Çevre hareketinin siyasî alana katılma biçimleri - Yayınlar

Hande Paker

Türkiye’de
en temkinli hesapla bile 30 senesini dolduran çevre hareketinin önündeki en
önemli sorulardan biri siyasetle ilişkisi ve politik olma anlayışının nasıl
oluştuğudur. Türkiye çevre hareketinde üç farklı mecradan söz edebiliriz:
STK’lar, sosyal hareketler ve siyasî partiler (bu mecrada esas aktör aşağıda açıklayacağım
sebeplerden dolayı Yeşiller Partisi’dir). Siyasî alanın en genel manada devlet
ve çeşitli kurumları, hükümet ve siyasî partiler gibi karar alıcıların politika
belirlediği bir alan olduğu düşünülürse, çevre özelinde de bu politikalara yön
vermek ve bu mecralarda değişim yaratmak isteyen tüm aktörlerin ister istemez
bu alana dahil olduklarını görüyoruz. Çevre politikasına ilişkin sözü olan
aktörler farklı yöntemlere de başvursalar siyasî alanla ilişki kurmuştur. Aslında,
çevre mücadelelerinde bu aktörler arasında geçişlilik hayli yüksektir. Gerze’de
yapılacak kömür santraline karşı harekete Greenpeace Akdeniz’in destek vermesi
örneğinde olduğu gibi STK’lar sosyal hareketlere destek verebilmekte veya
Aliağa termik santraline karşı kampanya ya da nükleer karşıtı harekette olduğu
gibi Yeşiller Partisi bir sosyal hareketin parçası olarak hareket
edebilmektedir. Bu aktörlerin siyasî alanla ilişkileri politik olma anlayışıyla
ilgilidir ve farklılıklar göstermektedir.
    

Çevre
meselelerinin siyaset üstü/dışı olduğu yaygın bir anlayıştır. Özellikle çevre
örgütleri ve kısmen de yerel hareketler arasında yaygın olan bu siyaset üstü/dışı
olma anlayışı, günlük siyasetin ve onun gerektirdiği çıkar çatışmalarının dışında
kalmak ve böylelikle toplumsal meşruiyet kazanmakla ilgilidir. Ancak, son
dönemde yaygınlaşan çevre ihtilaflarının gösterdiği gibi, çevre meselelerine
dair farklı talepler sonuçta siyasî taleplerdir ve politika yapıcıların
kararlarına müdahaleyi gerektirir. Dolayısıyla, çevre koruma kaçınılmaz olarak
siyasetin parçasıdır. Bu da çevre koruma alanında faaliyet gösteren aktörlerin
siyaset-üstü olma iddiasını geçersiz kılmaktadır. Anadolu’da muhtelif yerlerde
ortaya çıkan HES karşıtı hareketler ya da Kaz Dağları’nda altın arama çalışmalarının
durdurulması mücadelesi veren hareketler doğayı ve yerel halkın yaşam alanını
koruma amacıyla hareket etmektedir ve bu anlamda, devlet tarafından görece
kabul edilebilir bir alanın sınırları içerisinde oldukları düşünülebilir.
Ancak, bu hareketler aynı zamanda devletin enerji politikasına karşı çıkmakta
ve alternatif enerji politikaları talep etmektedir. Dolayısıyla, çevre
mücadeleleri siyasal taleplerde bulunur ve doğa koruma gibi devletin daha kabul
edilebilir gördüğü taleplerle, enerji ve su politikalarına yönelik devletin “kırmızı
çizgilerini” ihlal eden talepler aslında birbirinden ayrışamayacak şekilde
örtüşmektedir.1 Özellikle son dönemde ortaya çıkan çevre ihtilafları
ve karar alıcıların bu ihtilaflar karşısındaki tutumu bunu net bir şekilde
ortaya koymuştur. Yine de çevre meselelerinin ve bu meselelerle uğraşan
aktörlerin siyasallaşmaya dair algı, anlayış ve tutumları çevre hareketinde
önemini koruyan bir sorudur. Çevre meselelerinin neden siyaset-üstü görüldüğünü
açıklayan etkenlerden biri de çevre hareketinin güçlendiği 1980’li yıllardaki
siyasal konjonktürdür. Bu bağlamda, öncelikle çevre hareketinin ortaya çıkışı
ve gelişimini incelemek, sonrasında da hareketi oluşturan ana aktörlerin
siyasal alana hangi kanallar ve yöntemlerle dahil oldukları sorusunu
derinlemesine düşünmek anlamlı olacaktır.          

