İyi dizi, kötü dizi

“Televizyonda sanat aramak kerhanede aşk aramaya benzer”

Quinn Martin
“San Franscisco Sokakları” dizisinin yapımcısı

Perspectives’den arkadaşlar, “Türkiye’de Dizi Kültürü ve Sansür” veya buna benzer başlıklı bir yazı istediler benden. Konu hoş, ilginç, ama önerilen başlık üzerinde zorlandım doğrusu. “… ve Sansür” deyince ortada düzen karşıtı birşey var ve otorite bunu sansürlüyor gibi bir izlenim doğuyor çünkü.

Uzman Psikolog Tarık Solmuş “Dizilerde Psikoloji ve Anormal Davranışlar” adlı kitabında,1 “Bazı diziler düşünsel gelişimi, zekayı, yaratıcılığı, araştırmacılığı, hayal kurabilmeyi ya da yaşamı keşfetme, anlamladırma ihtiyacını olumlu yönde etkilerken bazıları ise dikkat dağınıklığı, kendine yabancılaşma, yalnızlaşma, bağımlılık, şiddet eğiliminin davranışa dönüşmesi, pornografi, ana dilin bozulması, bazen yoğun bir kaygı yada korku duyulması gibi olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir.” diyor. Bunu kısaca, “iyi dizi var, kötü dizi var” diye de yorumlayabiliriz. Ve bu mantıkla ilerlersek, Türkiye’de dizilere sansür uygulanması esprisi de anlam kazanmış olur.

Ama acaba hangi dizi düşünsel zekayı, yaratıcılığı olumlu yönde etkiledi veya etkiliyor? “Kaynanalar” mı? “İkinci Bahar” mı? “Asmalı Konak” mı? “Kurtlar Vadisi” mi? “Lale Devri” mi? Bu saydıklarım sanırım Türkiye’nin “en-en” dizileri arasında. Hayal kurma eylemini, insan beynini pozitif anlamda geliştiren bir jimnastik türü olarak kabul edersek, yukarıda saydığımız dizilerden hangileri bu işi tetikledi veya tetikliyor?

İlk ortaya çıktığında, dizi Amerikalı ev kadınlarına çamaşır deterjanı satabilmek için tasarlanmış, onları ekran başında tutmak ve bir sonraki bölümü izletmek için binbir dereden su getirilerek yazılan senaryolar temelinde geliştirilmiş bir televizyon formatı değil miydi? Karl Marx ünlü “din afyondur” savını bugün yaşasaydı, yine aynı şekilde mi ifade ederdi? Yoksa “din ve diziler afyondur”, ya da hatta dini de aradan çıkarıp sadece “diziler halkın afyonudur” şeklinde bir ifade mi kullanırdı?

“İyi dizi - kötü dizi” aslında, biri iyilikle, ötekisi döverek söverek aynı işi yapan “iyi polis kötü polis” olayı gibi. Bütün dizilerde amaç aynı çünkü: Satış.

“Televizyon yayınında ürünlerden biri program hizmetidir; (haberler, diziler, filmler, yarışmalar gibi) ikinci ürünüyse izleyicilerdir. İzleyiciler program yoluyla yayına çekilir; paketlenerek reklamcılara satılır.”2 Hangisi olursa olsun, kimin tarafından yazılmış ya da çekilmiş olursa olsun – hatta “Hatırla Sevgili bile” – herhangi bir diziye toplumsal anlamda bilinçlendirici, geliştirici bir rol biçmek politik naifliktir aslında. "Televizyonlara doğrudan müdaheleleri zaten kronik hale gelmiş olan eski Başbakan şimdiki Cumhurbaşkanı'nın, kendi kafasındaki padişah imajına uymadığı için Muhteşem Yüzyıl’ın senaristlerine çatmasına kızıp, bu tavrını sansürcülük olarak yorumlamak da naifçe bir davranıştır.

Senaryo çalışması içinde yer aldığım, hikâyenin akışını Erdal Özyağcılar ile birlikte tasarladığım, Doğu Karadeniz’in vadilerinden birinde geçen ve Show TV’de 20 bölüm yayınlanıp sona eren “Sevdaluk” adlı dizide HES’ler konusunun işlenmesi, çalışma boyunca hiçbir zaman hükümetin veya Cumhurbaşkanı’nın olası tepkisi açısından değerlendirilmedi örneğin. Ne yapımcı tarafından, ne de kanal tarafından. Hatta bir ara dizinin devlet televizyonu olan TRT’de yayınlanması bile gündeme gelmişti. Dizinin mutfağında HES’ler ve HES’lere karşı Doğu Karadenizlilerin mücadelesi olgusu sadece ve sadece genel TV seyircinin konuya hazır olup olmayışı açısından ele alındı. Hani izleyiciler yayına çekilip paketlenerek reklamcılara satılacaktı ya? İşte tam da öyle oldu ve HES konusunun dizinin ticarî başarısı açısından pozitif bir işlevi olacağına kanaat getirildikten sonra da izleyiciyi ekran başında tutma prensibi adına, konunun ilk bölümde ortaya atılıp, çok daha sonra işlenmesine karar verildi. Başka bir ifadeyle HES konusuna ilgi duyan, HES’lere karşı mücadele veren veya bu mücadeleye destek veren kesimin de ekran başına kitlenmesi hedefleniyordu bu dizide.

