AK Parti hükümeti Türkiye’de ilk defa sorunları vesayetin müsaade ettiği kadar değil, tam anlamıyla çözmek için yola çıkan bir parti olmuş, bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin doksan yıllık tarihi boyunca ürettiği ve ilan ettiği iki düşman üzerinden, yani irtica ve bölücülük üzerinden vesayeti koruma siyasetini sekteye uğratmıştır.
1900’lü yıllarda faşizmin hâkim olduğu Batı’yı örnek alan vesayetçi Türkiye Cumhuriyeti, 1945 sonrası Batı’da gelişen ve tabanın ihtiyaçlarının dayattığı demokratikleşmeye ayak uyduramamış, Batı da İslam fobisi yüzünden TC’nin bu halini, yani ultraseküler halini tercih ettiği için buna destek olmuştur.
Ak Parti iktidara gelirken toplumun özgürlük arayışını tespit edip programını da tüm kesimlerin ihtiyaçlarına uygun özgürlükçü bir dille hazırlamış ve bunu “yolsuzluk-yoksulluk ve yasaklarla savaş” olarak formüle etmiştir. Bu minvalde “Kürt sorunu” da yasaklarla mücadele alanında önemli bir yer işgal ettiğinden, özellikle bu konuda tarihi adımlar atmıştır.
Ak Parti’nin “Kürt sorunu” manifestosu
Ak Parti “Kürt sorunu”na ilişkin manifestosunu 2005 Ağustos’unda Diyarbakır’da ilan etmiştir. Başbakan Erdoğan 2005’te Diyarbakır’da çok önemli vurgular yapmış ve özellikle sorunun adının “Kürt sorunu” olduğunu ifade etmiştir. Bu aslında o dönem Kürt çevrelerinin ilk talebiydi. Şark sorunu, bölgeler arası ekonomik kalkınmışlık sorunu, terör sorunu gibi ifadelerin arkasına saklanmaya çalışan bir devlet ağzının çözüm getirmeyeceğini düşünen Kürt çevreleri, çözüm iddiasında olanlara, önce sorunun devlet tarafından Kürtlerin varlığının tanındığını da ifade eden “Kürt sorunu” olarak dillendirilmesi gerektiğini ifade ediyorlardı.
Erdoğan’ın söylemi bu yüzden önemliydi. İkinci olarak Erdoğan 2005’te Diyarbakır’da, büyük devletlerin hatalarıyla yüzleşebilen devletler olduğunu ve büyüklüğün vatandaşlara gösterilen adaletle gerçekleştiğini söyleyerek, Osmanlı’nın da halklara yönelik adil yönetimiyle büyüdüğüne vurgu yapıyordu. Bu aynı zamanda devlet adına Kürtlerden özür dilemek anlamına geliyordu, ki ilk defa bir başbakan tarafından devlet hatalarına vurgu yapılıyordu.
Diğer yandan, bu vurgu bir yüzleşme çağrısı olarak da okundu. Zaten Kürt çevrelerinin çözüm konusunda taleplerinden biri de gerçek bir yüzleşmeydi. Bugün faili meçhul cinayetler için yürütülen soruşturmalar düşünüldüğünde, bu ikinci anlam da önemlidir. Erdoğan üçüncü olarak inkâr ve asimilasyonun bu tür sorunlarda çözüm olmadığını ifade ederek, “bölücülük” fobisinin yüklendiği kitlelere sosyolojik bir tespiti ve gerçekliği hatırlatıyor, devletin Kürtlere inkâr ve asimilasyon politikasıyla yaklaştığını ifade ederek, adeta bu politikaları bitireceğinin de işaretini veriyordu.
Erdoğan’ın dördüncü vurgusu da bu sorunların “daha çok demokrasi, daha çok özgürlük ve daha çok kalkınma”yla çözüleceğini söyleyerek adeta yol haritasını açıklamak ve “anayasal vatandaşlık” kavramını önererek, ilk gerçekçi ve köklü adımı ifade etmek yönünde oldu.