Türkiye’de
çevre hareketi nasıl gelişti?

Türkiye’de
çevre hareketinin oluşumunu ve gelişimini incelerken dönemsel bir sınıflandırma
yapmak bir ölçüde kolaylık sağlasa da yanıltıcı da olabilir. Bunun en önemli
sebebi özellikle 1980’lerden itibaren, ki 1980’ler genelde Türkiye’de çevre
hareketinin başlangıcı ya da önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır,2
bir dönemi tek bir eğilimle tanımlayamıyor oluşumuzdur.

Türkiye’de
çevre korumayla ilgili hassasiyetin başlangıcını 1950’lere kadar götürmek
mümkün. Türkiye Tabiatını Koruma Derneği (1955), Doğal Hayatı Koruma Derneği
(1975) ve Türkiye Çevre Vakfı (1978) oluşmaya başlayan hassasiyetin tezahürleri
olarak ortaya çıkmış ve çevre konusunda farkındalığı arttırmak ve çevre mevzuatını
geliştirmek üzere önemli çalışmalar yapmıştır. Türkiye’de çevreciliğin başlangıçta,
doğa farkındalığı ve çevre güzelleştirmeyi ön plana aldığı söylenebilir.
1980’lerle beraber, çevre hareketi için de yeni bir dönem başlar. 1980 darbe
sonrasının yasaklı ve siyaseten kapalı döneminde devlet tarafından “zararsız”
olarak algılandığı ölçüde çevre konularında örgütlenmek isteyenler için bir
alan açılmıştır. Bu dönemde çevre hareketinin siyasal alanda örgütlenmesinin en
önemli aktörlerinden biri 1988’de kurulan Yeşiller Partisi’dir. Yeşiller
Partisi’nin kuruluşu çevre hareketinin siyasal alana doğrudan müdahil olduğunun
önemli bir göstergesidir. Aynı zamanda, önemli çevre mücadelelerinin de yine bu
dönemde ortaya çıktığını görüyoruz. Yatağan, Aliağa ve Gökova termik
santrallerine, caretta caretta’ların en önemli üreme merkezlerinden biri olan
Dalyan’da otel yapımına ve Ankara’da Güvenpark’ın otoparka dönüştürülmesi
projelerine karşı verilen mücadeleler ilk akla gelen örnekler. Bu mücadeleler
farklı aktörlerin ve farklı siyaset yapma biçimlerinin eşzamanlı olarak var
olduğunu gösteriyor. Ayrıca, Türkiye’de çevre hareketinde siyaset yapma
biçimlerinin iç içe geçmişliğine işaret ediyor, zira Yeşiller Partisi
geleneksel siyaset yapma yollarını seçmek yerine aktif olarak sosyal
hareketlerin içinde yer almıştır. Özellikle Aliağa termik santraline karşı yöre
halkıyla birlikte yürütülen mücadelede Yeşiller için aktivizm önemli bir araç
olmuştur.3        