Flashback: Wuppertal

Marx’tan söz etmiştik, Engels’ le devam edelim. Yaklaşık 35 yıl önce, Wuppertal’da Engels Müzesi’ni gezerken alkol ve alkol tüketimi ile ilgili objeler ve konuya verilen önem aklımızı çelmiş, görevliye gayri ihtiyarî sorular yöneltmiştik. Friedrich Engels Wuppertal’lıydı. Babası ise bir fabrikatördü. Wuppertal’da tekstil fabrikası vardı. Wupper nehrinin vadisi ise 19. yüzyılın ilk yarısında, Alman tekstil sanayiinin merkeziydi, yani İstanbul - Merter gibi bir yerdi. Burada tekstil işçileri Komünist Manifesto’da tarif edilen acımasız bir sömürü sistemi altında çalıştırılıyorlardı. Sendika yoktu. Sigorta yoktu. Emeklilik sistemine zaten gerek kalmıyordu çünkü günde 12-13 saat, iş güvenliğinden ve sağlıklı bir ortamdan uzak koşullarda adeta yarı köle olarak çalıştırılan işçilerin arasında 50 yaşını gören pek azdı. İşverenin ana stratejisi işçiye, ertesi gün de gelip çalışmasını ve çocuk yaparak yeni işgücü üretmesini sağlayacak kadar bir yevmiyenin ödenmesi üzerine kuruluydu. İşçiler haliyle durumlarından pek hoşnut değildiler. Dolayısıyla, olası isyan ve ayaklanmalara karşı da önlem alınması gerekiyordu. Engels’in babası ve arkadaşları ilk başta ucuz şnaps tüketimini yaygınlaştırma yoluna gittiler. Ama bu yöntemin ana stratejiyle çeliştiği kısa bir süre içinde belli oldu. Şnaps işçilerin ertesi gün de gelip çalışmasına engel oluyordu. Wuppertal barlarında bu kez fiyat ayarlamaları yapılarak işçilerin yüksek dereceli alkol satın almaları imkansız hale getirilirken, bira fiyatları da alabildiğine düşürüldü. İşveren, işçinin bildik saf Alman birası içmesini istiyordu. Hatta litrelerce içilmeliydi ki, günün yorgunluğu (aşırı sömürü ortamı) unutulsun, buna karşılık alkol derecesi düşük olsun ki, işçi ertesi gün işyerinde randıman gösterebilsin.

O zamanları televizyon yoktu tabii. Diziler yoktu. İlkel kapitalizm vardı. Ya şimdi? Şimdi artık prime-time var.

“Televizyon akışının doruğu, (yani 20:00-23:00 saatleri arasındaki zaman dilimi olan prime-time, N.H.) paradoksal bir  biçimde  televizyonun dışındaki “gerçek” dünyada, gün içinde enerjisini yavaş yavaş tüketmiş, kendi dünyasının tekdüze akışından yorulmuş izleyicileri varsayar. Televizyon akışının en ‘verimli’ saatleri, izleyicinin en yorgun saatlerine denk düşer. Doruktaki program, ister kendi içinde bir kapanışa sahip olsun, isterse izlemeye devam etmeyi gerektirsin, vaat edilen tatmin açısından sonuç değişmez (…) Akışın doruk noktasında yer alan program, her zaman izleyici ilgisini maksimum kılmayı garantilemiş bir programdır.”3

Bu tanımlamayı biraz karamsarca yorumlamak istersek çabucak George Orwell’in “1984” adlı romanında betimlediği dünyaya varırız. Dizi yapımcıları tabii çok daha hızlı. Onlar Orwell’i tersinden keşfettiler ve 1990’larda “Big Brother is Watching You” adlı reality programını geliştirip bütün dünyaya pazarlamayı bildiler. Türkiye’de adı “Biri Bizi Gözetliyor” olarak yayınlanan bu formatın sahibi Hollandalı şirket Endemol (Türkiye’de de şubesi var) geliştirdiği reality, dizi, yarışma ve sohbet programlarını yaklaşık 40 ülkede televizyonlarda eşanlı olarak yayınlanmasını sağlayarak, siz deyin globalleşmeye, ben diyeyim dünya çapında tekdüze bir serbest zaman kültürünün pekiştirilmesine önemli katkılarda bulunuyor.

