İsyanımız Toroslar’a yazıldı

1959 yılının Ağustos ayının 14’ünde, Orta Toroslar’ın eteğinde, Konya-Karaman sınırında, başı dumanlı Karadağ’da doğmuşum. İki erkek evlat annesiyim. Yılların nasıl geçtiğinin farkına varmadan, oradan oraya savrularak keçi, oğlak, kuzu güderken aynı zamanda evin büyük kızı olduğum için kardeşlerimin yükü sırtımda idi. Annemin işi zaten başından aşkındı. Köklü ve kültürlü bir ailenin kızı olmanın sorumlulukları çok ağırdı. Babadedem Kerim Savran (Savranlar) misafir ağırlamayı seven, yedirip içirmekten haz duyan büyük bir ailenin başıydı. Anadolu’nun birçok yerinde yerleşik hayata geçmiş veya “zorlanmış” Sarıkeçili akrabalarımız var ve bu akrabalık bağları her geçen yıl daha da güçleniyor. Bilgi birikimimizi yeni yetişen neslimize aktarma çabasındayız.

Oluşturabildiğimiz ve oluşturmakta olduğumuz üç yüz yıllık bir soyağacı belgesi vardır. Babam M. Kemal Savran tutmakta olduğu soy ağacı listesini 2004 yılında kitap haline getirdi ve yeni eklemelerle geniş kapsamlı olarak yeni bir yazıt oluşturma çabasındayız. Konuşma dilim biraz garip gelebilir. Eğitim olanaklarım sınırlıydı fakat her ne kadar konuşmam size yabancı gelse de ben konuşmalarımda Türkçe’den başka bir dil benimsemedim. Bizim için geçerli olan düstur: “Her Türk Yörüktür, Her Yörük Türk’tür” ve “bu ülkede Türkçe konuşulur.”

Neyse lafı uzatmadan devam edelim, biraz gerilere gidelim: Pervin çok fazla konuşmayan, günü hep işle güçle geçen biriydi. Ekmek mi edilecek (yapılacak), çamaşır mı yıkanacak, yemek aş mı hazırlanacak, bütün bu işleri severek yapan ama bunu görev sayan ve bu yüzden yorgunluk hissetmeyen bir Yörük kadınıydı. Dedem ve babam bu kültürün yaşaması için çaba harcamış. 2011 yılının Eylül ayı sonu aramızdan ayrılan rahmetli Ahmet Savran amcam da bu kültürün yok olmaması için canla başla çalışan biriydi. Ahmet amcam yaşamı süresince bana en büyük manevi desteği sağlamış, örnek bir kişilik sergilemiş, sömürüye boyun eğmemiş ve bize de eğdirtmemişti. Benim yolumu aydınlatan yaşamsal kültürüyle vasiyet bellediğim “Bu baş eğilmedi, eğilmez” sözleri bana ve benden sonrakilere ilke olarak yer edinmiştir.

2004 yılında Mersin Aydıncık ilçesinde kurmuş olduğumuz “Sarıkeçililer Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği “ ile birlikte benim sorumluluğum bir kat daha arttı. Artık bir hurafe mi desek, karalama mı desek, iddia mı desek; keçiler ormana zarar veriyor ve yeşili yok ediyor söylencesi benliklere kazınmaya çalışıldı. Keçi yasağı ile ormanda hayvan otlatma cezaları öyle can yakıcı ve bezdirici hale geldi ki Sarıkeçililer, artık çok farklı bir asimilasyonla karşı karşıya kaldı. Artık iş başa düşmüştü, bir şeyler yapılmalıydı. “Yörük göçü yolda düzülür” sözünü ilke benimseyerek “göç yürüyüşü” adı altında başladık yazıp çizip okumaya; okumak demişken sonuna kadar da olsa ailem sayesinde biraz okuyabildim ama konargöçer yaşayan akrabalarımın böyle bir şansı hiç olmadı. Erkekler askerlikte, kadınlar ise çadırda yakınlarından ne öğrenebilirse hafızalarına kazıyordu. Kültürümüz olan keçilerin ormana zararının olmadığını anlatmaya başladım; birilerine göre biraz ileriye gitmiş olmalıyım ki soruşturma üstüne soruşturma geçirdim. Çünkü yaptığım ve yapmaya çalıştığım bir eylemdi. “Sarıkeçililer kimdir?” diye merak ederseniz: Sarıkeçililer kıl çadırlarda yaşayan, geçim kaynağı keçi olan, düzenli bir yaylası ile kış yurdu olmayan, kış aylarını Mersin bölgesinde, yaz aylarını Orta Toroslar’da geçiren, dağını ormanını akarsuyunu seven, yaşam alanlarına sahip çıkan, vatanını seven, şimdilik bin yıllık kültürü Anadolu’da olan ve o kültürü Orta Asya’dan getiren şanlı bir Oğuz boyudur. Yıllar süren konargöçerlikte birçok akrabamız yurdumuzun değişik illerinde yerleşime geçti veya iskâna zorlandı. Kültürü yaşatmaya çalışan topu topu 2 bin kişi kadarız, hâlâ konargöçer yaşıyoruz. Bir kısmımız az da olsa göçü deve ile bir kısmımız traktör ve kamyonlarla sürdürmeye çalışıyoruz.

Bizler yaşadığımız ormanı, dereyi, doğayı yıpratmamak için aynı yerde uzun süre kalmıyoruz. Aslında yapılan şey bal arılarının yaptığı gibi biyolojik bir verimliliktir ama ne yazık ki son yıllarda kendini aydın sananlar bizim göç yollarımızı yok etme çabasına girdi fakat farkında olmadan ortak yaşam alanlarını yok etti. Örneğin, Karaman’ın Ermenek ilçesindeki tarihi Görmeli Köprüsü bizim göç yolumuzdu; sular altında bırakıldı baraj sayesinde. Yaptıkları tünelden develerle nasıl geçilir? Bu göç yolları genetik olarak belleklerine kazınmış olan develer ve keçiler, bu doğa katliamının sessiz tanıkları oldu. İsyanım çoktur: Golf sahası için yakılan ormanları mı, birilerinin turizm yatırımına peşkeş çekilen el değmemiş sahillerimizi mi, 3 kilovat elektrik için doğayı katleden HES’leri mi, kaybettiğimiz kültürümüzü mü, sular altında kalacağı için boşaltılan Çavuş köyünü mü saysam, o köyde kültürü, umutları ve anıları suya yazılan insan suretlerini mi anlatsam. 800 yıllık tarihi bir köprüyü ve üzerine kazınmış anılarımız olan o taşları hangi baraj geri getirebilir? Ne anlatacaklarım ne de mücadelem son buldu ama gidin bakın isyanımız Toroslar’a yazıldı.