Benim burada anlatmak istediğim veya tartışmaya açmak istediğim konu müşterekleri inşa etmek, yönetmek, yaşatmak. Bu noktada katılımcı ekonomiden faydalı gördüğüm birtakım kavrayışları dikkatinize sunmak istiyorum. Katılımcı ekonomiden kastım Michael Albert ve Robin Hahnel gibi Kuzey Amerikalı iktisatçı ve aktivistler tarafından yaklaşık yirmi-otuz senedir savunusu yapılan ve özellikle, ekonomik kriz dönemlerinin ardından Avrupa, Latin Amerika ve Kuzey Amerika’da belli deneyimler oluşturan, pratiği yapılan kapitalizme alternatif, kapitalizmin ötesinde bir ekonomik model.
Bu paradigmadan faydalı birtakım kavrayışları gündeme getirmeye çalışacağım. Birincisi bizim burada Yeşil Ekonomi konferansı başlığı altında neden müşterekler hakkında konuştuğumuzu kendimce anlamlandırma gayreti içerisindeyim.
“Anonim Şirket”in Yükselişi
Müştereklerin tarihsel olarak erozyona uğraması, yok olması, her şeyin piyasanın hakimiyetine girmesi, yaşam kaynaklarımızın metalaşması dediğimizde, literatürdeki genel anlatı iki şeyin altını çiziyor. Biri, çitleme-çevirme dediğimiz hareketler. Genel olarak, 17. Ve 18. yüzyılda ortaya çıkan, 18. Ve 19. yüzyılda şiddetlenen bir olgu olarak anlatılıyor.
İkincisi de, “Anonim Şirket” dediğimiz varlığın yükselişi ve kurumsallaşması. 18. yüzyıla gittiğimizde, örneğin Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği”ni yazdığı döneme gittiğimizde, Anonim Şirket olarak tarif edebileceğimiz varlıkların sayısı bir elin parmaklarını geçmezken ve o dönemde bir şirketin yabancılara hisse satarak, yabancılardan sermaye devşirerek sermaye gücünü arttırıp muazzam yatırımlara ve güce kavuşması, bir norm olarak sahtekârlık olarak addedilirken, 19. yüzyılın sonuna geldiğimizde, Anonim Şirket, “Corporation”, “American Corporation” denen varlık, yasal bir statüye kavuşuyor. Ve müştereklerin çitlenmesi ve metalaştırılması sürecine büyük bir ivme kazandırıyor ve büyük bir güç olarak ortaya çıkıyor.
Sosyal Devletin Çöküşü
20. yüzyılın başında muazzam bir mülksüzleşme ve yoksulluk var. II. Dünya Savaşı sonrasında sosyal devletin kurumsallaşması bu muazzam mülksüzleşmeye yanıt oluşturuyor.
Ve biz şimdi sosyal devletin kurumsallaşmasıyla oluşturulan yanıtın çökmesi, geçersiz hale gelmiş olması nedeniyle ikinci bir çitlemeyle karşı karşıyayız. Anonim Şirket’in ikinci yükselişi ve müştereklerin ikinci bir metalaşma dalgasıyla karşı karşıya kaldığımız için ve dünyanın yaşamsal kaynaklarının, doğal varlıklarının yüz yıl öncesiyle kıyasladığımızda çok daha fazla tüketilmiş olması nedeniyle, ekolojik bir krizle karşı karşıyayız.
Böyle olduğu için Yeşil Ekonomi tartışmasıyla müşterek tartışmasını, müştereklerin savunulması ve inşası tartışmasını bir araya getiriyoruz. Bu acil ve önemli gördüğümüz gündem etrafında tartışıyoruz.
Müştereklere Saldırı
Sosyal devlet öncesindeki çitleme ve metalaşma dalgasında, temelde ihtilafa konu olan meta, arazi ve onun üzerindeki toprakla birlikte, tüm biyolojik varlıklardı. Yani esas ihtilaf toprakların çitlenmesi ve metalaşması üzerinde dönerken, şimdi bu yeni dönemde daha farklı varlıkların metalaştırılmaya çalışıldığını ve çitlendiğini görüyoruz.