Tarık Ziya Ekinci’nin önerileri
Dilerseniz şimdi önce Kürt çevrelerinin çözüme ilişkin taleplerine bir göz atalım, sonra da bunları Ak Parti hükümetinin icraatlarıyla karşılaştıralım. Bunun için, Tarık Ziya Ekinci’nin 1997’de yazdığı Vatandaşlık Açısından Kürt Sorunu ve Bir Çözüm Önerisi adlı kitabın 277. sayfasındaki önerilere bir göz atalım:
• Vatandaşlık Kanunu
• Dernekler Kanunu
• Siyasi Partiler Kanunu
• Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu
• Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu
• Terörle Mücadele Kanunu
• Milli Eğitim Temel Kanunları
• Üniversite ve Yüksek Okullar Kanunu
• Radyo ve Televizyon Kanunu
Sayın Ekinci, demokratik anayasanın öngördüğü yerinden yönetimin ve çokkültürlü toplum modelinin işlerlik kazanması için de şu yasaların değişmesi gerektiğini vurguluyor:
• Özerk Yerinden Yönetim Kanunu
• Kürtçe Öğrenim Yapacak Resmi ve Özel Okulların Çalışma Esaslarını Belirleyen Kanun
• Kürt Dili, Edebiyatı ve Tarihi Konularında İnceleme Yapacak, Lisans ve Lisansüstü Eğitim Verecek Enstitülerin Kuruluş Kanunu
• Kürtçe Radyo ve Televizyon Yayınları Yapacak Resmi ve Özel Kurumların Çalışma Esaslarını Belirleyen Kanun
Tarık Ziya Ekinci’nin 1997’de ifade ettiği taleplerin tamamı bir-iki eksikle tamamen hayata geçirilmiş durumdadır; hatta bunların yanında günün ihtiyaçlarına uyarlanmış pek çok uygulamadan da bahsetmek gerekir.
Ak Parti hükümeti özgürlük, kalkınma ve sosyal projeler açısından Türkiye siyasal tarihinde tüm partilerce uygulanmış iyi şeylerin toplamının da fersah fersah ötesinde başarılı icraatlar yapmıştır.
Kürt sorununun ürettiği bir problem olarak PKK
Ak Parti, iktidarının ilk döneminden beri bir diyalog yolu açmak için önceki iktidarların tersine silahlı Kürt muhalefetinin temsilcileriyle iyi ilişkiler geliştirmiştir; 2004’te tutuklu bulunan Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak serbest bırakılmış ve hemen akabinde hükümet yetkilileri bu isimlerle görüşmüştür. Ancak 2005’te Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorunu açısından manifesto niteliği taşıyan konuşmasına rağmen ve tam da AB’nin müzakere tarihi verişi öncesinde, PKK ısrarla silaha başvurmuş ve bu, o dönem Ergenekon olarak bilinen derin devlet yapılanmasının darbe arayışlarının arifesinde meydana gelmiştir. Gerek Öcalan’ın içeriden yaptığı açıklamalar ve gerekse o döneme denk gelen darbe arayışları çerçevesinde Ergenekon ile PKK arasında beş ortak hedefin belirdiği, Ak Parti çevrelerinde dikkat çekmiştir:
1) Ak Parti’yi devirmek. (Süreç içerisinde Öcalan’ın CHP ve MHP koalisyonuyla bu amaç için işbirliği yapmanın Kürtlerin özgürlüğü adına daha iyi olacağı tezine kitleler inandırılmaya çalışılmıştır.) Vesayetçi derin devlet yapılanması olan Ergenekon günbegün eriyen vesayeti diri tutmak adına bu hedefe geleneksel yönelimini göstermiş, sokakları hareketlendirmek için, etkinliğini yitiren Cumhuriyet mitingleri yerine silahlı Kürt muhalefetine bel bağlamıştır.
2) Irak Kürdistan’ının stabilitesini bozmak. Vesayetçi Ergenekoncular açısından Irak Kürdistan’ında ortaya çıkan özerk yapılanma Kürt milliyetçiliğini tetikleyebilecek ve bu anlamda Kürtler arası birlik oluşumuna da yol açabilecek en önemli tehdit olarak görüldü. Bu nedenle sınırın her iki yakası arasında Barzani etkisinin geçişini önlemek ve PKK üzerinden Kürtleri Kemalist kılmak, ayrıca mütedeyyin Kürt halkı arasında çok daha kısa sürede etkili olabilecek siyasal özellikli dindarlaşma eğilimini kırmak için Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek gibiler üzerinden PKK ile ilişkiler kuruldu. Bunu bizzat Yalçın Küçük mahkemede verdiği ifadede PKK ile ilişkiye “Kürtleri Kemalistleştirmek ve gerici etkilerden korumak için girdik” diye ifade etmiştir. Öyle ki, Irak Kürdistan’ı bölgesel özerk yapılanmasının hamisi ve müsebbibi olarak gördükleri ABD’ye bile sırt çevirip İran-Rusya hattına yaslanmışlardır. Öcalan ise Kürtler arası liderlik mücadelesi adına Türkiye’yi bölecek olanın kendileri değil Barzani (ilkel milliyetçi) yapılanması olduğunu söyleyip bir hedef gösterebiliyordu.