1990’ları
ele aldığımızda, yine çevre hareketinin gelişimini tek bir eğilimle tanımlayamadığımızı
görüyoruz. 1990’lar Türkiye’de çevre hareketinde profesyonelleşmiş, proje odaklı,
büyük şehir merkezli örgütlerin yaygınlaşmasıyla bir kurumsallaşma dönemi
olarak değerlendirilebilir. Bu dönemde kurulan Türkiye Erozyonla Mücadele,
Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı-TEMA (1992), Doğal Hayatı Koruma
Vakfı-DHKV (2001’den itibaren WWF-Türkiye), Greenpeace Akdeniz ve TÜRÇEV gibi
vakıf ve çevre örgütleri doğa koruma, enerji, su, yerel kalkınma gibi konularda
uzmanlaşmış, profesyonel kadroları bünyelerine katmış ve fonlarla yürütülen
projeler yapmaya başlamışlardır. Bu çerçevede önemli bir yenilik de, çevre
STK’larının geliştirdikleri uluslararası bağlantılardır. 1996’da İstanbul’da
gerçekleştirilen HABITAT II Birleşmiş Milletler konferansı dünyanın çeşitli
yerlerinden STK’ların Türkiye’deki çevre örgütleriyle bağ kurmasına vesile
olmuştur. 1990’lar önemli çevre hareketlerine ve kazanımlara da sahne olmuştur.
İlk akla gelen örnek, Bergama’da altın madenine karşı köylülerin, bazı siyasî
partilerin yerel temsilcileri, çevre örgütleri ve uluslararası çevre ağlarının
ve örgütlerinin desteğiyle sürdürdükleri mücadele ve buldukları geniş toplumsal
destektir. Kamuoyunun çevre meselelerinin önemini talî addettiği bir bağlamda4
bu hiç de azımsanamayacak bir destektir. Bergama hareketi çevre mücadelelerine
önemli bir meşruiyet kazandırmış ve öncü bir konum teşkil etmiştir. Yine aynı
derecede önemli ve uzun soluklu bir mücadele Akkuyu’da kurulması planlanan
nükleer santrale karşı oluşturulan Anti-nükleer Platformun yürüttüğü
harekettir.

2000’lere
gelindiğinde ise iki ana eğilimden söz etmek mümkün: kurumsallaşmış, şehir
merkezli, profesyonel çalışan çevre örgütleri ve tüm Anadolu’da yaygınlaşmış,
aktivizm boyutu güçlü yerinden çevre mücadeleleri. Bu iki eğilim farklı
aktörler tarafından benimsense de bunları tamamıyla iki zıt kutup olarak ayrıştırmamak
gerekir. Birinci gruptaki çevre örgütleri daha nadir de olsa yerel hareketler
gibi aktivizme başvurup kampanyalar düzenlemekte ya da var olan yerel
hareketlere destek vermek suretiyle farklı kanallarla siyasî alana katılabilmektedir.
Örneğin, Doğa Derneği Güneydoğu’da yapılması planlanan ve çok ciddi bir
ekolojik ve kültürel öneme sahip olan Hasankeyf’i sular altında bırakacak olan
Ilısu Barajı’na karşı yürütülen yerel mücadeleye katılmış ve ihtilafı
uluslararası platforma taşımıştır. Başka bir örnek, Greenpeace Akdeniz’in son
dönemde GDO’lu ürünler konusunda yürüttüğü ve çok etkili olan kampanyadır.

Bu kısa
tarihsel bakış, çevre hareketinde giderek artan çeşitlilikte aktörlerle karşılaştığımızı
ve bu aktörlerin farklı siyaset yapma biçimleriyle siyasî alana dahil olduklarını
gösteriyor. Dolayısıyla, çevre meseleleri (ve o alanda angaje aktörler) ne
kadar politiktir, ne kadar siyaset dışıdır sorusu geçersizdir. Sorulması
gereken soru bu aktörlerin hangi kanallarla siyasal alana katıldığıdır. Bu
noktada farklı siyaset yapma biçimlerini daha ayrıntılı olarak irdelemek
gerekir.
 

Çevre
STK’ları siyasetin dışında mıdır?

Çevre
STK’ları karar alıcılarla –burada siyasî alanı ele aldığımız için karar alıcılar
olarak devlet kurumları ve hükümet muhataptır– etkileşim içinde ve dolayısıyla
siyasî alana müdahildir, çünkü çevre ile ilgili talepler devletin bu alandaki
politikalarına bir eleştiri ve değişim talebi niteliğindedir. Sonuçta,
vatandaşların nasıl bir toplumda yaşanacağına dair kararlara çevre özelinde katılım
talebiyle ilgilidir ve tam da bu yüzden siyasî alanın merkezindedir. Bu
bağlamda, nükleer enerjinin alternatiflerinin olduğunun altını çizerek nükleer
enerjiye karşı çıkmak da, sulak alanların korunması için imzalanan uluslararası
anlaşmalara uyulmasını talep etmek de, 2B orman arazilerinin öngörülen kullanımıyla
ilgili hukukî mücadele yürütmek de siyasî alana katılmaktır. Yukarıda
değindiğimiz gibi, çevre konularının apolitik olarak algılanmasının sebebi kısmen
doğa koruma gibi faaliyetlerin devlet tarafından zararsız görülmesi, kısmen de
çevre siyasetinin ortaya çıkışının 1980 sonrası döneme denk gelmesidir. Yine de
doğa korumacılığını o dönem için bile siyaset dışı düşünmek mümkün değildir.5
Örneğin, Dalyan’da caretta caretta’ların yaşam alanını korumak için bir otel
yatırımına karşı çıkmak aynı zamanda devletin rant temelli turizm politikalarına
karşı çıkmak ve değişim talep etmektir.