Söz konusu şirket, siyahî kadın sunucu Winfrey Oprah sohbet programıyla 90’lı yıllarda ABD’nde reyting rekorları kırmaya başladığında, “Almanya’nın zencileri Türklerdir,” diyerek derhal Almancası mükemmel, dişi bir Türk sunucu arayışına giriyor, kadın bulamayınca da o zamanları radyo sunuculuğu yapan bu satırların yazarını tatil yapmakta olduğu Bodrum’dan özel uçakla casting toplantısına yetiştirmeyi bile beceriyordu. Çünkü amaç satıştı, kârdı.

Almanya’da zenci (Türk) sunucu fikri tutmadı o zamanlar, “toplum hazır değil”di çünkü. Ama ya tutsaydı? Şirketin daha fazla kâr etmesi (ve benim köşeyi dönmemin!) dışında ne değişecekti?  Neonazilerin oy oranı mı azalacaktı? Türkiyelilerin evleri artık kundaklanmayacak mıydı? Zenofobi yok mu olacaktı?

Artun Avcı “Prime-Time Vakti!” adlı yazısında4 birbirine çok yakın formatların ortaya çıkmasını, program içeriklerinin giderek türdeşleşmesini şöyle açıklıyor: “Televizyonun reklam alan en güçlü mecra olması ve bir reklam yatırım aracı olarak üstünlüğü nedeniyle prime-time’da yayınlanan yapımlar arasında konu, senaryo ve hikâye anlamında birbirine benzeyen diziler, yarışma, eğlence ve show programları ekranı doldurur. Bir televizyon kanalının geniş izleyici topladığı kanıtlanan bir formülü diğer kanallarca yine aynı saatlerde, aynı formüle dayanan programların yayınlanmasıyla yinelenir, pekiştirilir.”

Ve herhangi bir sansürden sözedilecekse, Artun Avcı’ya göre piyasa sansüründen söz edilmelidir: “Ekonomik rekabet sonucu izlenme oranlarında somutlaşan piyasanın mantığı, sansürcünün mantığının yerine geçer ve acımasız bir sansür kurumu olarak işlev görür. Bu anlamda izlenme oranlarının baskıcı rasyonalitesi, programların prime-time’da yayınlanmasının standardını oluşturur.” (a.g.e.)

Nasıl mı? Mesela Amerika’da izleme rekorları kıran “Desperate Housewives” dizisinin Türkiye versiyonunda, diğer bütün detaylarda orijinaline sadık kalınırken, dizideki gay figürlere geldindiğinde, onların (“Türkiye izleyicisi hazır olmadığı için”) heteroseksüel oluvermesiyle.

Sanırım Engels’lerin Wuppertal’inin birahanelerinde çeşitlilik vardı ve insanlar istediği birayı özgürce içebiliyordu, ertesi gün işe ayık gelme koşuluyla tabii. Pilsener türü bira vardı, “Alt” (eski) bira, Kölsch, Weizen…

Jump cut: Sabun Operası ya da Pembe Dizi

Televizyon başından itibaren ticari mantıkla biçimlenen, reklam ve sponsorluk gelirine dayanan, ticarî işletme olarak yönetilen bir mecra olmuştur. Amerikan yayıncılığı sistemi böyledir. Kamusal çıkarların gözetildiği, televizyonun aynı zamanda kültürel ve siyasal bir platform olarak algılandığı BBC, ARD gibi kanalların Avrupa kamu hizmeti yayıncılığı da var, ama bu sistem İsmail Cem’in TRT Genel Müdürlüğü yaptığı 1974-1975 yılları arasında yapılan bazı denemelerin dışında hiçbir zaman Türkiye’de geçerlilik kazanmamıştır. TRT geçmişte olduğu gibi, bugün de eski Doğu Blok’u ülkelerindeki devlet televizyonu gibi bir yayın politikası gütmektedir. Özel kanallar ise her daim Amerikan yayıncılığı sistemini model almışlardır. Ve televizyon dizisi Amerika’da doğmuştur.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nde televizyon hızla yaygınlaştığında beraberinde yayın malzemesi gibi bir sorunu da gündeme getirdi. Televizyon kanalları mevcut radyo kanalları tarafından açılıyor, yayın bu kurumların dar mekânlarından yapılıyordu. İşte bu koşullarda, yayın kuşakları reklam veren sanayi şirketlerine doğrudan verilerek, bir yandan sürenin dolması, bir yandan da dar stüdyoların dışında mekânlardan görüntülerin de ekranlara gelmesi yoluna gidildi.