Bunlardan en dikkat çekici olanı, son 20 senedir su kaynaklarının özelleştirilmesi, metalaştırılması ve gen kaynaklarının, yaşam formlarının patentlenmesi ve metalaştırılması. Doğa söz konusu olduğunda bu iki varlığın metalaştırılması çok dikkat çekici. Ve bu uluslararası bir süreç.
Dünya Bankası’nın “yapısal uyum programları”, Dünya Ticaret Örgütü’nün gümrük ve ticaret anlaşmaları bu süreci –Anonim Şirket’in yükselişi, yaşam kaynaklarının metalaştırılması, müşterek özelliğini yitirmesi– çok hızlandırdı ve ulusal ölçekte de ulusal iktidarlar, yani küresel yörüngenin ulusal ajanları tarafından yerine getirildi. Özellikle son 10 yıldır yapılan yasal düzenlemelere baktığımızda hemen tamamının müştereklere bir saldırı olduğu iddia edilebilir.
Son 10 Yılın Tablosu
Tümünü saymak mümkün değil ama, son 10 yıldır yapılan düzenlemelerin kısa bir listesi müştereklere yapılan saldırının çapı hakkında fikir verebilir.
Turizm Teşvik Kanunu’nda 2003 ve 2008’de yapılan değişiklikler; orman alanlarının sağlık ve spor turizmi gibi etkinliklere açılması.
Maden Kanunu’nda yapılan deşikliklerle koruma altına alınan yerlerin madencilik faaliyetine açılması.
Orman Kanunu’nda 2004’de yapılan değişiklikle altyapı niteliğindeki yatırımların devlet ormanlarına yapılabilmesi.
Cargill 1. Sınıf tarım arazileri üzerindeki üretimine devam edebilsin diye Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun 2005’de değiştirilmesi…
En son çıkan Büyükşehir Yasası’yla, köylerin mahalle olması ve köy müştereklerinin yapılaşmaya açılabilmesi.
Bunlar, müştereklere, doğal müştereklere yapılan çok açık, alenî saldırılar. Son 10 yıldır yapılan düzenlemeler saymakla bitmiyor.
Süreci Tersine Çevirmek
Müştereklerin yok edilmesi ve metalaştırılması, mülksüzleşmeye ve yoksulluğa yol açıyor. Dolayısıyla, müştereklerin savunulması, geri kazanılması, yaratılması, yaşatılması artan neo-liberal baskıya karşı durabilmek için ve insanlığın rızkını, doğayı ve gelecek kuşakları koruyabilmek için bir ihtiyaç. Bu gidişatı nasıl tersine çevireceğiz ve bunları geri kazanmak ve yenilerini yaratmak ve yaşatmak için neler yapmamız gerekiyor? Bu önemli bir tartışma konusu.
Önümüzde şöyle bir görev olduğunu düşünüyorum; birincisi, müşterekleri yukarıdan aşağı talep etmemiz gerekiyor. Yani devletin, sosyal niteliğine vurgu yapıp talepkâr olmak ve yukarıdan aşağıya müşterekleri tanımlayan, savunan, korporasyona dayalı –kooperatif çok formel bir biçim olduğu için tam kooperatif demiyorum ama dayanışmaya dayalı– yeni işletme biçimlerini, ekonomi biçimlerini teşvik eden, destekleyen yasal dönüşümlerini öngören bir devlet politikasını savunmak ve bunu talep etmek gerekiyor. Ama bu yeterli olmayacak.
Çitlemeye Yeni Bir Yanıt
İkincisi, müşterekleri, aşağıdan yukarıya doğru inşa edebilmek gerekiyor. Aynı zamanda, önümüzdeki dönemde yaşayacağımız dönüşümün, ilk çitleme ve müştereklerin metalaştırılması dalgasına bir yanıt olarak, 20. yüzyılın ortasında sosyal devletin inşasıyla oluşturulandan daha farklı bir yanıt olarak, gündeme geleceği anlamına geliyor. Yani, o yanıttan farklı olarak, daha özgürlükçü, daha katılımcı modellerin inşa edilmesi bir zorunluluk haline gelecek.
