KÜRESEL, ÖZEL VE KAMUSAL MALLAR

Benimki biraz genel bir çerçeve çizmek gibi olacak. Sosyal bilimde, özellikle iktisat yazılımında müşterekler kavramı nasıl çıktı, nasıl düşünüldü? Buna karşı oluşan birtakım akımlardan ve birkaç eleştirel pozisyondan bahsedeceğim. Bahsedeceğim eleştirel pozisyonlar, konferans sırasında diğer konuşmacılar tarafından daha çok açılacak. O yüzden kısa olacak.

David Bollier’in de sözünü ettiği gibi, müştereklerle ilgili tahayyül –hem akademik anlamda hem de popüler anlamda– Garret Hardin’in “müşterekler bir trajedidir” anlatısıyla çok bağlantılı –özellikle bu anlatıyla çok şekillendirilegeldi. İktisatta çok temel ve şematik olarak, mal ve hizmetlerin kategorilendirilmesinin bir yolu, bu şema. Ve burada iki eksen var. Birincisi, kullanıcıların o mal ve hizmeti kullanmasından dışlanabilip dışlanamadığını ölçüyor.

İkincisi de, o mal ve hizmetin kullanılmasına, bir kullanıcı eklendiği zaman, o mal ve hizmetin yararlarının azalıp azalmadığını. Yani, biri bu “rakip” meselesi, öbürü de “dışlanabilirlik”.

“Trajedi”nin Kaynağı ve Müşterek Otlaktaki Çobanlar

Müşterekler rakip olan, ancak dışlanamaz olan mal ve hizmetler kategorisinde konumlandırıldığı için aslında bir sorun. Yani, “trajedi” de oradan çıkıyor aslında. Yani, bir kullanıcının daha kullanmasını engellemeniz, müşterek bir malı, çok zor. O yüzden dışlanamaz. Ancak, bir kullanıcının daha o müşterek mal ya da hizmeti kullanması, diğer kullanıcıların ne kadar yarar sağladığını azaltıyor. Bu yüzden müşterekler iktisatta bir sorun aslında.

Garrett Hardin’in 1968 tarihli makalesi, ortak kullanıma açık bir otlaktan bahsediyor. O otlaktaki koyun otlatan çobanların tek amaçları şu: Koyunları daha çok otlasın, daha besili olsun, onları satabilsin, daha fazla para kazanabilsin. Yani tek amaçları, kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmek.

Kıssadan Hisse

Bu vaka önemli, çünkü “trajedi”nin nasıl bir insan, nasıl bir toplum tahayyülü olduğunu gösteriyor. Onu “trajedi” haline getiren de bu tahayyül zaten. Her çoban, bir koyun daha eklemek istiyor sürüsüne. Çünkü bir tane daha satabilirse daha fazla para kazanacak, ama sürüsüne bir tane daha koyun eklerse, otlaktaki diğer çobanlar için kalan ot miktarı azalacak. Her çoban sadece kendi çıkarını, yani, bir koyundan faydayı düşünüyor, ama diğer insanlar üzerinde, diğer çobanlar üzerinde yarattığı maliyeti düşünmüyor. Bu yüzden herkes olması gerektiğinden daha fazla koyun otlatıyorsa, otlak da aşırı tüketiliyor.

Hardin’in “trajedi”si çok manidar: Müştereklerin özgür paylaşımına inanan bir toplumda, her biri kendi çıkarı peşinde koşan bütün bu insanların yöneldiği nihaî nokta yıkımdır. Yani, katastrof.  “Özgürlük imkânsız” gibi bir anlatı var. Ama, altı çizilmesi gereken şu: Nasıl bir çoban grubundan ve nasıl bir çobandan bahsedildiği. Yani, çobanın tek derdi, gerçekten kendi çıkarı mı? Böyleyse, tabii ki yıkıma gider.

Ya Tam Özelleştirme Ya Merkezî Otorite

Aslında, Hardin’in bu çalışması üzerinde çok yaygın bir yanlış anlaşılma var. Hardin “müşterekler özelleştirilsin” demiyor. Hardin’in makalesi zaten nüfus artışıyla ilgili. Hardin’in söylediği şu: Müştereklerin yıkıma uğramaması için yapılması gereken ya özel mülkiyet ve serbest piyasa, yani tam özelleştirme ya da merkezî bir otoritenin bu müştereklerin kullanımını derlemesidir.