Procter & Gamble şirketi mesela (şirketin Türkiye’deki markaları arasında Ariel, Alo, İpana, Max Factor, Pantene, Orkid gibi ürünler var) 1940’lı, ‘50’li yıllarda televizyon kanallarında günde birer saatlik süreler satın alıp, reklamlarının arasındaki boşluğu dolduracak (dikkatinizi çekerim: sözkonusu olan programın arasındaki boşluğu değil, reklam kuşaklarının arasındaki boşluktur) akışı kolaylaştırıcı, izleyiciyi ekran önünde tutan ve her gün devam eden kurmaca diziler geliştirdi.

Bu dizilerdeki figürler, izleyiciyi “az sonra” gelecek olan reklama hazırlayan pozitif, pirüpak karakterlerdi. Dramatürjisi, akıl karışıklığına yol açmayacak şekilde net ve basitti. Ve konu her zaman aşktı. İşte televizyon dizileri bu “herşey reklam için” ortamında doğdu ve onlara radyo döneminden kalma bir ad verildi: “Soap Opera”. Sabun Operası. Sabun köpüğü gibi hafif ve patladıklarında yok oluverdikleri için değil. Bizzat sabun şirketleri tarafından üretildikleri için!

“First We Take TRT”

Kültür ve sanat kuramcıları, sinema sanatının sözlü edebiyatın (storyteller, Spielmann, dengbej, aşık) çağımızda devamı olduğu konusunda genellikle birleşirler. Ama bulaşık deterjanı satmak için oluşturulmuş bir televizyon formatı olan dizilerde sanatsal değer aramak, “San Fransisco Sokakları”nın yapımcısı Quinn Martin'in ifadesiyle “kerhanede aşk aramaya benzer.”

Peki, 1950’lerden günümüze gelene kadar, durum komedilerinden polisiyelere, hastane dramlarından bilimkurgu varyantlarına kadar uzanan yelpazede hiç mi kayda değer bir eser çıkmadı? “Star Trek” (Uzay Yolu) kült dizi değil miydi? Ya “Lost”? En azından “Behzat Ç”de topluma eleştirel bir yaklaşım yok muydu?

Bence “iyi polis - kötü polis” gibi “iyi dizi - kötü dizi” var. Kâr amacı güttüğünü ve bu saikle yayın yaptığını hiçbir zaman gizlememiş olan Ferit Şahenk ve Aydın Doğan gibi medya patronları ve birlikte çalıştıkları uluslararası şirketler, yukarıda bahsettiğimiz ticarî çerçeve içinde, zamanında deterjan şirketlerinin çizdiği, tüm kötülüklere galip gelen “temiz” dünyaları, “iyi” aileleri, “saf” aşkları, “şanlı” geçmişleri anlatmaya devam edecekler dizilerinde doğal olarak. Ve o diziler, Orwell’in  1936 yılında daha televizyon yokken yazdığı “1984”ünü pek aratmayacak nitelikte. Orwell’in kurmaca ülkesi Oceania’da  “proletarya” için edebiyat, müzik, dram ve eğlence üreten departmanlar vardı, ucuz aşk romanları üreten, spor, cinayet ve yıldız falı dışında içeriği olmayan gazeteler üreten, “mısra makinesi” aracılığıyla insan eli değmeden şarkılar üreten departmanlar…

Dizilere ve televizyonculuğa yaklaşımda işte bu çarkın dışına çıkmayı başarmalıyız. Tartışma çoğulcu kamusal televizyonculuk olasılıkları üzerine yoğunlaşmalıdır. Bu da bir kanal daha kurarak değil, vergilerle beslenen TRT’nin yeniden yapılanması, demokratikleştirilmesi ve kamusallaştırılması üzerine yöntemler üretilmesi, bunun için mücadele verilmesi demektir. Bu hiç mümkün değil mi?

Bir düşünün: TRT’yi hükümet tarafından atanan bir yönetici ve onun kadrosu değil, bir kurul yönetiyor. Bu kurulun üyeleri parlamentodaki aritmetiğe denk düşen oranda parti temsilcilerinden ve kadınların, dini grupların, LBGT’nin, işçilerin, gençlerin ve yaşlıların sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinden oluşuyor. Bu bir ütopya mı? Hayır. Betimlemeye çalıştığım Avrupa’daki kamu hizmeti yayıncılığıdır.

Gerçek bir şarkıdan, Leonard Cohen’den esinlenerek bu yazıyı sonlandıralım: “First We Take TRT…”

-------------------------------------------

1.         Doruk Yayıncılık, 2013

2.         Haluk Geray, “Radyo ve Televizyon Yayıncılığının Ekonomisi”, İletişim Yayınları, 2005.

3.         Sevilay Çelenk, “Televizyon Temsil Kültür - 90’lı yıllarda Sosyokültürel İklim ve Televizyon İçerikleri”, Ütopya Yayınevi, 2005.

4.         “Dizim Başladı! Kapat, Sonra Anlatırım”, H2O Kitap, 2011