Bu noktada, katılımcı ekonomiden faydalı birtakım kavrayışları tartışmaya açmak istiyorum. Müşterekin tanımı ne özel mülk, ne devlet mülkü, herkesin mülkü, o halde hiç kimsenin mülkü. Müşterekin kendisi bir mülksüzlük bağlamı yarattığı için, müşterekleri savunmak, müştereklerin inşası için çalışmak, doğası gereği, antikapitalist özellikler taşıyan bir motivasyon, bir uğraş.
Ama tek başına bir müşterek inşa etmek veya bir müştereki savunmanın antikapitalist olduğunu veya kapitalizme alternatif olduğunu söylemek pek mümkün değil. Dolayısıyla, bu müştereklerin nasıl yönetileceği ve nasıl yaşatılacağı meselesinin kapitalizme alternatif başka kurumlar aracılığıyla da tartışılması gerektiğini düşünüyorum.
Ekonomilerin Tanımlayıcı Kurumları
Katılımcı ekonomi okumalarının, tartışmalarının ışığında ekonomilerin tanımlayıcı kurumlarına bakalım. Üretim araçlarının mülkiyeti kimde? İş bölümü nasıl yapılıyor? Ekonomik kararlar kimler tarafından alınıyor? Nasıl bir ödüllendirme var, yani yaptığımız iş karşılığında nasıl ödüllendiriliyoruz? Nasıl gelir elde ediyoruz? Ve “Tahsisat” kurumu. Mal ve hizmet üretiyoruz. Bunlar nasıl, hangi mekanizmalar aracılığıyla dağıtılıyor?
Kapitalizm dediğimizde, üretim araçları, yani sermaye, her türlü sermaye –doğal sermaye olabilir, imal edilmiş sermaye olabilir, ve hatta biraz daha genişletelim, beşerî sermayeden bahsedelim, bilgi, akümüle olmuş bilgi, eğitim– üzerinde özel mülkiyet veya devlet mülkiyeti söz konusu.
İş bölümü söz konusu olduğunda ise şirket tarzı bir iş bölümü geçerli. Bundan kastım şu: Belirli işlerin, güçlendirici işlerin, tatmin edici işlerin toplumda güçlü pozisyonu olan insanlar tarafından, yıpratıcı işlerin ise toplumsal statüsü daha zayıf olan insanlar tarafından yerine getirilmesi.
Ekonomik kararlara gelince, bunlar otoriter ve merkezî kararlar. Bakanlar kurulu, bir şirketin yönetim kurulu gibi merkezî mekanizmalarla karar alınması söz konusu.
Ödüllendirme, yani yaptığımız işin karşılığını nasıl alacağımız konusu da, benim bir oluşuma ne kadar imal edilmiş malî veya beşerî sermaye kattığıma bağlı.
Kapitalist sistem böyle çalışıyor ve bildiğimiz gibi, piyasalar malları tahsis ediyor. Piyasalar da, doğası gereği, bir türlü düzeltilemiyor. Birtakım reformlar yapılıyor, ama tam olarak düzeltilemiyor ve bir dışsallaştırma mekanizması gibi çalışıyor.
Katılımcı Ekonomi Perspektifi
Katılımcı ekonominin perspektifinden baktığımızda, üretim araçlarının mülkiyeti toplumda, yani herkeste veya hiç kimsede. Bu, müşterekler tartışmasıyla katılımcı ekonomi tartışmasını birleştirdiğim nokta. Ve, aşağıdan yukarıya inşa ettiğimiz bir müştereki nasıl yöneteceğimiz, nasıl yaşatacağımız tartışmasına devam ederken katılımcı ekonominin diğer dört ekonomik kurum hakkında söylediklerinden faydalanmayı öneriyorum.