Hardin normatif bir seçim yapmadığı halde, iktisatçılar devlet kontrolüne alerjik oldukları için, piyasalaşma ve özel mülkiyet seçeneğinin üzerine atlıyor. O konjonktürde, müştereklerle ilgili politika özelleştirme olageliyor. Ancak tabii, bu iki çözümün de kendi içlerinde sorunları var.

Ne Piyasa Ne Devlet

Bunların detayına inmeden şöyle özetleyeyim: Özelleştirmenin, yani herkesin kendi otlağı olması, böylece ne kadar otlatıp otlakların azalmasından ne kadar zarar görecekse kendisi yaşaması. Bu bir çözüm olabilir. Ancak, bu tabii ki, otlağın sürdürülebilir kullanımını garanti eden bir çözüm değil, eğer çevresel etkilerden bahsediyorsak. Öte yandan, devletin kimin ne kadar kullanacağı, kimin ne kadar koyunu olacağını dikte ettiği bir sistem de aslında çözüm değil. Çünkü merkezî otorite, nereden bilecek, bütün bu bilgileri nasıl edinecek, nasıl bir karar verecek ve bu ne kadar demokratik bir karar olacak gibi sorunlar var.

Elinor Ostrom Ekolü

Hardin’e bir meydan okuma ve Hardin’in bir eleştirisi olarak çıkan ekol, Elinor Ostrom ekolü diyebileceğimiz ekol. Bu ekolün çalışmaları, özellikle de amprik olarak dünya çapındaki araştırmaları sonucu ortaya çıkan ise şu: Ne özel mülkiyet, ne de devlet kontrolü altında olan müşterek alanların kullanıcıları tarafından gayet sürdürülebilir bir şekilde idare edilebildiği. Yani, müştereklerin yönetim ve paylaşımının bu şekilde yapılabildiği ve bunların başarılı vakalar olduğu.

Hardin “trajedi”sinin her zaman olmak zorunda olmadığı, nihaî sonucun her zaman yıkım olmadığı bize çok normal gelse de, iktisatçılar için bu bir şok. “Nasıl olabilir? Herkes kendi çıkarını düşünmüyor muydu? Neden böyle oldu?”

Ama iktisat yazını bunu da içselleştiriyor: “Tamam, sadece kendi çıkarını düşünmüyor insanlar, sadece ekonomik saiklerle hareket etmiyor olabilirler, sosyal saikleri de var. O otlağa belli bir değer veriyor olabilirler. O yüzden bu saiklerle de hareket ediyor olabilirler.”

Yani, çobanın nasıl bir varlık olduğuyla ilgili bir kayma var: “Tamamen kendi çıkarını düşünmüyor, tamamen iktisadî bir hayvan değil, hem iktisadî hem sosyal bir hayvan”.

Maine’deki Balıkçılar ve Müşterek Istakoz Yatağı

Fikret Berkes Ostrom ekolünün içinde konumlandırılabilecek bir araştırmacı. Maine’de ıstakoz yataklarıyla ilgili uzun süren bir çalışması var. Istakoz yakalayan balıkçıların Maine’deki müşterek ıstakoz yatağını yıkıma sürüklemeden, kendi aralarında kurdukları ilişkiler ve enformel kurumlar üzerinden sürdürülebilir bir şekilde paylaşmaları.

Ostrom ekolünün asıl yaptığı şu: Hangi durumlarda kullanıcı grupları müştereklerini daha sürdürülebilir bir şekilde yönetebilirler? Yıkıma gitmemesi için ne tür faktörler –Maine’deki enformel yerel kurumların ortaya çıkması gibi– teşvik edici olabilir?