Çevre
STK’ları siyasî alana katılırken hukukî mücadele, uzmanlıklarını karar alma
süreçlerinde kullanma, lobi yapma gibi yöntemlere başvuruyorlar. Yine de bir
genelleme yapamayacağımız açıktır, çünkü yöntemler arasında da geçişlilik vardır.
Çevre STK’ları sadece bu yöntemleri kullanır ve örneğin, kampanya yürütmez ya
da aktivizm yapmaz demek mümkün değildir. Bütün bu yöntemleri kullanarak siyasî
alana müdahil olan çevre örgütleri devletle etkileşim içindedir.
6
STK’lar ve devlet arasındaki ilişkileri ise, işbirliği, çatışma ve kooptasyon
olarak üç farklı şekilde düşünmek gerekir.
7 Devlet-STK ilişkilerinin eşit ortaklığa
dayalı olduğu işbirliği eğiliminde, STK’ların gündem belirleme, amaçları
doğrultusunda etkin çalışabilme, temsil ettikleri paydaşlara katılım kanalları
açma kapasiteleri artmaktadır.
8 Ayrıca karşılıklı bilgi alışverişi ve
uzmanlık aktarımı devletin daha etkin politika yapmasını sağlarken STK’lara
politika yapma süreçlerine katılarak toplumsal talepleri sürece taşıma fırsatı
vermektedir. Devletin baskı uyguladığı ya da STK’ları karar alma süreçlerinden
tamamen dışladığı çatışmalı ilişkilerde ise, eşit ortaklığa dayalı etkileşim
kanalları kapalıdır.
9 Devlet-STK ilişkilerinde üçüncü
belirleyici eğilim kooptasyon, yani devletin STK’ları kontrol etme amaçlı kendi
bünyesine katma eğiliminde olduğu etkileşimlerdir.
10 Türkiye’de devlet-STK ilişkilerinde
bu etkileşim biçimlerinin farklı çeşitlemelerini görüyoruz, ancak özellikle son
dönemde, çatışma ve kooptasyon eğilimlerinin ağır bastığını söyleyebiliriz.

Yerel
hareketler

Yukarıda
tartıştığımız devletle etkileşim biçimleri aktivizme ağırlık veren sosyal
hareketler için de geçerlidir. Özellikle son dönemde yaygınlaşan yerel
hareketler kendilerini devletle çatışmalı bir ilişki içinde buluyor, çünkü
yaşam alanlarını ve çevreyi korumak üzere yola çıkan bu hareketler devletin
ekonomik kalkınma ve enerji politikalarıyla mücadele etmek durumundadır. Devlet
açısından bu politikalar sorgulanamaz “kırmızı çizgiler” arasındadır. Oysa, tam
da sorgulanması gereken, bu çok kısa dönem perspektifli, pervasız bir büyümeyi
temel alan politikalardır, çünkü bu politikaların çevre tahribatı ve dolayısıyla
toplumsal maliyeti çok yüksektir. Üstelik, telafisi de yoktur. Toprağın altını,
üstünü ve bütün nehirleri doğal kaynak olarak gören anlayışa karşı ekolojik
bütünlüğü savunan HES, maden ve termik santral karşıtı hareketler; nükleer
enerjinin risklerinin ve maliyetinin altını çizerek alternatif enerji
üretiminden yana tercih kullanan nükleer karşıtı hareket gibi yerel hareketler,
mücadele aracı olarak çoğunlukla aktivizme başvurarak devletle çatışmalı bir
ilişki içine girse de tam da çevre tahribatı yaratan politikaları sorgulayarak
siyasî alana müdahil olmaktadır. Üstelik, bazı yerel hareketler çevre ile
ilgili kaygıların ötesine geçerek çevre politikalarına dair taleplerini
demokrasi ve insan hakları çerçevesine taşımaktadır. Örneğin, Bergama hareketi
için çevre mücadelesi aynı zamanda bir demokrasi ve kendi yaşamlarını doğrudan
ilgilendiren meselelerde söz sahibi olma mücadelesidir.11    

Çevre
tahribatı siyasî partilerin 
gündeminde
mi?