3) AB uyum süreci. Bu süreç uyum paketleri üzerinden vesayetin adım adım zayıflatılmasına sebebiyet vermiş, siyasetin daha özgür imkânlara kavuşmasını sağlamıştır. Dolayısıyla sistem şeffaf ve katılımcı hale geldikçe, halk hakkı olan egemenliğini havale edilmiş kurumlar eliyle değil doğrudan kullanmaya başlamıştır. Vesayetin kalkması üretilen korkuların siyasete egemenliğini zayıflatmış ve vesayetçilere olan ihtiyacın suni olduğunu ortaya koymuştur. Bu nedenle de Ergenekoncular tarafından hedef haline gelmiştir. Ancak etkisini yitiren Cumhuriyet mitingleri gibi enstrümanlar olmayınca adeta silahlı Kürt hareketine bel bağlanmış, ihtiyaç duyulan kaos görüntülerine silahlı Kürt hareketi ve siyaset uzantıları üzerinden ulaşmanın arayışına girilmiştir. Mesela Ankara’da MHP tarafından “AB’ye hayır” mitingi düzenleneceği günde Dehap tarafından Diyarbakır’da “AB’ye evet” mitingi düzenlenerek AB meselesi kafası karışık Türkiye toplumuna Kürt-Türk meselesi gibi yansıtılıp desteğin zayıflatılması hedeflenmiştir.
4) ABD-Ak Parti ilişkilerinden duyulan rahatsızlık.
5) Fethullah Gülen cemaatinin adeta ortak hedef haline gelmesi.
Bu süreçte her demokratikleşme arifesinde PKK ve onun siyasal destekçisi olan gruplar harekete geçip, silahlı ve silahsız eylemlerle bu süreçleri akamete uğratmaya çalışmıştır.
Ak Parti de bu süreçler içerisinde iktidarı kaybetmemek adına iki ileri bir geri adımlarla yola devam etmek, zaman zaman –Habur örneğinde olduğu gibi– geri adımlar atmak zorunda kalmıştır.
2010 referandumuna kadar “Nasıl olsa bu devletin gerçek sahibi vesayetçi generaller Ak Parti’yi de devirecek ve biz ancak onlarla muhatap olmalıyız” şeklinde düşünen Öcalan ve PKK süreci bu şekilde yürütmüştür. Ancak İmralı’nın asker kontrolünden çıkarılmasıyla başlayan ve 2010’da Anayasa referandumuna dayanan süreçte Ak Parti’nin referandumdan CHP, MHP ve BDP’nin muhalefetine karşın yüzde 58 gibi bir oyla çıkması ve İmralı’da hayati riskin ortadan kalkması (askerin elinden kontrolün alınması) üzerine Öcalan da Ak Parti’nin Türkiye siyasal tarihinin ilk muktedir partisi olabildiği gerçeğini anlamış ve örgüte “Devletle görüşmelerim ciddi; devrimci halk savaşına gerek yok” demesine rağmen, Suriye’de oluşan yeni süreçten kârlı çıkma hevesine girmiş, Kandil’i durduramamış ve çatışmalar yeniden başlamıştır.
Öcalan bu sürece tepki olarak bir dönem kimseyle görüşmemiştir, ta ki son dönem cezaevi açlık grevlerine kadar. 2012 sonbaharına denk gelen, PKK’lı tutsakların cezaevlerinde başlattığı açlık grevleri Öcalan ve Kandil’den bağımsız şekillenmiş ve çatışmalı süreci geliştirmek isteyen Kandil tarafından adeta körüklenmiş, grevin bitirilmesinin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bu konuyu 1 Kasım 2012 tarihli yazısında Sabah gazetesi yazarı Mahmut Övür net bir şekilde dile getirmiştir. Hatta yazıda Emin Aktar’a atfedilen ikircikli dil aslında KCK’nın engellenmesiyle oluşmuştur. Bu kısmı da ben tamamlayayım.