Varılan sonuçlar ise, genelleyerek söyleyeceğim, şöyle: Daha küçük bir kullanıcı grubu olması. Bahsi geçen müşterek alanın, malın, kaynağın çok belirli sınırları olması, bütün kullanıcılar tarafından bilinmesi. Ve en önemlisi, en çok altı çizileni, bu kullanıcı grubunun arasındaki sosyal bağlar. Güven bağlarının gelişmiş olması, birbirlerini tanıyor olmaları, belli bir tarihi paylaşmış olmaları... Literatür, bu tür sosyal normların ve bağların olduğu durumlarda, kullanıcıların bu tür enformel yönetişim ve paylaşım kurumlarını ortaya çıkarabildiğini söylüyor.

“Komünite”nin Yapısı

Ostrom’vari bu yaklaşım çok ufuk açıcı bir açıdan. Hardin’in “trajedi”sine bir meydan okuma ve “illa devlete ya da piyasaya, özelleştirmeye mahkûm değiliz” diyen umut verici bir açılım. Ancak, çok ciddi eksikleri var ve çok da naif bir yandan. Birkaç noktada özetlemeye çalışacağım o olacak. Öncelikle, müşterekleri kullananlar, “kullanıcılar”, “komünite” çok muallâk ve içi açılmamış, özellikle de açılmayan bir kavram olarak önümüzde duruyor.

Hiçbir komünite, hiçbir hiçbir kullanıcı grubu herkesin eşit olduğu homojen bir grup değil. Çok ciddi eşitsizlikler. Müşterek olan mal ya da hizmet, müşterek olan alan, farklı kullanıcılara, farklı yararlar, farklı maliyetler getirecek. Yani, oranın nasıl kullanıldığı, bu eşitsiz grup içinde daha da fazla eşitsizlikler yaratacak. Mesela, toplumsal cinsiyetten bahsediyoruz; müşterek alanın yeniden üretilmesinde, kadınların ve erkeklerin ne kadar emek verdikleri, bu emeğin karşılığını ne kadar aldıkları çok önemli bir soru. Hem müşterekin tekrar üretilmesi hem de müşterekten gelen faydaların paylaşılmasında ciddi eşitsizlikler olacaktır. Ostrom ekolü bu noktaya hiç dokunmuyor.

Kadın ve toplumsal cinsiyetle ilgili bir örnek vereyim. Mesela, bakım ekonomisi ve bakım emeğinden bahsediyoruz. Bakım emeği de aslında bir müşterek. Otlak gibi açık bir müşterek olmasa bile, müşterek bir alan. Ama, bakım emeği, ekseriyetle kadınlar tarafında yerine getirilen bir emek türü. Ve kadınlar üzerinde çok eşitsiz bir emek türü.

Müşterek dediğimizde, müşterekleştirme dediğimizde, müşterek kullanıcıları dediğimizde güllük gülistanlık, barış içinde, kimsenin birbirini ezmediği bir alandan bahsetmiyoruz.

Müştereklerin Politik-Ekonomik Bağlamı

İkincisi, müştereklerin, müşterek alanların “dışarısı” ile ilişkisi. Müşterekler izole bir şekilde bir yerde durmuyorlar. Müşterekleri çevreleyen daha geniş bir politik-ekonomik bağlam var. Çitlemeler gökten düşmüyor. Yaşadığımız politik-ekonomik düzlemden, yani kapitalizmden bahsettiğimizde, kapitalizmin sermaye birikiminin içsel dinamiklerinden biri, müştereklere el konması. Yani, birileri kötü kalpli olduğu için müşterekleri çitlemiyor.

Burada daha sistemik bir sorun var ve bu dikkate alınmadığında müşterekleştirmenin, müştereklerin başlı başına neo-liberal politikanın bir eleştirisi olarak ya da piyasalaşmaya bir alternatif olarak durması imkânsız.

Bir üçüncüsü de, piyasa güçleri direkt olarak müşterekleri çitleyip kendi kâr ve birikim alanları haline getirmese bile, piyasa baskısı, özellikle de küresel piyasa baskısı, müşterek kullanıcıları tarafından sürdürülebilir bir şekilde yönetilmekte olsa da, o sürdürülebilir yönetim dinamiklerini çok temelden sarsabiliyor.

Yani, piyasa ve politik-ekonomik bağlamın getirdiği dinamiklerden tamamen bağımsız ya da bağışık bir müşterekler pratiğinden bahsetmek de ciddi bir yanılgı.