Bunlardan biri, iş bölümü konusunda, “dengeli iş bileşenleri”. Bu şu demek: Diyelim, müşterek bir yayınevi oluşturduk, bunu alternatif bir kurum olarak işletmek istiyoruz. Burada, iş bölümü nasıl olacak? Editör belli, mizanpajı yapan belli, kitapları dağıtan belli. Böyle mi olacak, yoksa bu işler dengeli bir şekilde bölüşülecek mi? Yani, editörlük gibi belki daha tatmin edici, daha az eziyetli işlerle, kitapları dağıtmak, satmak gibi daha görece eziyetli işler arasında bir denge sağlanacak mı?
Ekonomik kararlar kimin tarafından alınacak? Daha fazla okumuş olan, entelektüel birikimi yüksek olan editörler tarafından mı, yoksa entelektüel birikimi, belki eğitsel birikimi daha zayıf insanların da devrede olduğu katılımcı mekanizmalarla mı alınacak? Ve insanlar nasıl ödüllendirilecekler? O işe ne kadar sermaye yatırdıklarıyla mı, ne kadar zeki, becerikli ve hızlı yazı ürettiklerine bağlı olarak mı? Yoksa o işi yaşatmak ve götürmek için ne kadar gayret, fedakarlık ortaya koyduklarıyla mı? Bu bağlı olarak mı ödüllendirilecek?
Buraya kadar aşağıdan yukarıya doğru kurduğumuz müşterekin yaşatılması ve yönetimindeki içsel meselelere değinmiş olduk. Buraya kadar başarı sağlamak, belki görece daha kolay. Ama dördüncüsü, bu müşterek kapitalist piyasa ekonomisi bağlamında kurulduğu ve yaşadığı için ve dolayısıyla piyasanın kurallarıyla kesişim içinde olduğu için, sonuçta üretilen mal ve hizmetin tahsisatı söz konusu olduğunda, kapitalist piyasa mekanizmasına alternatif ne tür kanallar yaratacağız?
Benim savunduğum şu: Müşterekler tartışmasını, yani müştereklerin doğası gereği ima ettiği antikapitalist bağlamı, mülksüzlük bağlamını gerçek bir antikapitalist mücadele yörüngesine oturtabilmek için tüm bu kriterlerin bir arada ele alınması ve müştereklerin bu kriterler etrafında yönetilmeye çalışılması gerekiyor.
Orta Sınıflara Düşen Sorumluluk
Ben çevre bilimleri donanımıyla müşterekler literatürüyle tanıştım. Daha sonra okudukça, müşterekler meselesinin politik önemini ve daha geniş bir anlam taşıdığını öğrenmeye başladım ve şunu gördüm: İnsanlar bir ekonomik krizle yüzleştikçe, mülksüzleştikçe zorunlu olarak müştereklerin inşasına yöneliyorlar. Sosyal bilimlerde de temel ilgi, zaten mülksüzleşmiş olan yoksulların müşterekleri nasıl inşa ettikleri, nasıl yönettikleri üzerine.
Ama bu problemden orta sınıfların, bizlerin muaf olduğunu zannetmiyorum. Bizim önümüzde de müşterekler inşa etmek, farklı bir müteşebbis kimliğini ortaya koymak ve yönetmek gibi bir sorumluluk var. Kuramsal olarak, ideolojik, politik olarak savunduğumuz şeylerle tutarlı olabilmek adına, ne tür bir faaliyette olduğumuza bağlı olarak, ileride şunları göreceğimize inanıyorum:
Birtakım mühendisler bir yazılım şirketi kuracaklar ve bu yazılım şirketini, katılımcı ekonomi anlayışına göre, müşterek bir şekilde yönetecekler. Birtakım genç insanlar bir yayınevi kuracaklar ve diyecekler ki, burası katılımcı ekonomik prensiplerle işletilen müşterek bir yayınevidir. Veya konut ve barınma sorununa yine müşterek anlayış içerisinde, birtakım yanıtlar üretmeye başlayacağız.
Önümüzdeki yıllarda bunların örneklerinin çoğalacağını ve bu deneyimlerden çok şey öğrenmeye başlayacağımızı düşünüyorum. Bunu yapmadığımız sürece piyasanın değirmenine su taşımaya devam edeceğiz ve müşterekler meselesini de ezilenlere ve zorunlu olarak bunları inşa etmesi gereken insanlara terk etmiş olacağız.