Press, 2008. 
  • 2. On dördüncü yayın yılına giren Birleşik Krallık merkezli elektronik dergi The Commoner, müşterekler politikası ve kuramsal temellerine ilişkin önemli bir kaynaktır (www. commoner. org.uk). Ayrıca bkz. aynı kitapta Gustavo Esteva tarafından kaleme alınan makale.
  • 3. Burada, Maine’de Poland Pınarı’ndan çıkan suya şişeleyerek el koymaya çalışan Nestlé’ye karşı birçok yerel topluluğun verdiği mücadeleden de bahsetmek gerek. Nestlé’nin hırsızlığı, bu pınarın ve besleyen kaynakların ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermiştir ve bunların zihinlerde birer müşterek olarak yer etmesini sağlamıştır (“Food and Water Watch” belgesi, Temmuz 2009). Food and Water Watch (Gıda ve Su İzleme Örgütü) ABD’de ve dünyanın geri kalanında temiz su ve güvenli gıdaya erişim için çalışan kâr amacı gütmeyen bir topluluktur.
  • 4. Müştereklerle ilgili güncel tartışmalara ilişkin en iyi sitelerden biri, Birleşik Krallık kökenli hareketin kısa süre önce yayınlanmaya başlayan dergisi Turbulance’tır. “Ideas For Movement” (bkz. 5 Aralık 2009 sayısı) http://turbulence.org.uk
  • 5. Bu konuda daha fazla bilgi için Ana Isla tarafından kaleme alınmış “Who Pays for the Kyoto Protocol?” makalesine bakınız. Yazar, biyoçeşitliliğin korunması bahanesine sığınan Dünya Bankası ve diğer uluslararası kurumların “karbon yutağı” ve “oksijen depoları” olarak yağmur ormanlarını çitleme faaliyetlerinden bahsediyor. Salleh, 2009.
  • 6. Bollier, David. “Silent Theft: The Private Plunder of Our Common Wealth”, New York ve Londra: Routledge, 36–39, 2002.
  • 7. Şehir bahçelerine ilişkin ilk örneklerden biri: Bill Weinberg ve Peter Lamborn Wilson, eds. “Avant Gardening: Ecological Struggle in the City & the World”, Brooklyn, NY: Autonomedia, 1999. Ayrıca, bkz: aynı kitapta yer alan Christa Müller tarafından kaleme alınan makale.
  • 8. Maine’deki balıkçılık müşterekleri şu an koruma bahanesiyle yapılan “tutma hissesi” etiketlemelerinin arkasına sığınan yeni özelleştirme politikasının tehdidi altında. Bu halihazırda Kanada ve Alaska’da uygulanan bir sistem. Buna göre, yerel yönetimler balıkçı teknelerinin geçmiş balık tutma performanslarına bakarak o sezon tutulabilecek balık miktarına ilişkin bireysel hisseler verir ve tutulabilecek balık miktarını sınırlar. Bu sistem küçük tekne sahibi bağımsız balıkçılar için felaket demektir. Büyük işletmelerin baskısına dayanamayan bu bağımsız balıkçılar kısa süre içinde hisselerini en yüksek teklifi verene satmak zorunda kalır. Şu an Maine’de bu sisteme karşı giderek daha da tırmanan protestolar mevcut. Bkz: “Cash Shares or Share-Croppers?” Fishermen’s Voice, C. 14, S.12, Aralık 2009.
  • 9. Donald B. Freeman, “Survival Strategy or Business Training Ground? The Significance of Urban Agriculture For the Advancement of Women in African Cities”, African Studies Review, 36(3): 1-22, Aralık 1993. Ayrıca, Federici 2008.
  • 10.  Shiva 1989, 1991:102–117, 274.
  • 11. Bu bilgiyi Rutgers Üniversitesi (NJ) Afrika Çalışmaları Merkezinden Ousseina Alidou’ya borçluyum.
  • 12. Boxcar Bertha, Ben Reitman’ın “Sister of the Road - the fictionalized autobiography of radical and transient Bertha Thompson” (1972) adlı eserinin Martin Scorsese tarafından sinema uyarlamasıdır (Wikipedia). Bkz: Reitman, Ben, “Dr. Sister of the Road: The Autobiography of Boxcar Bertha”Oakland, CA. AK Press, 2002.