Siyasî
partiler tanım gereği yeni politika üretmek iddiasıyla ortaya çıkar. Ancak, bu
başlık altında Türkiye’de çevre tahribatına ve çevre üzerindeki tahakküme
dikkat çekerek siyasî alana katılan tek bir siyasî partiden bahsetmek doğru
olacaktır. 1988’de kurulan Yeşiller Partisi 1994’te kapanmış, ancak 2008’de
tekrar kurulmuş ve yürüttüğü ekolojik siyasetle siyasî alanın sınırlarını
genişletmiştir. Diğer siyasî partiler Türkiye’de hüküm süren ve neoliberal
çerçevede gittikçe pervasızlaşan büyüme ve enerji politikalarıyla ekonomik kalkınmaya
inancı körü körüne koruyan bir anlayışla hareket etmektedir. Bütün dünyada
çevre koruma ve halihazırda ele alınış şekliyle ekonomik gelişme ihtilaflı bir
ilişki içinde olsa da, kuruluş misyonu çağdaşlaşma ve ekonomik kalkınma olan
bir ülkede bunun tezahürlerini çok daha net görmek mümkündür. Çevre hareketi
ekonomik kalkınma ve ilerleme arasındaki ilişkiyi ve bunun sorgulanamazlığının
yarattığı tahakkümü sorunsallaştırmaktadır.12

Yeşiller
Partisi geçtiğimiz yıl EDP ile birleşerek daha geniş bir örgütlenmeye gitme
yolunda adım atmıştır. Siyasî alanda bu yeni yaklaşım diğer partilerin de çevre
meselesini daha fazla ciddiye almasını sağlamıştır. Bu yeni örgütlenmeye rağmen
ekolojik siyaset perspektifli bir partinin önünde duran en önemli soru
kitleselleşme ve toplumsal taban oluşturmakla ilgilidir. Sonuçta, Yeşiller uzun
bir süre sivil toplum ve sosyal hareket mecralarında yer alan aktörlerle
birlikte, aktivizm ağırlıklı biçimler kullanarak siyasî alana dahil olmuştur.
Kitleselleşmeyle ilgili aynı soru sınırlı üye tabanına sahip bu aktörler için
de geçerlidir.

Sonuç olarak, Türkiye’de
çevre hareketinin siyasî alanın dışında kaldığı algısı güçlüdür. Üstelik, bu
anlayış toplumsal meşruiyeti arttırmakla ilişkilendirilmiştir. Bu algı
söylemsel düzeyde halen kullanılsa da, çevre hareketinde yer alan tüm aktörler
siyasî alana şu veya bu şekilde katılmaktadır, çünkü çevre koruma ve çevre
tahribatını engelleme ile bağlantılı tüm talepler karar alıcıların politikalarına
yönelik değişim talep etmektedir ve tam da bu yüzden siyasî alanın merkezine
oturur. Dolayısıyla, esas soru çevre aktörlerinin siyasî alanın dışında olup
olmadıkları değil, bu alanda hareket ederken toplumsal desteği nasıl
genişletecekleridir. Bu yaşamsal bir sorudur, çünkü karar alıcıları ekolojik
kaygıları dikkate almaya zorlamak ve değişim yaratabilmek ancak geniş bir
toplumsal destek ve meşruiyetle mümkündür.

Dipnotlar

1. Paker, H., Adaman, F.,
Kadirbeyoğlu, Z. ve Özkaynak, B., “Environmental Organizations in Turkey:
Engaging the State and Finance Capital”, Environmental Politics, 2013 (yayına
hazırlanmakta).