Netice itibarıyla bütün bunlara karşın kriz bizzat Sadullah Ergin başta olmak üzere ilgili hükümet yetkililerinin olağanüstü çabalarıyla Abdullah Öcalan’ın mesajının Mehmet Öcalan’ın üzerinden BDP ve PKK’lı tutsaklara ulaştırılması sonucu aşılmış ve bugün çözüm süreci dediğimiz son süreç de bu vesileyle başlamıştır. Bu süreç Ak Parti açısından ilk değildir; Erdoğan’ın ifadesiyle, aslında benzer adımların yedincisidir ve ilerlemeler her seferinde örgütün bir şekilde gidişatı bozmasıyla neticelenmiştir, ki bu anlamda en bilinen örneklerin Habur ve Oslo olduğu söylenebilir. Ancak belki şimdi yaşanan örneğin farkı, en yerli teşebbüs oluşu, yani sürecin doğrudan Öcalan ve devlet üzerinden yürütülüyor olmasıdır.
Bugün geldiğimiz noktada örgütün özellikle Kandil’e kerhen dahil olduğu, ama halktaki büyük ve coşkulu sahiplenme karşısında, çekilmeyi ve çatışmasızlığı kabul etmesine karşın süreci oldukça yavaş ve aslında çekilmeyerek yürüttüğü anlaşılmıştır. Bugün insanlar Türkiye’de Başbakan tarafından, çekilme açıklaması yapıldığı halde, çekilmenin ilkin yüzde 15 ve ikinci açıklamada da ancak yüzde 20 civarında olduğunun açıklanması ile PKK’nın çekilmeyi “Hükümet adım atmıyor” gerekçesiyle durdurduğunu açıklamasının nedenlerini tartışıyor.
Toplumda bu kararın gerekçesi birkaç alternatifli yorumlanıyor:
1. İyi adam-kötü adam rolüyle Öcalan’ı güçlendirmek. Ancak bu aslında Öcalan’ı belki bir aktör olmaktan bile çıkarabilir; çünkü hükümet Öcalan’ın örgüt çevrelerince yıllardır sürdürülen bir propagandayla, çözümün anahtarı olduğu vurgusuyla son süreçte bütün riskler alınarak muhatap alındığını ifade etti. Buna rağmen süreç Habur ve Oslo gibi akamete uğrarsa onarılması güç bir güvensizliğe gidilebilir.
2. Yaklaşan yerel seçimlere silahsız girme özgüvensizliği.
3. Kendilerine destek veren ve küçük bir azınlıktan ibaret olan Türk solu çevreleriyle HDK çatısı altında bir birliğe giderken Gezi gibi olaylarda daha aktif rol alma isteği.
4. Suriye’deki gelişmelere paralel olarak Türkiye’yi sıkıştırma eğilimi.
Kürt sorununun çözümünü etkileyen iki parametreden biri Türklerin bölünme gibi kaygıları, Kürtlerin ise eşitlik ve adalet beklentileridir. Akil İnsanlar Heyeti’nin bütün bölgelerde yaptığı çalışmaların ortak vurgusu da bunlar üzerinedir. Bu yüzden Ak Parti bir yandan demokratikleşmeyi sağlarken bir yandan da Türk halkının bölünme kaygısının yersiz olduğunu anlatmalı. İşte tam da bu yüzden terör ve şiddet bu fobileri tetiklemekte ve çözümü zorlaştırmaktadır.
Ak Parti Kürt sorununu demokratikleşme içerisinde çözülecek bir sorun olarak değerlendirirken, Öcalan’ın 21 Mart’ta Nevroz’da yaptığı açıklama da aynı perspektifleri vurgulamaktadır. Ancak, hemen şunu belirtmek gerekir ki, demokrasi ne sınırları olan bir anlayış ve ne de sonlu bir süreçtir. Bu nedenle, bence asıl vurgu eşitlik üzerine olmalıdır.
Netice itibarıyla anadilde eğitim, temsilde adalet ve güçlü yerinden yönetim sadece PKK’nın değil Ak Partili Kürtlerin de, çeşitli çevrelerden dindar Kürtlerin de, HAK-PAR, KADEK gibi farklı Kürt partilerinin de ortak talebi olarak orta yerde durmaktadır. Tek fark, PKK dışındaki Kürtlerin bunlar üzerinden bir iktidar kavgası içinde olmamasıdır. Belki bugün süreci tıkayan en önemli unsur da Kürt sorununun çözümünde karşılaşılan problemler değil, bu sorun üzerinden yürütülen bölgesel iktidar ve hegemonya savaşıdır.