2. Adem, Ç., 2005,
“Non-state Actors and Environmentalism” , Adaman ve Arsel (der.),
“Environmentalism in Turkey - Between Democracy and Development?”, Ashgate:
71-86; Şahin, Ü., 2010, “Türkiye’de çevre ve ekoloji hareketleri üzerine
notlar. Aliağa zaferinden, vatan toprağı söylemine”, Birikim, 255, Birikim Yayınları. 

3. Şahin, Ü., 2010,
“Türkiye’de çevre ve ekoloji hareketleri üzerine notlar. Aliağa zaferinden,
vatan toprağı söylemine”, Birikim, 255, Birikim Yayınları. 

4. Çarkoğlu, A. ve E. Kalaycıoğlu.,
2010, “Türkiye’de Çevre 2010”. Türkiye’de çevre problemleri terör, ekonomi,
yoksulluk, eğitim sağlık ve suçtan sonra 7. sırada yer almaktadır.

5. Politik ve politik
olmayan çevre meseleleri diye bir ayırım yapmanın meselenin doğası gereği
mümkün olmadığına dair bir tartışma için bakınız Paker, H., Adaman, F.,
Kadirbeyoglu, Z., ve Özkaynak, B., “Environmental Politics”, 2013 (yayına hazırlanmakta). 

6. Tabii STK’ların karar alıcılarla
etkileşimlerinin sadece ulusal sınırlarla belirlendiğini düşünmemek gerekir.
Küresel örgütler de doğası gereği küresel olan çevre meselelerinde karar alıcı
pozisyonundadır. Ancak STK’ların küresel örgütlerle etkileşim şekilleri
devletle olan etkileşim şekilleriyle benzerlik gösterir.

7. Paker  H., Adaman, F.,
Kadirbeyoglu, Z., ve Özkaynak, B., “Environmental Politics”, 2013 (yayına hazırlanmakta). 

8. Evans, P., 1995,
“Embedded Autonomy”, New Jersey, Princeton University Press; Scholte, J. A.,
2005.

9. Keane, J., 1988, “Civil
Society and the State”, New European Perspectives, London: Verso; Scholte, J.
A., 2005, “Globalization, a critical introduction”, Basingstoke: Palgrave
Macmillan.

10. Sunar, İ., 1996, “State,
Society, and Democracy in Turkey”. V. Mastny ve C. Nation, “Turkey Between East
and West: New Challenges for a Rising Regional Power”, Colorado: Westview
Press; Kalaycıoğlu, E., 2003, “State and Civil Society in Turkey: Democracy,
Development and Protest”, A. B. Sajoo, “Civil Society in the Muslim World”,
London: I. B. Tauris Publishers; Paker, H., 2007, “Reflection of the state in
the Turkish Red Crescent: From Modernization to Corruption to Reform?”, Middle
Eastern Studies, 43 (4), 647-660.

11. Uncu, B. A., 2012,
“Within Borders, Beyond Borders: The Bergama Movement at the Junction of Local,
National and Transnational Practices”, yayınlanmamış doktora tezi, London
School of Economics.

12. Arsel, M., 2005,
“Reflexive Developmentalism - Toward an Environmental Critique of
Modernization”, F. Adaman ve M. Arsel (der.), Environmentalism in Turkey:
Between Democracy and Development, Ashgate: 15-34; Adaman, F. and Arsel, M.,
2010, “Globalization, development, and environmental policies in Turkey”, T.
Çetin ve F. Yılmaz, (der.), “Understanding the process of institutional change
in Turkey: A political economy approach”, New York: Nova, 319–336.

--------------------------------------------------------------------------------------------------

Hande
Paker

Hande Paker Boğaziçi Üniversitesi İktisat Bölümü’nde
lisans eğitimini tamamladıktan sonra McGill Üniversitesi Sosyoloji bölümünden
master ve doktora derecelerini aldı. 2005’ten beri Bahçeşehir Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalışmaktadır. Devlet ve
sivil toplum ilişkileri, vatandaşlık, çevre siyaseti ve toplumsal cinsiyet
konularında araştırmalar yapmaktadır. Environmental Politics, Theory and
Society, Middle Eastern Studies gibi dergilerde makaleleri yayınlanmıştır.